Ariflerin Allah ile Dostlukları
Paylaş:

images8 Ariflerin Allah ile Dostlukları

Bir de Allah(cc) dostlarının, Rableri ile olan dostlukları vardır. Dost, yakın olmak demektir ve arkadaştan daha ileridir. Dostluk olgusu içerisinde bir tür mahremiyet vardır, dil değişir ve nazlı bir lisan oluşur. Naz yapılır karşılıklı. Allah(cc) ile naz yapan Al­lah dostları vardır ve bu dostluk muhteşemdir. Bazıları, bu naz makamını ve tasavvufî kavramları bilmedikleri için anlayama­mışlardır bu tür dostlukları.

Halîlullah, Hz. İbrahim(as) için kullanılır. Halîlullah, Allah’ın(cc) dostu demektir. Hz. İbrahim(as) için Allah(cc), o benim dostum, diyor. Yine mesela Hz. Peygamber Efendimizin(sav), Hz. Ali(ra) ile olan dostluğu vardır. Mevlânâ ve Şems’in dostluğu vardır. Bu dostluklar, sıradan bir arkadaşlığın çok ötesindedir. Fakat tâbir-i câizse zihinleri ve kalpleri iğdiş edilmiş modernler, gerçek dost­luğun samimi ifadelerinden oluşan ve geçmişte böyle görülen örnekleri, günümüzde kirlenmiş zihinleriyle yorumlamaktadırlar. Bu hileli bir yönlendirmedir, gerçeği saptırmadır. Gerçek nasılsa öyle kabul edilmek zorundadır. Dolayısıyla dostluğu, bu manada gelenekteki referanslarıyla ele almamız gerekiyor.

Dost meclislerinde ve dost ocaklarında şunlar öğretilir; her şey fânidir ve her can ölümlüdür. Bir şey ölümlü ve sınırlı ise o varlığa yüklenecek anlam da sınırlı olmaktadır. Önemli olan ise ölümsüz ve sınırsız olana ulaşabilmektir. Bunu aşk kavramı dâhilinde çok mütalaa ediyoruz. Gerçek aşk ölümsüzdür. Kaynağı ölümsüzdür.

Binaenaleyh, iki beşerin birbirine olan sevgisi ne kadar şiddetli olursa olsun aşk boyutuna çıkamaz, diyen görüşler vardır. Bu, birilerini sevmeyeceğimiz anlamma gelmiyor. Sevmede en ileri dereceye gidilebilir ama bu aslında aşka giden yolda bir egzersiz, talim ve çalışmadır. Aynı şekilde, dostluk da gerçekten ölümlü bir varlığa yönelik olursa fazla abartılmamalıdır. Çünkü bugün dost olarak görülen bir insan, yarın olmayabilir. Eğer dost iyi seçilirse aslında bu da zayıf bir ihtimaldir.

 

Sonu Fâni Olan Şey Üzerine Dostluk Kurulamaz

Dostluk kavramı, özellikle günümüzde yitirmeye başladığı­mız, içi boşaltılan bir kavram olmuştur. Bu kavramın, gençler arasında inşâsı çok önemlidir. Çünkü zamanımızda gençlerimiz çok yalnız. Arkadaşları ve dostları yok maalesef. İnsanın belki beş yüz tane arkadaşı olabilir ama dostu iki veya üç tanedir. Dost elenir, dost belirli imtihanlardan geçer. İyi ve kötü gün dostu olup olmadığı tartılır. Dostluk, arkadaşlıktan ileri bir merhaledir. Mahrem ve sırdaş olmaktır yeri geldiğinde. Dost acı söyler, diye bir tâbir vardır. Ben senin dostunum, düşmanın değil. Şöyle yanlışlar yapıyorsun. Onları yapma, diyerek kimsenin söylemeye cesaret edemediği şeyleri söyleyene dost denir.

Dostluk kavramı, hakîki anlamıyla yeniden inşâ edilebilir. Dostluğun manevî bir kavram olması halinde, zira sonu fânî olan bir şey üzerine dostluk kurulamaz. Arkadaş olmak güzeldir ama dosta yakın olmak daha güzeldir. Dostla beraber, çok yakın olmak, mahrem olmayı gerektirir belki ama dostla çok ayrı düşmek de arıza verir. Dostla çok uzun süreli ayrı kalmamak gerekir.

Dost-düşman bilincinin kişide oluşmasıyla iman kâmil nokta­ya ulaşır. Hayatta en önemli şeylerden birisi de dost ve düşmanın bilinmesidir. Hz. Mevlânâ’mn güzel bir sözü var, diyor ki:

“Herkesin, her şeyin kendisine muhtaç olduğu, hiçbir şeye ihtiyacı münezzeh Allah’ın zâtına yemin ederim ki, kötü yılan bile kötü arkadaştan iyidir. Çünkü kötü yılan insanın yalnız canını alır. Kötü arkadaş ise insanı cehenneme sürükler ve orayı insana murad eder. İnsan, düşüp kalktığı adamla konuşa görüşe onun huyuyla huylanır. Gönül gizlice arkadaşının huyunu kapar ve benimser.”

Bunun için dost, ayna demektir.

 

İslam Tasavvufu Modelinde Dostluk Anlayışı

Bizim maneviyat geleneğimizde geceler, gündüzler, vakitler, anlar hepsi canlı varlıklardır. Onlara da selam olsun denilir. Bütün yaratıklar zî-şuurdur, hepsi şuur sahibidir, hepsi can sahibidir. Vakitlerin de canı vardır. Dolayısıyla onlar selamlanılır.

Bütün dinler bir nebiye, bir peygambere nazil olur. Fakat o nebiye tâbi olan âlimler, ârifler tarafından geliştirilen modellerle açıklanır. Buna bazıları din felsefesi, dinî yorumlar, dinî ekoller der, bazıları mezhep der. Aslında her biri o nebinin mesajını anlamak ve anlatmak üzere gerçekleştirilen modellemelerdir. İslâm dini de aynı sürece tâbi kılınmış, kutlu Nebî’ye indirilen yahut daha sufiyane tabirle kutlu Nebî’de açığa çıkan, Hazreti Muhammed’den(sav) sadır olan bilgiler, geliştirilen modeller yardımıyla anlaşılmaya çalışılmıştır. Müslümanlar içerisinde, geliştirdiği bir modelle onun mesajını anlamaya çalışan, soh­betlerine “dostlar meclisi” denilen bir zümre vardır ki ârifan ve hekiman olarak anılan bu kimseler, İslâm tasavvufu denilen modeli meydana getirirler. Binaenaleyh burada, İslâm dininin bütün künhünü değil, İslâm dini içerisinde bu hususi modelin dostluk anlayışını esas alacağız.

İslâm tasavvufu âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler, Peygamber Efendimiz ve ona tâbi velîlerin hayat tecrübelerine dayanır. Bu anlayışla âlemin ve insanın yaratılması, aslında bizim halk edebiyatımızda dost tutma, cemal tutma yahut cemal cemale karşı olma diye tabir ettiğimiz, o Yüceler Yücesi’nin gizli bir hazine iken dostuyla sohbet etme ihtiyacından kaynaklanmıştır. Bu tabirler bazen mecaz doludur, ifade zorluğunu beraberinde getirir. Şunu bileceğiz ki, içinde bulunduğumuz yeryüzü hayatı sınırlı, illetli ve malul bir hayat olduğundan, her ne şey ki dile gelir, her ne şey ki konuşulur, bu konuştuğumuz şeylerin hepsi noksandır, sınırlıdır, illetlidir. Lisan, her şeyi kuşatamaz. Özellikle de konu aşk olunca, dostluk olunca… Lisan, ancak ve ancak işaret edebilir.

O işaret edilen anlamları da ancak ârif olan anlar, okur.

İnceleyin:  Zikirle Allah’ı Bulma

“Ben gizli bir hâzineydim, bilinmekliği diledim.” Bizim ilahiyat­çıların sohbetlerinde, sahihtir, değildir, senedinde şu vardır, bu vardır meseleleri sabahlara kadar sürer. Ben dinî ilimlerin o teknik konularına girmeden tasavvufî modelde kabul edildiği şekliyle bahsedeceğim:

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliği diledim, arzuladım, sevdim ve bunun üzerine yaratılmışları yarattım.”

“Hûbb” Arapçada sevmek, irade etmek, istemek ama içinde sevgi de olan bir istek… Bunu Türkçeye nasıl tercüme etmeli?

Sadece istemek değil, tam sevmek ve istemek, arzulamak, iş­tiyak duymak hepsini birden kuşatan bir kelime… Dolayısıyla yaradılışın aslı sevmek üzerine, aşk üzerine. Aşkta her zaman iki parça var. Zaten aşk, iki ayrı parçanın birbirine doğru olan çekim kuvvetinin adıdır. Ahmed-i Gazzâlî’ye göre, iki parça birbirinden ne kadar uzak ise aşklarının katsayısı da o kadar yüksek olur. Dolayısıyla ne kadar uzaksak, aşkımız o kadar artar.

Aşk çeker, birleştirir, vuslata erdirir ve vuslatla beraber yeniden o birlik oluşur.

İlk planda, ilk âlemde zaten vahdette idik, bir idik. Daha sonra yaratıldık. Mükemmel surette yaratılıp içine kendi ruhundan  üflemesi (ve nefahtü fihi min rûhî) suretiyle aslında bir bakıma ayrılık varmış gibi gözüküyor ki bazı ilahiyat modellemeleri H bu ayrılmalar üzerine bina edilir. Tasavvufî modelde, her ne kadar surette ayrılık varmış gibi gözükse de içine kendi ruhun­dan üflemiş olması hasebiyle bir ayrılık söz konusu değildir. Ne olursanız olun, her nerede ve hangi hal üzere olursanız olunuz, şunu bilmeniz gerekiyor ki siz onun ruhunun zarfısınız, onun ruhunu taşıyorsunuz. Tasavvufî düşünce, bu âyetin üzerinde temerküz eden bir kişisel gelişim ekolüdür. Sırf bu âyeti idrak etme, manasına erme çalışmasıdır. Ben Rabbin ruhunu taşıyan bir varlığım. Ben yaratılmış, sonra bir kenara atılmış, Rabbiyle hiçbir irtibatı olmayan, arasında soğuk bir ilişki olan bir varlık değilim. Ben, beni Yaratanla çok yakın ve çok sıcak bir ilişki içerisindeyim. Tasavvuf edebiyatında bu dostluk ilişkisi, âşık- maşuk ilişkisinden zuhûra gelen geniş bir literatür oluşmuştur.

 

İnsandaki İlahî Mekanizma Daima O İlâhî Aslını Aramaktadır

Buradan baktığımız zaman, ilk yaratılan ile Yaratan arasında ontolojik, aslî, değişmez, köklü bir muhabbet, bir sevgi ilişkisi söz konusudur. Bu İlâhî mevhibe, bu ilâhı mekanizma insan olması hasebiyle her insanın içine yerleştirilmiştir. İnsanın yer­yüzü hayatındaki bütün arayışı, aslında o içine yerleşmiş olan cihazın, o lübbün, o özün, o kaynağın kendisini yönlendirmesi, nereye doğru götürüyorsa oraya gitmesi,şeklinde olmaktadır. Gurbette, sürgünde, altın kafeste bile olsa her zaman dost dost diye inlemektedir o kalp. İnsanda bulunan bu İlâhî mekanizma, daima o İlâhî asimi aramaktadır. Zaten fizikte de hareket, her bir nesnenin ait olduğu yere doğru yaptığı eylemin adı, olarak tarif edilir. Hareket, bir nesne ait olduğu yeri bulduğu noktada sükuna erer, artık sakin olur. Dolayısıyla âşık önce cerbezelidir, ancak iki ayrı parça tekrar tevhid olduğunda aşktaki o cerbeze gider, karar kılar, sabit ve yerleşik bir kimlik haline gelir.

Dostluğun böyle İlâhî ve metafizik bir karşılığı vardır tasavvufî ^anlayışta. Bir kere bu model bize şunu öğretir: Yeryüzündeki bütün insanı edinimler, insanın yapıp ettiği her şey, bütün amel­ler İlâhî fiilin tezahürlerinden ibarettir: “Ve ma teşâune illa en yeşâ-Allah.” “O dilemedikçe siz hiçbir şeyi yapamazsınız.” Bütün sistem O’nun iradesi. Sen o İlâhî iradeyle örülmüş olan örgünün içerisinde hareket etmektesin. Bunu bilmek, bu şuurda olmak gerekiyor. O’nun iradesinin, O’nun isteğinin, O’nun kurmuş ol­duğu ağın dışında bir irade yoktur. Âlemde her ne oluyorsa, her ne fiil işleniyorsa O’nun izni olmadan yapılamaz.

Bu şuurla hareket eden kişi, yeryüzü hayatında dostuna doğru yönelirken o Yüceler Yücesi’ne ait özellikleri önce burada tecrübe eder. Bakınız, evliliğin metafiziği vardır; önce semavî evlilik var­dır. Sıfatların birbiriyle evliliği vardır. Bir isim bir isimle evlenir, onun çocukları doğar, buna “müvelledad” denir. Teknik, uzun konulardır tasavvufta. Yani bütün bir araya gelişler tevellüt eder, çocuklarını doğurur. O çocuklardan başka nesiller olur, İlâhî je­nerasyon da bu manada devam eder, insanın yeryüzü hayatında yaşadığı, tecrübe ettiği her şey aslında İlâhî olan ve de en mü­kemmel olan şeylerin soğutulmuş birer numunelerinden ibarettir. Cehennem ateşinin kaç bin derece soğutulmuş şeklidir yeryüzü ateşi. Aynı şekilde, cennetin de kaç bin derece hafifletilmiş şek­lidir yeryüzündeki ırmaklar, nehirler, altından saraylar, evler… Altından ırmaklar akan zümrüt tahtlar… Bunların hepsi, bizim iz’anımız yeryüzü iz’anı, anlayışı olduğu için yeryüzünün misal­leriyle anlatılarak metafiziğe, gerçek mükemmele doğru çıkmak içindir. Dolayısıyla yeryüzünde de biz birbirimizi dost tutarız.

 

Sevginin Kaynağı Muhabbet-i Nebî’dir

Peygamberlerin içerisinde “Halil” sıfatını almış nadir pey­gamberler bulunmakta. Bunların en başında, “Sen olmasaydın bu âlemleri yaratmazdım.” hitabına mazhar olan Hz. Peygamber gelir. Öyle bir Peygamber ki hakkmda, “Bana tâbi olmak isteyen, beni sevmek isteyen Habibimi bulsun, Habibime tâbi olsun.” buyu-rulmuştur. Hazreti Hubeyb der ki:

Bir gün camide namaz kıldığını gördüm. Namaz kıldıktan sonra yalnız başına çıktı, ilerledi. Gizlice, tek başına gidiyordu. Takip edeyim dedim, ardından gittim. Kendi başına hurma bah­çelerine daldı. Hurma bahçelerinin sakin bir yerinde namaza durdu. O kadar uzun kıyamda durdu ki hiç rükûsu olmayan bir namaz kılıyor zannettim. Sonra rükûya gitti, ardından secdeye gitti. O kadar uzun kaldı ki secdede konuşuyordu adeta. Bir müddet sonra, herhalde Cenab-ı Allah onun ruhunu kabzetti -çünkü kalkmıyor secdeden- zannıyla yanına gittim. ‘Yârimle baş haşaydım, dostumla baş haşaydım, niye huzurumu bozdun?’ dercesine hafif sitemle ‘Hayrola, ne oldu?’ dedi. ‘Ya Resulallah, o kadar uzun secde ettin ki öldün zannettim/ dedim. Başını kaldırdı ve şöyle buyurdu: Cebrail bana namazdan sonra geldi, dedi ki: Allah sana şu mesajı gönderdi: Kim sana salat ederse, bana salat etmiş olur.”

İnceleyin:  Münazara Yapanların Sevap Aldığı Ve Almadığı Durumlar

Yani, Beni bulmak, Beni bilmek isteyen Habibime salat etsin. Sevginin kaynağı olarak önce muhabbet-i Nebî işaret ediliyor. Nebî’yi sevmek yolunda ilerlendikten sonra Hakk ı sevmeye doğru gidilmesi bize tavsiye ediliyor- Yeryüzünde İlâhî sevgi­nin, İlâhî anlayışın nebîler üzerinden neşv ü nema bulduğunu, yayıldığını görmekteyiz. Yeryüzü hayatında, insanlık tarihinde hiçbir kimse yok ki karşısına Cenab-ı Allah zât olarak çıksın: Ben Tanrı, ben Allah, ben Hüdayım, desin ve o insan onu kabul etsin, mümin olsun veya inkâr etsin. Böyle bir tecrübe insanlık haya­tında yaşanmamıştır. Her zaman ama her zaman âdemoğlunun karşısına bir âdemoğlu çıkmıştır. Aynı cinstendir ve demiştir ki: Ben Allah’ın nebîsiyim, resûlüyüm, elçisiyim, bana tâbi ol. Ona tâbi olan mümin olmuş, onu inkâr eden kâfir olmuştur.

İnsanlığın küfür tecrübesi, Allah’ın zâtıyla olmamıştır. Bunun altını çizmek istiyorum. Şeytanı şeytan yapan, Allah’a ibadet etmemesi, Allah’ı kabul etmemesi değildir. Şeytan, ateist değildir, Allah’ın varlığını kabul eden bir varlıkta. Allah, “Bana secde et.” demedi şeytana, “Âdeme secde et.” dedi. Şeytanı baş meleklikten çıkaran hususiyetin altını çizmemiz. Gerekiyor.Şeytan Allah’ı, Allah’ın varlığını reddetmiyor, kabul ediyor.Hangi hususiyet onu şeytan yapıyor? Âdem’deki sırrı bilmemesi,Adem’i kabul etmemesi. Âdem burada Âdem i hakikidir, o da hakikatı  Muhammediyye’dir tasavvuf literatürümüzde  Hakikatı Muhamediyye anlayışıyla baktığımız zaman, Hazret-i Muhammed ile Allah arasındaki ilişki bir dostluk, bir muhabbet ilişkisidir.Bizim, Hazret-i Muhammed ile olan ilişkimiz de -her ne kadar üzerinden bin dört yüz sene geçmiş olsa da- salt rasyonel temellere dayandırılmayıp, duygusal boyutu da olan bir bağdır.

Burada rasyonaliteyi dışlamayı kastetmiyorum, çünkü bu modelde, rasyonalite o muhabbetin içinde zaten mündemiçtir fakat salt rasyonalitede muhabbet yoktur. Muhabbet içinde rasyonalite vardır. Bundan dolayı Peygamber(a.s) Efendimize duyulan muhabbet, insanı kaynağına, Rabbisine, çıkıp geldiği yere, mebdeine tekrar götürecektir. Dışarıda aradığı bir şey değildir o. Eşref-i mahluk olarak yaratıldığı için zaten içine konmuş olan bir mekanizmadır, İnsan bunu kendi içinde bulacaktır.

Asr-ı Saadet’te sahabe-i kiramın Hazret-i Peygamber’e hangi gözle, nasıl baktığına dair Hazret-i Ebubekir’den şah-ı velayet İmam-ı Ali’ye kadar öyle örnekler vermemiz mümkündür ki cilt­ler dolusu kitap olur. Sahih bilgiler vardır. “Ya Muhammed, seni bir dakika aklımdan çıkaramıyorum.” diyen Hazret-i Ebubekir’e Peygamber Efendimiz, “İyi ya Ebubekir!” der. “Ama Öyle yerler var ki orada seni hatırlamak istemiyorum. Def-i hacet ederken, bazı uygunsuz hallerde dahi formun, suretin gözümün önün­den çekilmiyor.” deyince, Peygamber Efendimiz ona tebessüm eder; “Ya Ebubekir, işte bu imanın kıymetini, imanın derecesini gösteriyor.” der.

“Ez sohbet-i dervişân bûy-i Muhammed âmed” der Hazreti Molla Câmî. “Dervişlerin sohbetinden Muhammed Mustafa’nın(iav) kokusu gelir.” Aksi takdirde, bin dört yüz sene evvel ölmüş, işi bitmiş bir arkeolojik vak’adan bahseder hale geliriz. Oysaki Kur’ân’da ne buyuruluyor? “O Peygamberi salat edin…” Sahih hadislerden anlıyoruz ki, O’nun ruhaniyetine yaptığımız salavatla aslında biz O’na teslimiyetimizi bildiriyoruz. O teslimiyetle aramızda kanal açılıyor. Modern Müslümanların Nebisiyle olan irtibatı bu model üzerinden kurulmadığından dolayı bir türlü o aşk-ı Muhammedi maalesef oluşamamakta.

Biz dışarıda aramaktayız bazı şeyleri. Oysa aradığımız şey içeridedir. Çok sevdiğim Niyazi Mısrî der ki:

‘’Derman arardım derdime

Derdim bana derman imiş

Burhan arardım aslıma

Aslım bana burhan imiş

Sağı solu gözler idim

Dost yüzünü görsem deyu

Ben taşrada arar iken

Ol can içinde can imiş’’

 

Biz dostu dışarıda aradığımız zaman beyhude bir uğraşla dönüp duruyoruz, arayışımız tam manasını bulamıyor. Gerçek dost, bizi Yaratandır, bize sevmeyi de öğretendir. Eğer bu me­kanizma içimize yerleştirilmemiş olsaydı, biz sevmenin de ne olduğunu bilemezdik. Sevmek üzerine bina edilen bir teoloji, bir İslâm anlayışı yeni icat olan bir şey değil. Yüzyıllardır, koskoca medeniyet bina ettiğimiz bir tür İslâm modelinin devamıdır. Bu model bizi geri bıraktı demek, birtakım oryantalistlerin iddia­larını sürdürmekten ibarettir. Koskoca Selçuklu’nun, koskoca Osmanlı’nın kaç yüzyıl süren İslâm modeli anlayışı bu idi. Her ne kadar son yıllarda farklı açıklamalar yapılsa da büyük oranda, bu model üzerine bina edilmişti. Hatalıydı, şöyleydi, böyleydi ama gerçek buydu. Niyazi Mısrî’nin dediği gibi sağı solu gözlemek, dost yüzünü taşrada, dışarılarda aramak… Benden dışarıda bir yerde arıyordum o dostu, oysaki o can içinde can imiş. “Can ^ içinde can imiş tabiri, metaforik olarak çok önemlidir. Çünkü yeryüzünde her şey, bir şeyin içinde örtülerek verilir. Hiçbir şey burada açık değildir. Burası hakikat mertebesi değildir. Burası illetli, izafi bir mertebedir.Kuran için dahi, “…

“Biz bu Kitabı, birkitabın içinde gönderdik “buyuruluyor. Burada

her şey ama her şey bir şeyin içindedir. Aç o bohçaları, açtıkça dostluk makamlarında ilerleyerek  Yüceler Yücesi’ni bulmamız mümkündür.

Hu dost…

Mahmud Erol Kılıç – Tasavvuf Düşüncesi