ilk yazı: Allah Resulü’nün (s.a.v.) Beşeriyeti
Ömer Özpınar: Peygamber’in ve sünnetinin anlaşılmasında, onun insan ve peygamber olma gibi iki önemli sıfatının olduğunu, sahabenin yaptığı gibi, göz önünde tutmaktır. Zira, biraz sonra geniş bir şekilde ele alacağımız üzere, Hz. Peygamber (s)’in davranışlarının ve buyruklarının dinî konumu ve bağlayıcılık derecesi belirlenirken, onun peygamberlik vasfıyla mı yoksa bir beşer olarak mı hareket ettiğini mümkün mertebe tespit ederek dikkate almak son derece önemlidir.
Ayrıca, Hz. Peygamber (s)’in vefatından sonra gelişen bir takım siyasi ve sosyo-kültürel olaylar, Kurân’ın ve sahih sünnetin ortaya koyduğu peygamber telakkisini yıpratabilmiştir. Zamanla karşılaşılan yeni ve farklı kültürlerin ve bilgilerin de etkisiyle, Kurânî peygamber anlayışına, duygusal, efsanevi, esrarengiz ve beşer üstü denilebilecek bir yapıdaki peygamber tasavvuru karışmıştır. Hatta bu tasavvur, kendi dünyevi ve şahsi meseleleri için bile hadis uydurmaktan geri kalmayan bir takım akıl yoksulları ve İslâm düşmanları tarafından hadis rivayeti kisvesine bile sokularak, farklı bir literatür oluşturabilecek bir boyuta taşınmıştır. Burada bizim konumuz ekseninde kalarak ele aldığımız muhtevadan daha farklı ve geniş değerlendirmeler yapılabilir. Ancak şu kadarını ifade etmek gerekir ki, Hz. Peygamber (s)’in Kuran ve sahih sünnetin ifade ettiği örnek ve salih insan, hidayet rehberi ve son Resul olmasını gölgeleyecek bir peygamber algısından uzak durmak, her şeyden önce onun sünnetini ve hadislerini daha iyi anlamak, yorumlamak ve değerlendirmek için en öncelikli zemin olacaktır. Kurân’ın ortaya koyduğu ve sahabenin peygamber telakkisini yansıtan sahih rivayetler, bu konudaki en önemli müracaat kaynağımız olmalıdır.
Öte yandan İslâm itikadı, Allah’ın tevhidine son derece önem vermektedir. Peygamber de olsa hiç kimse, Allah Teala ile aynı yetki ve özellikte olamaz. Bu sebeple, daha İslâm kapısının ilk eşiği olan kelime-i şehadette “Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü” olduğu ifade edilerek, bu hususa dikkat çekilmiş olmaktadır. Bu ibarede Hz. Muhammed (s)’in önce kulluğunun, ardından peygamber olduğunun vurgulanması önemlidir.
Hatta bu sıralama bizzat Hz. Peygamber (s) tarafından ısrarla korumuştur. Şöyle ki, bir gün ashabına teşehhüd duasını öğretirken içlerinden birisi, bu sıralamayı değiştirerek: “Şehadet ederim ki, Muhammed O’nun resulü ve kuludur” demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s) derhal müdahale ederek: “Ben resul olmazdan evvelde kul idim. (Bu sebeple) ‘şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve rasûlüdür’ de!”[1] buyurmuş ve o sahabi nezdinde herkesin bu inceliğe dikkatini çekmiştir.
Binaenaleyh, Hz. Peygamber’de beşer kimliği esastır; peygamberlik, O’na (s) sonradan verilmiştir. Diğer insanlara dinin nasıl yaşanabileceğini göstermek, bireysel ve toplumsal alanda onlara örnek olmak O’nun asli vazifelerindendir. Bu örneklik, ancak diğer hemcinsleri ile aynı beşerî atmosferde ve şartlarda gerçekleşebilecektir. Bu sebeple O peygamber olduğu için dinî anlamda ve vahyi tebliğ edip öğretmede hatadan korunmuş, ama vahyin mükellefiyetinden azade bırakılmamıştır. Yani ismet, risalet için vardır ama mihnet ortadan kaldırılmamıştır.
İlahî vahiy, Hz. Peygamber’in hem rehberi hem de murakıbı olmuştur. Hz. Peygamber’in hayatında görülen mükemmellik, bir beşer-resul olarak hayatın her safhasını kucaklayan, bütün toplum kesimlerine örnek teşkil eden zengin, esnek, pratik, evrensel ve ahenkli bir yaşayış ve uygulama bütünlüğünden kaynaklanmaktadır. Hz. Muhammed (s), genel manada ilahi vahyin kontrolü altında hareket eden bir peygamber olmakla birlikte, gerektiğinde İnsani özelliklerinin öne çıktığı bir aile reisi, hâkim, devlet başkanı, eğitici v.b. sıfatlarıyla da davranışlarda bulunmuştur. Bu hususların her birinde onun tavır ve buyruklarının dinî değeri ve bağlayıcılığı farklı farklıdır. Binaenaleyh, Hz. Peygamber (s)’in fiillerinin ve davranışlarının sünnet özelliği kazanabilmesi için neyi, niçin ve nasıl yaptığının iyi tespit edilmesi gerekmektedir. Mesela Hz. Peygamber (s)’in bir tür çöl kertenkelesi olan keler etini yemekten kaçınmasıyla ilgili olguyu [2] değerlendirelim:
a-) O ne yapmıştır? Keler etini yememiştir,
b-) Keler etini niçin yememiştir? Kendi toplumunun böyle bir alışkanlığı olmadığından tabiatı gereği hoşlanmadığı için,
c-) Nasıl yememiştir? Bunun haram olmadığını ancak kendisinin “takazzuran” yemediğini belirtmiş ve o sofrada bulunanlara izin vermiştir. Şimdi bu tahlilin sonucuna göre, keler eti yememenin sünnet olduğu söylenebilir mi? Ya da bir kimsenin keler etini yemeyerek sünnete uyduğunu söylemesi ne kadar doğru olacaktır? Veya orada bulunan ve keler etini yiyen sahabe, sünnete karşı gelmiş ve sünneti yaşamamış mı sayılacaktır?
Bu bağlamda, Hz. Peygamber’in daha çok insanı özelliğinin bir gereği olarak yaptığı yeme, içme, uyuma vs. gibi fiiller ile yaşadığı zamanın, coğrafyanın ve toplumun alışkanlık ve âdetlerinde ona uymanın, sünneti yaşamak demek olmayacağı söylenebilir. Bu sebeple bu gibi durumları sünen-i zevâid olarak adlandırılmış ve ümmeti için bağlayıcı olmayan uygulamalar olarak değerlendirilmiştir Çünkü bu gibi hususların, O’nun (s) peygamberliğinden değil, beşer tabiatından kaynaklanmış yönleri bulunmakta ve bu hususlarda içinde yaşadığı toplumun gelenek ve âdetlerine göre hareket edebilmektedir. Dolayısıyla bunlar, Hz. Peygamber’in dine müteallik öğretilerinden değil, içinde bulunduğu ortamın değişkenlik gösteren âdetlerinden kabul edilmektedir.[3] Ne var ki, bu hususlarda bile Hz. Peygamber (s)’e uymak dinî bir vecibe değilse de, uyanlar için fazilet sevabı umulur. Ancak, uymayanlar kınanmamalı ve dinen mahkûm edilmemelidirler.[4]
Bu sebeple Hz. Peygamber (s)’in beşer olarak yaptığı ve adına cibillî fiiller denilen söz konusu davranışları, islâm hukukçuları tarafından dinde delil olarak kabul edilmemiştir. O’nun (s) yemesi, içmesi, oturması, harp düzeniyle ilgili talimatları ve belli ölçüde giyim tarzı gibi hususları, böyle değerlendirmişlerdir.[5] Bunların irşad ve dinî tebliğ ile bir ilgisinin olmadığı ifade edilerek, Rasûlullâh’ın bir insan olarak ev işlerinde ve günlük hayatında teşrî’ ve itaat isteği gibi bir hedefi olmayan işler yapardı. “Rasûlullâh’ın bir insan sıfatıyla yaptığı (cibilli) fiiller, ümmetin de aynı fiili yapmasını istemek için yapılmış değildir. Bilakis herkes durumunda uygun bir yolu benimseyebilir. Bunlar yemek, giyim, yatma, yürüme, binme vb. dirki söz konusu bu fiiller yolda yürümek ve yolculukta bir şeye binmek gibi ister dinî işlerin dışında, isterse hacta deveye binmek… gibi dinî işler dahilinde olması farksızdır.”[6]
Nitekim, Resulullah (s)’in bizzat kendisi de, bazı sözleri ve davranışları değerlendirilirken bir beşer olduğunun dikkate alınması gerektiğini işaret etmektedir. Hatta bazen bunu bir uyarı şeklinde vurguladığı görülmektedir. Mesela O (s), birçok hadisinde kendisini: “Ben Allah’ın kulu ve resulüyüm”[7] diye takdim buyurmaktadır. Ümmetine de, bu konuda şöyle tenbihte bulunmuştur: “Hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmekte aşırılığa gittikleri gibi, siz de beni övmekte aşırılığa gitmeyin. Çünkü ben sadece Allah’ın bir kuluyum, binaenaleyh bana “Allah’ın kulu ve elçisi” deyiniz.”[8] Allah’ın kulu olmak bakımından diğer insanlarla eşit; ama elçisi/resulü olmak bakımından ayrıcalıkları olan özel bir kul.
Muhtemelen burada dile getirilen bazı hususlar sahabiler arasında da zaman zaman mesele yapılmış; Hz. Peygamber (s)’i beşerin güç yetiremeyeceği bir yücelikte olduğu düşüncesinde kapılanlar olmuştur. Mesela Hz. Aişe’nin (r.a.) anlattığı şu olay da bunu göstermektedir: Sahabeden birisi kapıda durarak Hz. Peygamber (s)’e: “Ya Resulullah! Oruç tutma niyetinde olduğum halde cünüp olarak sabahlıyorum, ne yapmalıyım?” diye sordu. Hz. Peygamber (s): “Ben de oruç tutmak niyetinde olduğum halde cünüp olarak sabahlarım; sonra yıkanıp orucumu tutuyorum.” Buyurdu. Bunun üzerine sahabi: “Ya Resulullah! Ama sen bizim gibi değilsin ki, Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetmiştir.” deyince Hz. ‘Peygamber (s) kızdı ve şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim ki, elbette Allah’tan en çok korkanınızın ve O’ndan neyle sakınacağını da en iyi bileninizin ben olacağımı umuyorum” buyurdu.[9]
Bu bağlamda zikredilebilecek bir başka olay da, Hz. Peygamber (s)’in evine gelerek sordukları bir takım sorulara aldıkları cevapların açıklamalarını az bularak: “Resulullah (s) kim biz kimiz? Allah, O’nun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir (bu sebeple O’na az ibadet de yeter)” dediler. İçlerinden kimisi hayatı boyunca gece namazı kılacağını, kimisi hep oruç tutacağını, kimisi de kadınlarla hiç evlenmeyeceğini söylemişti. Hz. Peygamber (s) bu sahabilerini, düşüncelerinin yanlış olduğu ve Allah’tan en çok korkan kimse olmasına rağmen kendilerinin aksine bir tutumu olduğu konusunda onları uyarmış ve bu dengenin dışındaki bir hayat tarzını benimseyenlerin İslâm dışı olduğunu buyurmuştur.[10]
Müslümanlık, geniş anlamda sünnet içinde yaşamak demektir
Bu örnekler de göstermektedir ki, Hz. Peygamber (s)’in insanlar arasında özel ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Ancak bu onun vahiy ve beşer üstü olmadığını, Allah huzurunda diğer insanlar gibi eşit; ama en iyi kulluğun bilincinde örnek birisi olduğunu göstermektedir. O’nun Müslümanlığından başka bir Müslümanlık; O’nun takvasından başka bir takva anlayışı olamaz. Zaten Müslümanlık, geniş anlamda sünnet içinde yaşamak demektir.
Allah Resulü’nün her yaptığı dinen bağlayıcı mıdır?
Ancak zaman zaman insanlar arasında bu dengeli bakış açısı ihmal edilebilmiş; O’nun (s) beşerilik yönü unutularak her yaptığının ve dediğinin peygamberliğinin gereği olduğu ve bu sebeple de dinen bağlayıcı olduğu kabul edilebilmiştir. Bu anlayışa tepki olarak, aşırı bir diğer görüş daha ortaya çıkmış ve bu defa Hz. Peygamber (s)’in beşer kimliği ön plana çıkarılarak, Kuran vahyini alıp diğer hem cinslerine iletmesinden başka bir özelliğinin olmadığı gibi son derece hatalı bir iddia ortaya atılmıştır. Böylece, bu kabil düşünen taraflarca Hz. Peygamber (s)’in beşeriliği ve peygamberliği arasındaki denge korunamamıştır. İşte biri diğerinden beslenen bu iki yanlış tutum, tarihi süreç içinde bazen sünneti-hadisleri değerlendirmede, anlamada ve yorumlamada engelleyici bir rol oynayabilmiştir. Dolayısıyla hadislerin sağlıklı bir şekilde anlaşılıp değerlendirilmesinde, sağlam bir peygamber tasavvurunun da önemli rolü bulunmaktadır.
Bu bakımdan Müslümanların, İslâm’ı ve özelde de sünnet ve hadisleri/doğru olarak anlayıp değerlendirebilmeleri için, her şeyden önce Hz. Peygamber (s) hakkında sağlıklı ve doğru bir peygamber telakkisine sahip olmaları gerekmektedir. Tıpkı sahabe gibi. Bu konudaki temel bilgi kaynağı, Kuran, sahih sünnet ve hadisler, sağlam siret kitapları ve O’nu en yakından bilen tanıyan sahabesinin görüşlerini kaydeden tarih kitapları olmalıdır. Bu konuya son verirken şu hatırlatmanın bir kez daha altını çizmekte yarar vardır. Sünnet veya hadisler değerlendirilip anlaşılmaya çalışılırken, Hz. Peygamber’in beşeriyeti ve buna bağlı olarak yaşadığı sosyal/ortam ve ferdî tecrübeler dikkate alınmalıdır. Ancak, istisna kabilinden görülecek bu hususta aşırıya kaçarak, O’nu (s) sıradan bir insan gibi tanımlamak, dinde bir postacı rolüne mahkûm etmek ve hadislerini/sünnetini sıradanlaştırmak gibi bir vahamete de asla düşülmemelidir.
Bu sebeple, Hz. Peygamber’i, her yaptığını vahiyle yapan beşer üstü bir varlık olarak tasavvur etmekle onu, bütün hususiyeti vahiy tebliğ eden sıradan bir insan olarak görmek, İslâm’ın kabul edemeyeceği iki aşırı ve hatalı kutuptur. Bu konuda sergilenecek gerçekçi ve doğru tavır ise, Hz. Muhammed (s)’in, hem Kuran vahyini alan bir peygamber, hem de zaman zaman yaşadığı ortamın gereklerine tabi olan bir insan; ama yaptıkları Vahiy kontrolünden geçen bir insan olduğu olmalıdır. İşe bu özelliğiyledir ki Hz. Peygamber (s), diğer insanlardan üstün ve ayrıcalıklıdır. O, bir yönüyle insanlığa, diğer yönüyle de ulvi âleme daha yakın durmaktadır.
Allah, diğer peygamberlerine olduğu gibi Hz. Muhammed (s)’de de farklı lütuflarda bulunarak, onları hemcinslerinden ayrıcalıklı kılacak nimetler bahşetmiştir. Kurân’ın ifadesiyle: “Elçileri onlara dediler ki: “Evet biz de sizin gibi insandan başka bir şey değiliz. Fakat Allah, kullarından dilediğine lütfeder.”[11] Nitekim Hz. Peygamber (s)’in bu özelliğine dikkat çeken İmam Şafii (v.204/819), Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber (s)’e büyük nimetler bahşettiğini, onu bütün yaratılmışların arasından seçip üstün meziyet ve nimetlerle donattığını ve ona imam, kendisine imanla bir arada emrettiğini tespit ederek, Resulullah (s)’in ayrıcalıklı yönlerine vurgu yapmaktadır.[12]
Dipnotlar:
[1] Abdurrazzâk, Musannef, II, 205 (hd.no: 3076).[2] Buhârî, Zebâih, 33 (VI, 231-232); Et’ıme, 10 (VI, 200).
[3] Zeydân, el-Veciz, 40.
[4] Krş. Uysal, age., 50.
[5] Zeydân, age., 165.
[6] İbn Âşûr, age,, 37-38.
[7] Mesela bkz. Müslim, Nikah, 135 (II, 1064).
[8] Buhârî, Enbiya, 48 (VI, 142).
[9] Müslim, Sıyâm, 79 (1,781).
[10] Bkz. Buhârî, Nikâh, 1 (VI, 116); Müslim, Nikâh, 5 (II, 1020); Nesâî, Nikâh, 4 (VI, 59-60).
[11] İbrahim, 11.
[12] Şafii, er-Risale, 73-79.
(Ömer Özpınar, Hz. Peygamberi ve Hadislerini Anlamak, s:66-72)
http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2016/03/allah-resulunun-sav-beseriyetine.html
0 Yorumlar