Yasin Pişgin – Kur’an’ın Kalbine Giriş ”Alıntılar”

568685_1e149_1589609397-193x300 Yasin Pişgin - Kur'an'ın Kalbine Giriş ''Alıntılar''
,
Zamanı iyi fark et, bak nasıl zamanın içerisinde, zaman ellerinden, avuçlarından kayıp gidiyor. Çocuktun genç oldun; gençtin orta yaşı buldun; yaşlandın bak gidiyorsun. . . Yolcusun. . .

“Bu dünya bir pencere
Her gelen baktı geçti

Nice han, nice Sultan
Tahtı bıraktı geçti”

dediği gibi şairin, fark et; hanlar, saraylar, hükümferma olmalar, her türlü makamlar, mekanlar, imkanlar, rütbeler, payeler, iltifatlar, işveler geçicidir. . .

“Zaman bir deniz, ölüm bir liman
Ve her an, bir su damlası sanki

Bizi o limana taşıyan”

dediği gibi şairin, “zaman”ı fark et. İnsan, zamanı fark ettiğinde, dönüş halinde bir varlık olduğunu anlar ve bu muazzam bir bilinç, insanın benliğinde bir şuur inşa eder. Sonrasında bu fark ediş, bu şuur hali ölüme bir anlam yükler. Ölüm senin için bir kapıdır, ölüm bir penceredir; zaman seni ölüme, ölüm seni yok olmaya, toprak olmaya değil, mahvolmaya, âlemden silinip tamamen izinin, eserinin kalmayacağı bir yok oluşa değil; seni Yaratan’ın huzuruna çıkartır.

——————————————
Ashab-ı Kiram diyorlar ki; Mescid-i Nebevi’de Efendimiz’in (s.a.v) bir hurma kütüğü vardı. Ashabına onun üzerinden hitap ederdi. Yorulduğu zaman ona yaslanır, oradan ashabı ile konuşurdu. Günlerden bir gün sahabeden bir zat Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) birkaç basamaklı bir minber yaptı. Peygamber Efendimiz minberi görünce emretti; “Kütüğü alın, mescidin arka tarafında bir köşeye bırakın.” Bazı âlimler, hadis muhakkikleri anlattığım hadise için “mütevatir” derler. Mütevatir nedir? Yalan üzere birleşmeleri imkansız bir topluluğun, yalan üzere birleşmeleri imkansız bir topluluktan, yalan üzere birleşmeleri imkansız bir topluluğa nakletmeleridir. Yani yalan üzere birleşmeleri imkansız bir topluluğun ağız birliği etmişçesine bir haber vermesidir. Bu bağlayıcıdır, bu hakikattir, bu ilzam edici bir delil düzeyidir.

Efendimiz, o yeni yapılan minberin üzerine çıkıp hutbe irat etmeye başladığında, mescitte mescidin arka köşesinden; adeta yavrusunu kaybetmiş bir devenin iniltisi gibi bir ses duyuluyor. Etrafı gözden geçiriyorlar; “nedir bu acaba, bu ses nereden geliyor?” diye. Sesin geldiği nokta tespit ediliyor; bakılıyor ki, bu ses hurma kütüğünden geliyor. Efendimiz (s.a.v) o sesi duyunca minberden iniyor, kütüğün yanına gidiyor ve mübarek elini onun üzerine koyuyor. Üzerine koyduğu zaman kütük sakinleşiyor. Peygamberimiz (s.a.v) buyuruyor ki; “Kütüğün bir derdi var; daha önce benim kendisine yaslanmamdan, benim üzerinde durmamdan dolayı hoşnut imiş, şimdi bu ayrılıktan dolayı feveran ediyor.” Peygamberimiz onunla konuşmuş.

Kur’anî deliller vardır; Hz. Süleyman’ın karıncalarla, kuşlarla konuştuğu gibi Hz. Davud ile birlikte dağların tesbih ettiği bir hakikattir. Allah bu ilmi bir peygambere verdiğinde, perdeler kalkar onun önünden, hakikat onun önünde ayan beyan ortaya çıkar. Kuşla da konuşur, dağla da konuşur, taşla da konuşur, odunla da konuşur, kütükle de konuşur. Bu mevzu dar, determinist, materyalist perspektiften heder edilecek bir mevzu değildir. Bu Kur’ani bir hakikattir, mecaz değildir.

——————————————
Eşyanın dili vardır; kuşların kendisine ait bir lisanı vardır ve ontolojik bakımdan konuşan tek varlık insan değildir. Allah (c.c) Hz. Davud ile birlikte dağların tesbih etmesi için onlara emir verdiğini şöyle ifade ediyor; (Sebe,10) “Ey dağlar! Onunla birlikte tesbih edin. Ey kuşlar! Siz de!” dedik ve onun için demiri yumuşattık.”

Ey dağlar Davud ile birlikte tesbih edin, kuşlarla birlikte Davud’un t’esbihine katılın, diye Allah’ın dağlara böyle bir emir verdiğini, dağların tesbih ettiğini ifade ediyor. Efendimiz (s.a.v) gerçekten çok manidardır; “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi sever!” buyuruyor. (Buhari,Cihad, 7‘)

Bir defasında Peygamber Efendimiz, Hz. Ebubekir Hz. Ömer ve Hz. Ali ile birlikte Uhud’un üzerinde iken Uhud’da bir sarsıntı, bir deprem olmuş; Uhud dağı sallanmış. Bu hadiseyi nakleden ashabı kiramdan sahabiler diyorlar ki; üzerindeki o mükerrem, mübarek kişilerin ağırlığından, onların hoşnutluğundan, onlarla şeref duymasından dolayı dağ aslında sarsıldı ve Peygamberimiz mübarek elini Uhud’a koyarak, “Sakin ol Ey Uhud! Senin üstünde bir peygamber, bir sıddık ve iki şehit var. Sakin ol!” dediğini ashab-ı kiram bize aktarıyorlar. Efendimiz’in eşyaya bakışı, Kur’an’da insan-Allah, insan-âlem ilişkisinin bugünkü materyalizmin dar kalıplarının çok dışında, çok ötesinde bir perspektifte verilmesi çok manidardır.

——————————————
Efendimiz (s.a.v)bir gün namaz kılarken hiç adeti olmadığı üzere namazı çok kısa kesmiş. Sahabe-i Kiram telaşlanmışlar, ne oldu acaba? Gelmişler Efendimiz’in yanına, “Ya Resulallah! Bir şey mi oldu, çok kısa kestiniz namazı?” Peygamberimiz (s.a.v) buyurmuş ki; “Namazdayken çok uzaklardan bir çocuk ağlaması duydum, onun için kısa kestim. Belki annesi arkadadır, hemen gitsin yetişsin diye.”

Şimdi ben diyorum ki; Efendimiz mübarek başını kaldırsaydı, İslam coğrafyasının şu halini görseydi….Ümmetin çocuklarının çoğunun böyle ağladığını görseydi, ne hissederdi? Onun gibi hissetmek, üzülmek, sevinmek de sünnetin bir parçasıdır. Onun yerine biz hissedeceğiz. O zaman bu yükü gönül dünyamızda biz taşıyacağız. En azından bu tasayı içimizde taşıyacağız.

——————————————
Vakit kıyamet. Allah (c.c) bize kıyamette hesap zamanından bahsediyor. Buyuruyor ki;

“Ve “Ey günahkârlar! Siz bugün şöyle ayrılın!” (denir).” (Yasin 59)

Mahşerdeyiz; bütün insanlar toplanmışlar ve Allah (c.c) şöyle nida etti; “Ey mücrimler! Ey cürüm işleyenler, günahkârlar! Ayrılın bakalım, çıkın mü’minlerin arasından, arada kaynamayın. Dünyada iken iyilerin arasında olmadınız, dünyada iken iyileri, mazlumları ve mağdurları hak yolunun yolcularını kadettiniz, zulmettiniz, türlü türlü yaftalarla onları kirlettiniz. Ne geziyorsunuz orada geçin bakalım, ayrılın oradan, geçin şu tarafa.” Allah (CC) böyle nida edecek. Düşünsenize bir grubun içerisindesiniz, bir adli merci ya da bir kolluk gücü geldi, “Sen, sen geçin bakalım şöyle. . .” dediğinde, içinde doğan korkuyu tasavvur et, hayal et. Allah (c.c) diyor ki; “Ey mücrimler ayrılın bakalım bir kenara. ..” “Mücrim” ifadesi her türlü günahı işleyen anlamına gelir. Fakat bir sonraki ayette bu cürmün “küfür” ; dolayısıyla da ‘ mücrimin “kafir” anlamına geldiğini görüyoruz.

——————————————
Efendimiz bir gün, bir bayram sabahı mescide giderken veya mescitten gelirken sokakta çocukların oynadıklarını görür. Bir de bakar ki duvarın kenarında çocuklara dahil olmayan; Beşir bin Akrebe adındaki küçük çocuk bir kenara oturmuş, ağlıyor. Efendimiz yanına gelir ve der ki; “Çocuk niye ağlıyorsun, derdin nedir?” Efendimiz’i o hüznün içinde tanıyamadığı için “git başımdan be adam. Sen benim derdimi bilmiyorsun” der. Efendimiz (s.a.v) , “Söyle bakalım derdini, belki derman oluruz.” deyince, çocuk şöyle cevap vermiş; “Benim babam Resulullah’ın bir gazvesinde Uhud’da şehit oldu.

Annem başka bir kimseyle evlendi. 0 adam da malımızı, mülkümüzü, her şeyimizi aldı götürdü; annemi de aldı götürdü. Ben şimdi böyle anasız, babasız bir şekilde kaldım; ona ağlıyorum. Bugün bayram, giydiğim elbiselere bak, diğer çocukların haline bak; ben ondan dolayı ağlıyorum.” Rahmeten li’l âlemin karşılaştığı bu tablo karşısında, “İster misin şimdi Muhammed senin baban olsun, Fatma ablan olsun, Ali amcan olsun, Hasan ile Hüseyin kardeşlerin olsun, Ayşe de annen olsun; ister misin?” buyurmuş.

Çocuk bir anda kendisine gelmiş ; bakmış ki kendisiyle konuşan Peygamber Efendimiz, “Anam babam sana feda olsun ya Resulallah, istemez miyim” demiş. Efendimiz onu almış, evine götürmüş, yedirmiş, içirmiş, güzelce üzerini giydirmiş; sonra “Hadi git bakalım, akranlarınla, arkadaşlarınla oyna,” diyerek onu dışarı göndermiş. Kenarda durup ağlayan çocuk arkadaşları arasına gelince, bir bakmışlar ki onda hüzünden eser kalmamış; yepyeni kıyafetler içinde karnı doymuş, yüzüne kan gelmiş.

Başına toplanmışlar, “Sende bir farklılık var, nedir sebebi?” deyince Beşir b. Akrebe başından geçen hadiseyi anlatmış. Efendimiz’in ona baba olduğunu, Ayşe annemizin ona annelik yaptığını, Hz. Ali Efendimiz’in artık onun amcası olduğunu söylemiş. Çocuklar, Beşir bin Akrebe’nin anlattıklarını duyunca; “Ah keşke bizim de babalarımız Uhud’da şehit olsaydı da keşke biz de Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in manevi evladı olabilseydik.” demişler. . .

Bu hadise beni çok derinden etkiler. Efendimiz’in inşa ettiği ümmet duvarının harcının, nasıl aşk-ı resul olduğunu ve bunun çocukların kalplerine bile nasıl nüfuz ettiğini göstermesi bakımından çok önemlidir. Çocuktan al haberi. En saf haliyle Peygamber Efendimiz’e Ashab-ı Kiramın çocuklarının dahi bakış açısı budur. Peygamber Efendimiz Beşir bin Akrabe’yi ölene kadar manevi evladı olarak himaye etmiştir. Efendimiz’in vefat ettiği gün Beşir ağlayarak şöyle demiştir; “İşte asıl şimdi yetim kaldım. . .”

——————————————
Bilindiği üzere Güneş bütün sistemiyle birlikte Samanyolu Galaksisi’nin bir parçasıdır. Bu evrende Samanyolu Galaksisi gibi 1 milyardan fazla galaksinin olduğunu biliyoruz. Bütün bunların hepsi kendilerine ait bir yörüngede hareket ederler. “Çevir gözünü bak gökyüzüne, bakışını korkak alıştırma, yık duvarları, çık rutinin dışına, derinlemesine düşün, evreni ve seni yaratanı fark et; Güneş’i, Ay’ı, bu hesabı, bu mizanı, bu düzeni, bu intizamı, bu sistemi, bu insicamı koyam fark et. . . Kolunda çok güzel bir saat var; hangi Fırmanın? Mükemmel bir telefon; markası ne ki? Çok güzel bir apartman, çok güzel bir bina, mimarı kim? Çok güzel bir giysi, terzisi kim? Her sanatın, her güzelliğin var edicisini arayan insan çevir gözünü, bul Rabbini. Yeter artık gafletin, cehaletin, sefaletin. Yeter yoksa kapıya dayandı felaketin. . .” Adeta Allah bu ayetlerde bize böyle hitap ediyor. Duyan, düşünen ve hisseden için.
——————————————
Mevlânâ Hazretleri’nin bir ifadesi vardır der ki; “Kadın Allah’ın yaratma sıfatının kendisinde tecelli ettiği bir delilidir.” Biz Allah’ın insan türünü yaratma mucizesini kadının vücudundan izliyoruz. Tohum topraktan nasıl yetişiyorsa bir insan da annesinin vücudunda öyle can buluyor. Onun için anne bir ayettir. İslam irfanına göre kadın, bir nefis değil, bir nefestir; bir heves değil bir nefestir. Hatta ilk kadının adı Havva’dır; Havva hayattan gelir etimolojik olarak, hayat veren demektir, adeta Allah (CC) Hz. Adem’e Hz. Havva ile birlikte can vermiştir, hayat bahşetmiştir.
——————————————
“Şükretmiyorlar mı?” buyuruyor. Çok mühimdir bu ifade. Kulluk için geldiğimiz bu dünyada, kulun en önemli vasıflarından birisi “Şükreden bir kul” olmaktır.

Sahabe-i Kiram, Peygamberimiz’in vefatından sonra Aişe annemize gelmiş, sormuşlar; “Peygamberimizle şu kadar zaman geçirdin, Onda gördüğün en olağanüstü, en farklı şey neydi?” Aişe annemiz şöyle cevap vermiş; “Efendimiz bir gece bana dedi ki; ‘Ya Aişe bana izin verir misin ben bu gecenin tamamını Rabbimle geçireyim?’ ‘Seni ve Allah’ı hoşnut eden şey beni de hoşnut eder.’ dedim. Peygamber Efendimiz kalktı, uzun uzun kıyam etti, uzun uzun secde yaptı.” Başka bir rivayette Hz. Aişe (r.a) diyor ki; “Bir defasında secdeye kapandı, kalkmadı. Birden içime bir telaş düştü, “öldü galiba’ dedim, kalktım ayağına şöyle bir dokundum; tepki verince içimden derin bir ‘oh’ çektim,’hamdolsun yaşıyormuş’ dedim. Efendimiz’in ibadeti böyleydi. O kadar uzun kıyamlar, o kadar uzun secdeler, rükular yaptı ki, sonra oturdu. Ağlamaya başladı Efendimiz. Ağlamaktan dolayı gözlerinden süzülen yaşlar üzerini ve secde mahallini ıslattı. Ben selam verdikten sonra dedim ki; ‘Ya Resulallah, Allah senin bütün gelmiş geçmiş günahlarını affetmiştir. Bu çile niçin? Bu yorgunluk niçin? Kendini niçin bu kadar harap ediyorsun?’ Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurdu; “Şükreden bir kul olmayayım mı?” (Buhari,Teheccüd,6) Şükreden bir kul olmak istediğini vurguladı Efendimiz ve asıl kulluk demek olan abd ifadesinin yanına “şekür”/çokça şükreden ifadesini koydu.

——————————————
“Orada nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları meydana getirdik, içinden sular fışkırttık.” (Yasin 34)

İnceleyin:  'Allah' Gerçek İlâhın Özel İsmidir

Nebevi tebliğ insanda bir yönüyle analitik bir yönüyle de sentezleyici bir üst düzey tefekkür mekanizması oluşturur. Buna “furkan” diyebiliriz. İnsan bu düşünce seviyesine ulaştığında varlığı ve var ediciyi fark eder. “Furkan” farktan gelir; fark edeceksin. . . Kendini fark edeceksin; Allah’ı fark edeceksin, âlemi fark edeceksin; her gün üzerinden gidip geçtiğin ama hiç dikkatini çekmeyen âlemi, taşı, toprağı, dağı, ovayı, ağacı fark edeceksin. Alemin nasıl kudret fırçaları île boyanmış bir ibret tablosu olduğunu fark edeceksin. Yerde ve gökte o kadar çok ayetler vardır ki, insan her gün üzerinden gelip geçer de bakmaz, düşünmez. Tefekkür rutini kırar, ufku açar, hakikate ulaştırır. Bir anlık tefekkür, bir yıllık ibadetten daha efdaldir. Onun için Kur’an insanı tefekküre sevk ediyor; “Ölü topraktan hurma bahçelerini, üzüm bağlarını nasıl yarattı; nasıl oradan gözler, sular çıkarttı bir bakın!” diyor.

——————————————
Biz hem Allah’ı severiz hem de Allah için severiz. Allah aşkına yerdeki karıncayı, gökteki kuşu, sokaktaki köpeği severiz. Biz aynı zamanda Allah için kızarız, mesafe koyarız. Biz bu tavrı Efendimiz’den almışızdır. İslam’ın kutsallarına dalaşan, hakaret eden, saygısızlık gösterenlere kızarız ve onların yolunu, metodunu, mefküresini asla benimsemeyiz.

Onlardan uzak dururuz. Çünkü Allah (CC) buyuruyor ki; (Made 58) “Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar.” Ben kutsalıma dalaşan, onunla alay edeni nasıl dost edinirim?

“Kutsala saygı”, insanın mü’min olduğunun en önemli emarelerinden biridir. Biz ezan-ı Muhammedi’yi duyduğumuz zaman, edep, erkân odur ki; camiye iştirak edemeyecek olsak bile, “hayye ale’s selah” ifadesinin gelecek olmasından dolayı şöyle bir toparlanırız. Uzanmışsak elimizi ayağımızı toparlarız. Allah bizi namaza davet ederken, gidemeyecek bile olsak, bari en azından halimizi, hareketimizi bir hizaya sokar, saygısızlığımızı izale etmeye çalışırız; edeptendir bu… “İslam baştan sona edeptir. Edep üç harftir, Arapçada. Elif, dal ve be. “Elif elini, dal dilini, be belini koruyacaksın.” demektir.

——————————————
Din samimiyettir; dine davet de samimiyet ister. Habib samimiyetle kavmine tebliğde bulundu. Politik ve aristokratik bir dil kullanmadı. Davet ederken, “Ey Kavmim!” dedi, şehit edildiğinde de “Keşke kavmim bilseydi!” dedi. Aslında ölüm oyunu bozar, ölüm bütün maskeleri düşürür; insan öleceğini anladığında asıl kimliği çıkıverir ortaya. O ölürken bile o kadar samimi, o kadar içten ki, kendisini acı çektirerek, işkence ederek öldüren bir topluluğa “kavmim” diyecek kadar samimi. Ayetten anlıyoruz ki cenneti gördüğü ilk an kendinden geçmedi; “Vay be ne muazzam nimetler…” demedi; “Allah’ım benim canımı çok yaktılar, sen de bu zalimleri mahv u perişan et” demedi. .. Samimiyet, irşat ve davet bilinci öyle zirvede ki. .. “Keşke kavmim bilseydi Allah’ın verdiği şu nimetleri. . . Bilselerdi nasıl da dönerlerdi. .. Nasıl da vazgeçerlerdi.” diye iç geçirdi.
——————————————
Ahmet Hamdi Akseki merhum Asr Suresi Tefsiri isimli risalesinde, psikolojik boyutuyla imanı tanımlarken çok enteresan bir tespitte bulunuyor, diyor ki; “İman aklın Ve kalbin dahli ile insanın ruhi kuvvetlerinin tamamını kullanarak, Allah’a i’zan ve ikan üzere yönelmesidir.” İnsanın bütünsel olarak bütün benliğinin bir hareketidir iman. İman bir boyutuyla tefekküre, bir boyutuyla duyguya dayanan ve insan benliğinde hükümferma olan külli bir haldir… Bir boyutu bilgidir, bir boyutu duygudur imanın. Mü’minin duruşu başkadır, oturması başkadır, yemesi, içmesi, eşyaya bakışı başkadır, gökteki Güneş’e bakışı, infaka, hayata, ölüme, kabre bakışı başkadır. İman insanı bambaşka kılar. Mü’min bambaşkadır.

Mevlânâ Hazretleri, Divan-ı Kebir’inde şöyle söylüyor; “Öldüğüm gün, tabutum yürüyünce bende bu dünya derdi var sanma, bana ağlama, ‘yazık yazık, vah vah’ deme, şeytanın tuzağına düşersen vah vah etmenin sırası asıl o zamandır, yazık yazık asıl o zaman denir.

Cenazemi gördüğün zaman “ayrılık, ayrılık’ deme, benim kavuşmam asıl o zamandır. Beni kabre koyunca “elveda, demeye kalkışma, kabir cennet topluluğunun perdesidir. Kabir sana hapis görünür ama aslında o canın hapisten kurtuluşudur.”

Bu mefküreyi oluşturacak, bu yüksek duygu halini inşa edecek Dünya üzerinde Kur’an’dan ve Efendimiz’in sünnet-i seniyyesinden gayrı hiçbir kaynak yoktur. Bu sebeple inkarcılar asla anlayamazlar mü’minlerin niçin kutsal değerler uğrunda canlarını feda ettiklerini. . . Gözlerini budaktan, canlarını ecelden niçin esirgemediklerini anlayamazlar.

——————————————
Efendimiz’in rahmetini sahabilerin gönüllerine kazıyan tek bir kavram kullanacak olsak, bunun “sohbet” olduğunu söyleyebiliriz. Sohbet Efendimiz’in karakter inşa metodolojisidir. Çünkü yetişen insan karakterinin adı “sahabi”dir; şu halde yöntemin adı da “sohbet”tir. Sohbet sadece sözlü bir eylem değildir. Karşılıklı konuşma, sohbetin kırk cüzünden biridir tabiri caizse. Sohbetin bir boyutu sosyolojik, bir boyutu psikolojik, hatta bir boyutu metafızik bir pedagojidir. Çok hoşuma gidiyor Yunus Emre diyor ki,

“Erenlerin sohbeti ele giresi değil,
Sohbete kavuşanlar mahrum kalası değil.

Gezmek gerek her yeri, bulmak için bir eri, Sarraf bilir cevheri, herkes bilesi değil.

Bir pınarın başına, kapalı testi kona,
Kırk yıl orada dura, kendi dolası değil.

Sohbet yaparlar iman, talip kazanır irfan, İnsanı arif yapan, tacı hırkası değil.

Önce doğru iman et, haramlardan uzlet et,
Cana şifadır sohbet, badem helvası değil.”

——————————————
Allah (cc) içimizde bir fısk u fücur yarattı, bir kötü ben var bizde, bir de hakkı ilham ettiği salih bir taraf. Sen hangisindensin? Her insanın içinde bir Firavun vardır. Her insanın içinde bir Karun vardır. Her insanın içinde ilimle böbürlenmek isteyen bir Bel’am; eğer hortlar ise hakkı ateşte yakmaya namzet bir Nemrut vardır. İçimizdeki bu şerre meyil olgusunu karantinaya almak durumundayız. Burada, kalptedir asıl mücadele, budur asıl kavga, asıl cihat da budur. Buna eskiler cihad-ı ekber demişlerdir; en büyük cihad budur. Ve eğer insan şerle mücadeleyi kalpte kaybederse, cephede bir başarı elde etmesinin imkan ve ihtimali yoktur. Bu yüksek bir manevi ruh hali, bu bir karar kılış halidir.
——————————————
Yani herhangi bir günah işledin, ne olduğu fark etmez. Eğer o günahtan sonra “şimdi ben Allah ile aramdaki hukuku yeniden nasıl inşa edeceğim?” diye bir duygu kaplıyorsa içini, günahın pişmanlığını yaşıyorsam. . Kaç gündür ne kadar güzel, huşû içinde namaz kılıyordum, programlara gidiyordum, derslere, konuşmalara katılıyordum. . . Ne güzel! Ama şimdi tekrar her günahla birlikte haktan soğuyoruz, feyzimiz gidiyor, nurumuz gidiyor, istikrarımız gidiyor, aşkımız, vecdimiz kayboluyor. “Eyvah ben bunu yeniden nasıl inşa edeceğim,” diye bir iç sancısı çekiyorsan eğer müjdeler olsun. O günahı terk et ve tekrar Allah’a dön. Çünkü o ayetin(Al-i İmran,135) sonunda Allah (cc), günaha düşen mü’minler için, “Onlar günahta ısrar etmezler.” diyor. Mü’minlerin çok önemli bir özelliğidir bu; günaha düşmemeye çalışır ama eğer günaha düşerse hemen kendine gelir, Allah’ı hatırlar, bile bile artık o günahta ısrarcı olmaz.

Kalbin böyle tepkileri vardır buradan ölçebiliriz kendimizi. İman; tabiatı icabı aksiyona yöneliktir, davranışa yöneliktir, davranış ister. İmanın güçlenmesinin veya zayıflamasının orada belirtileri vardır. Elimizde imanın varlığını ölçen fiziki bir alet yok maalesef ama imanın var olup olmadığını anlayabilmek için bir yöntem var diyor Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki; “Bir kötülük yaptığında bu kötülük seni üzüyor, sende bir iç nedamet, pişmanlık oluşuyorsa; yaptığın bir iyilik de seni hoşnut kılıyorsa, sen mü’minsin.” (İbn Hanbel,V,251) Bugün bir fakire şu kadar infak ettim, verirken çok zor oldu ama şimdi anlıyorum ki çok iyi oldu, ne kadar iyi olmuş, bir daha olsa bir daha yapsam, Allah’a hamd olsun, Allah bu iyiliği bana nasip etti, diyorsan içinden sen mü’minsin.” diyor.

——————————————
Efendimiz çok büyük çileler çekti ve bu çilelerde kalbindeki teselliyi inşa ettiği yer Allah’ın huzuruydu, Kur’an’dı, zikirdi, namazdı. Peygamber Efendimiz (s.a.v) sevindiğinde namaz kılardı, üzüldüğünde namaz kılardı, korktuğunda namaz kılardı, ay tutulduğunda namaz kılardı, güneş tutulduğunda namaz kılardı. . . Burada kanaatime göre çok mühim bir tavır var; öyle sevinç olur ki, insanın sinir sistemine, aklına zarar verir, ruhi melekelerine zarar verir. . . Öyle korku ve hüzün olur ki, insanı yıkar. Bugün üzüntünün, stresin, nelere mal olabileceği hususu izahtan varestedir. Öyle gerilimler, öyle korkular olur ki, insanın vücut, akıl ve ruh sağlığını ortadan kaldırabilir. Efendimiz ibretlik bir hadisenin altını çiziyor; namaza sığının, namazda Kur’an vardır, zikir vardır, namazda Allah (c.c) ile buluşmak vardır. Namaz, mü’minin Allah’a yükselmesidir. Namaz, Mirac hatırasıdır. Peygamberimiz’in namazla ilişkisi böyledir. Bu çok dikkat çekicidir.
——————————————
İnsanın kalbine zaman zaman sebebi meçhul bir gam üşüşür. Yavuz Sultan Selim diyor ki;

“Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu,

Ezelden gam turabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu,

Gelen gider, giden gelmez iki kapılı handır bu,

Sakın insafı terk etme makam-ı imtihandır bu.”

——————————————
İbadetlerimiz nasıl karakter özelliğimiz olur?

Bir psikolog diyor ki bir işin karakter özelliği haline gelip gelmediğinin bir kriteri vardır. Bir eylemin, davranışın, bir ibadetin karakter özelliği olup olmadığının belirleyici bir işareti vardır. Bu çok sade bir kriterdir, nerede uygularsanız doğru sonuç verir. 0 da şudur; eğer yaptığınız işi seviyorsanız, o işi yaparken huzur bulup mutlu oluyorsanız, o iş bittiğinde, tekrar o işin geleceği zamanı dört gözle bekliyorsanız, o iş sizin için bir karakter özelliği olmuş demektir. Onu bırakmayın, onu besleyin ve ondan soğumanıza sebep olacak her şeyi hayatınızdan uzaklaştırın. Efendimiz hiçbir gölgenin olmayacağı bir kıyamet manzarası içerisinde bir kişinin arşın gölgesi altında gölgeleneceğini haber veriyor. Hiçbir gölge yok, yalnız Allah’ın himayesi var. Bir kişi arşın altında gölgelenir. (buhari,ezan,36) Kimdir bu kişi biliyor musunuz? Bir Müslüman, bir mü’min düşünün, kalbi mescitte takılı kalmış. Nasıl takılı kalmış?

Bir vakit namaz için mescide gitmiş, namazı eda etmiş çıkmış gelmiş; gözü öbür namazı kolluyor, kulağı ezanda; gelse de yeniden camiye gitsek diye. Onun kalbi orada takılı kalınca, 0 tekrar oraya dönene kadar orada gibidir; bu hayatımızdaki bütün ibadetlere uygulanabilir. Buralardan kalbinizdeki manevi eksikliği ölçebilirsiniz. Ezan okundu. Kalbin nasıl bir tepki verdi? Bunu ölçmen lazım. “Öğlen namazını daha yeni kıldım, mübarek ikindinin vakti gelivermiş. Fesübhanallah tekrar şimdi abdest al, namaz kıl. . .” Eğer içerden böyle bir tepki geliyorsa acilen bu sesin kaynağını bulup, üzerine üzerine gitmek, kökünü kurutmak ve namazla aramızdaki ünsiyeti yeniden peyda etmek zorundayız.

——————————————
“Nice peygamber vardır ki onunla birlikte birçok Allah erleri savaştılar. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşemediler, yılmadılar, boyun eğmediler. Allah, sabredenleri sever.”

Bu gök kubbenin altında, bu yerkürenin üzerinde nice peygamberler geldi geçti; kendilerini Rablerine adamışlar, hak yolunda adanmışlar onların etrafında saf tuttular ve mücadele verdiler.

Kur’an’da peygamberlerle birlikte saf tutmuş insanların karakter analizlerini yaptığımızda, çok enteresan bir şey görüyoruz. Bu dört madde aynı zamanda, “Biz kimiz? Ve kim olmamız lazım?” sorularına cevap veriyor ve çok önemli tespitler yapıyor. Nasıl ki maddi vücudumuzda bir aksaklık, maddi kanımızda bir eksiklik olduğu zaman kan tahlili yapmıyoruz, bakıyorlar; “Şu madde eksik, acilen yerine konması lazım” diyorlarsa, manevi kanımızda da birtakım eksiklikler olabilir. Bizim bir de vücud-i manevimiz, manevi bir kanımız var. Bu dört madde manevi kanımızda mevcut olmalı, Müslüman, bunları kontrol edecek.

İnceleyin:  Sıkıntıya Duçar Olan Mümine Düşen İş

Bu dört maddeden biri çeteleden düştüğünde, insan ideal mü’min şahsiyetinin ve mücadele ruhunun yüzde yirmi beşini kaybeder. Düşe düşe en sonunda elini kaldırmaya mecali olmayan, tepkisiz, iliklerine kadar çekilmiş kof ve pasif, ismi Müslüman müsemması meçhul kişilikler ortaya çıkar. Dört özellik: Gevşeklik göstermemek, zafiyet göstermemek, zulme boyun eğmemek ve sabretmektir. Yani onlar Allah’ın yolunda kendilerine isabet eden sıkıntılardan dolayı vehme kapılmadılar; gevşemediler. Davalarından kopmadılar.

Mücadele esnasında sıkıntılar ve zorluklar olacak. Allah (cc) yeri gelecek malını, yeri gelecek canını isteyecek, yeri gelecek cesaretini, gayretini, alın terini isteyecek. İnsanlar iman ettik dedikten sonra başıboş kalacaklarını, Allah onları denemeden cennete gireceklerini mi zannediyorlar? Böyle bir şey söz konusu değil. Peygamberler hiçbir zaman gevşemediler, zafiyet göstermediler; “dermanım yok, pilim bitti, artık benden bu kadar, ben havlu attım” demediler. Çıktıkları yolun değerini hiçbir şeye değişmediler. Zalimin önünde diz çökmediler. Zalime boyun eğmediler. :

——————————————
Genelde bütün peygamber sahabelerinin özelde Peygamberimiz’in sahabe-i Kiram’ın en önemli özelliği ‘Ves sâbikûnel evvelûne“olmalarıdır. Allah (cc) ayette bunu zikrediyor. Bu ne demektir biliyor musunuz? Allah’ın emrinin gereklerini yerine getirmek söz konusu olduğunda “ilk öne geçenler/vazifeye atılanlar” demek. Üstadın ifadesiyle “Kim var denildiğinde, geri geri adım atmadan, sağa sola bakmadan, sağa sola kaçmadan, yalpalamadan, sendelemeden ilk adım atan olmak. . .” İşte sahabe-i kiramın en mühim özelliği budur. Öne çıkmışlar… Efendimiz bir şey söylediğinde 10 kişi, 20 kişi, 100 kişi birden koşmuş; ölümüne koşmuşlar, ölüme koşmuşlar. “Anam babam sana feda olsun ya Resulallah” demişler. Çok büyük sözler vermiş ve bu sözlerin gereğini yerine getirmişler.
——————————————
Bizim sahibimiz Allah’tır ve biz Allah’a dönüyoruz. Acılar geçecek; sürekli değiller. Sefalar ve nimetler de geçecek; onlar da sürekli değil. Biz Allah’a dönüyoruz. Bu duygu insanın kalbinde egemen olduğunda kalbindeki her acı katlanılabilir bir hal alır. Nimetler de insanı çeldiren, caydıran, insanı yoldan çıkartan, azdıran, tuğyana düşüren, sapkınlaştıran, seküler vaziyetler olmaktan çıkar. O zaman insan eşyanın baki olmadığını, dünyanın ahiretin tarlası olduğunu fark eder. Bu çok büyük bir mefküredir. Biz Allah’a dönüyoruz. Bu bütün acıları hafıfleten, bütün sıkıntıları katlanılabilir hale getiren, çok büyük, çok derin bir ifadedir. Zaman bizim için döngüseldir, düz çizgisel değildir. Biz yaşadığımız her an, geldiğimiz yere, varlığımızı bulduğumuz kaynağa, Allah’a dönüyoruz. Bizim bilincimizde zaman döngüseldir, daireseldir. Ayet bize böyle söylüyor.
——————————————
Eşrefoğlu Rumi Hazretleri Müzekki’n-Nüfus’ta, diyor ki; İlim ehlinin iki vazifesi vardır: Biri Allah’ı insanlara sevdirecek, bu kolay olan. Anlatırsın Allah’ı, anlar insan; kendisini yaratanın, yaşatanın, göğüs kafesinin içinde kalbini atmanın, damarlarının içinde kanını dolaştıranın, kendisine her türlü nimeti lütfetmiş olanın, kendisini sevenin, gerçek anlamda döneceği mercînin Allah olduğunu insan anlar. İçinde tabii, fıtri bir sevgi duyar Allah’a.

İlim ve irşad ehlinin bir görevi daha vardır ki, insanları Allah’a sevdirmek. Bu nasıl olacak? Bu ayetten bahsetmiş Allah (c.c) ve diyor ki “Eğer gerçekten beni seviyorsanız, Peygamber’e tabi olun ki, ben de sizi seveyim.” Ben bu ayete dayanarak insanları Allah Resulü’nün sünnetine ittiba ettiririm. O sünnete bağlı kılarım, böylece insanları da Allah’a sevdirmiş olurum. Bu bir yöntemdir ve çok önemlidir. Onun için bu yol istikametin, sırat-ı müstakimin yoludur. Bu yolun bir ucu ilk insan, ilk Peygamber Hz. Adem’e, oradan Allah’ın ona ilk vahyi ile cennete, cemalullaha, Allah’ın rızasına kadar gider. Bu yol insanı hakikate ulaştıracak tek gerçek yol olduğu için kıyamete kadar payidar kalacaktır.

——————————————
“vel Kuranil Hakim” oradaki ” vav”Türkçede “vallahi” derken kullandığımız “vav”dır. “Yemin vav”ı denir buna. Hemen aklımıza gelmeli; Allah (CC) niçin yemin eder? Azîz ve Celîl olan Allah “bu böyledir” dese, itiraza mecal mi kalır. . .

İslam âlimleri iki görüş ifade eder ve derler ki; Kur’an’da Allah’ın yemin ettiği hususlar dikkatle incelendiğinde bunların insanlar tarafından ya inkar ya da ihmal edilen şeyler olduğu görülür. Eğer Azîz ve Celîl olan Allah’ın yemini, insanlar tarafından inkar edilen bir şey üzerine ise, ispat ve tespit manası taşır. Şöyle ki, bir adam elinde çürümüş bir kemikle Peygamberimiz’in (sav) huzuruna gelmiş ve “Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek? ” diye sormuş. Öldükten sonra dirilmeye ve kıyamete ihtimal vermiyor, âlemin kadim olduğunu, değişmez sabit olduğunu düşünüyor. Bu gökyüzünde güneş ebedî parlayacak, bu dünya ebedî dönecek, bu okyanuslar, denizler ebedî kalacak, bu hayat ebedî devam edecek… Öyle zannediyor. Halbuki Kur’an’da imanın en temel unsurlardan biri kıyamettir. Başka bir gün, başka bir zaman, bir hesap zamanı. .. Allah (CC) yemin etmiş, buyurmuş ki; “La Uksimu biyevmil kıyameti” ” “Lâ” harfî Kur’an’da çok sık geçer ve vahyin temel ilkelerine müşriklere: yapılan itirazlara bir itiraz niteliği taşır. Allah, “Hayır, Kıyamete andolsun ki!” dediğinde kafırlerin ve müşriklerin inkar ettiği o günün altını çiziyor, ispat ve tespit yapıyor.

Bazı yeminler de insanların değerini bilmediği şeylerin kıymetini takdir manasına geliyor. Mesela,“Hikmetli Kur’an’a yemin olsun ki” ifadesiyle kitabının ehemmiyetini vurguluyor. Yani buradaki yemin takdir için gelmiş olan bir kadr-u kıymet yeminidir. Allah’ın Kur’an’da yaptığı bütün yeminleri bu iki bağlamda değerlendirebiliriz. Allah (cc)bir şeye yemin etmişse; o da insanlar tarafından inkar edilen bir şey ise ispat ve tespit manası taşır. Yani “0 inkar ettiğiniz şey haktır, göreceksiniz.” demiş oluyor. İnsanlar tarafından manası bilinmeyen bir şey ise bu, o zaman takdir manasına gelir. Böyle bir yeminle Allah (cc), “Bu yemin ettiğim şey üzerinde düşünün, dikkat edin.” buyurmuş oluyor. Örneğin; “Asra yemin ederim ki insanlar gerçekten ziyandadır.” Zaman üzerine düşünün, sizin zamandan payınız olan hayatınız üzerinde düşünün; hayatın anlam ve amacını tefekkür edin. Bu anlamda bakıldığında Allah’ın yemini bir işarettir. O işareti takip edip oradaki mesajı yakalamamızı istiyor Allah (cc).

——————————————
İnsanın yaptığı işler, davranışlar Arapçada iki başlık altında değerlendirilir; Fiiller ve ameller. Fiil; vasıfsız, hedefsiz iştir. Başka bir ifadeyle insanın hayvanlarla müşterek olarak yaptığı davranışlardır, hallerdir. Mesela bir insanın yemek yemesi, fiildir. İnsan da bir şey yer, herhangi bir hayvan da… Fiil olması bakımından insanın yaptığı iş, hayvandan ayrılmaz. Peki, bir işi fiil olmaktan çıkaran, onu amel yapan şey nedir? O işi yapanın o işe atfettiği amaç, gayedir. O gayeyi atfettiğinde o iş fiil olmaktan çıkar, amel olur. Örneğin bir insan karnını doyurmak için yemek yediğinde bir fiil gerçekleştirmiş olur. Ama insan besmele çekerek yemeğe oturursa, besmele çekerek uyursa, besmele çekerek güne başlarsa onun fiili artık diğer canlıların yaptığı fiillerin üzerine çıkar; amel olur ve insan o işten Allah’ın katında sevap kazanır.

Onun için bir insan besmele çekip yemeğe başladığında, eğer haramla beslenmiyorsa doyana kadar ibadet halindedir. Bir insan besmele çekerek uyursa, eğer haram bir şekilde, haram bir yerde uyumuyorsa uyanana kadar ibadet halindedir. Besmele bizim günlük, sıradan işlerimizi salih amel haline getiren bir niyet deklarasyonudur. Besmele çektiğimiz zaman artık o iş Allah’ın rızası için yapılan bir ibadete dönüşmüş olur.

——————————————
Kur’an okumanın farklı anlamları vardır. Dil ile okunur Kur’an; buna “Tilavet” denir. Fakat Kur’an bundan ibaret değildir. Akıl ile okunur Kur’an; buna “Tefekkür” denir. Kalp ile okunur; buna “Tefakkuh/derin idrak” denir; duyguları yakalamak, duygu anaforlarının içerisine girmek, hissetmektir. Cehennemle ilgili ayetler okunduğu zaman kalbinde bir tasa, bir üzüntünün peyda olması; cennetle ilgili ayetler okuduğunda insanın içine inşirah yayılması; ümmet-i Muhammed’in ve Efendimiz’in çektiği sıkıntılarla ilgili ayetler okuduğunda kalbinin bir hüzün işgaline uğraması okumanın bir başka boyutudur. Davranışların, organların, uzuvların Kur’an’ı okuması vardır. Kur’an okumakta nihai maksat Kur’an’ın gereğiyle amel etmektir ki bu, Kur’an ahlakıyla ahlaklanmaktır. Bunun ötesinde bunların bir kısım parçaları eksik diye “Kur’an’ı okuma! Dinleme! Bundan sana hiçbir fayda yoktur,” şeklindeki bir yaklaşım biçimi, hadiseyi parçacı bir üslupla, at gözlüğüyle değerlendirmektir ki Efendimiz’den gelen rivayetler ve Kur’an’a atfedilen konum bakımından bunun doğru bir yaklaşım biçimi olmadığını burada ifade etmemiz gerekir.

Pek çoğumuz şahit olmuştur; mesela bir köyde Kur’an-ı Kerim tilavet edilir. Bir yaşlı amca, eminim ki hiç Arapça bilgisi de yoktur, Kur’an’ı dinler ama tonla bilgisi olan insana nazaran daha fazla müteessir olur, kalbi çok daha fazla anlam yakalar, ruhu daha fazla ürperir ve salih olma yolunda daha fazla mesafe kat eder. Allah’tan korkanların derilerinin bile Kur’an’dan nasibi vardır. Tenlerinin bile nasibi vardır; o bile ürperir, Kur’an’ın onunla da teması vardır.

——————————————
Kur’an, insanları karanlıktan aydınlığa çıkartmak için indirilmiş bir kitaptır. Peki, Kur’an’ın bu amaçla indirilmiş olması Kur’an’ı okumanın insanın benliği, ruhu ve belki bedeni üzerinde başka hiçbir etki icra etmeyeceği anlamına mı geliyor? Biz Peygamberimiz’den sadır olan, özellikle surelerin ve Kur’an’ın faziletine dair hadisleri incelediğimizde mevzunun hiç de böyle olmadığını görüyoruz. Şöyle ki; Efendimiz’in (sav) ve ashabının bazı rahatsızlıkları için Fatiha suresini okuyarak şifa aradığını, onu şifaya vesile kıldığını pek çok sahih kaynaktan öğreniyoruz. Muavvizeteyn dediğimiz, Felak ve Nas surelerinin insanı bir takım manevi sıkıntılardan koruma fonksiyonunun olduğunu hadislerden biliyoruz. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz, “İçinde Bakara Suresi okunan eve, sihir, büyü, cin ve şeytan tasallut edemez. Oraya zarar veremez.” (Müslim,Mûsafirin,212) dediğini Müslim’de geçen hadisten öğreniyoruz.

Şöyle bir perspektif çıkıyor karşımıza; Kur’an’ın asıl maksadı, canlı olanı uyarmak; insanın düşünce, duygu ve davranış dünyasını bütüncül bir şekilde özünden kuşatıp onu Allah’ın sevdiği, razı olduğu kul haline getirmektir. Bunda şüphe yoktur ama Kur’an’ın asıl maksadının bu olması, Kur’an’ın insan ruhu, benliği, dünyası ve hatta ahireti üzerinde başka teskin edici etkilerinin olmadığı anlamına kesinlikle gelmiyor.

——————————————
İstesen de istemesen de sen Rabbine doğru yol almaktasın. Bu idrak insana zaman bilinci verir; varoluş bilinci, etrafını yepyeni bir perspektiften değerlendirme hususunda bir iç motivasyon sağlar. Eğrileri, doğruları yeniden hizalama, hesaplama imkanı verir. Allah’a dönüyoruz. Bu şu demektir; biz baki değiliz. Bu şu demektir; bu dünya da baki değil. Sahip olduğun hiçbir şey kalıcı değil. Asıl hayat ahiret hayatıdır. Hesap, ahiret hesabıdır.

Bunu ben de söylüyorum ne kadar riayet ediyorum? Bunu sen de söylüyorsun ne kadar riayet ediyorsun? Birbirimizi düzelte düzelte kemale gideceğiz. İmam Şafii Hazretleri’nin Asr suresiyle ilgili bir izahı vardır; “İnsanlar ziyandadır; iman edip salih amel işleyenler müstesna.” İman edip salih amel işledin; bu sadece gemiyi kurtarmaktır. Gemiyi kurtaran kaptan oldun. Ayetin devamında diyor ki; “Birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler başkadır.” (Asr,3)

Kendini kurtarman yetmez; ötekini de kurtaracaksın… Eğrilen kardeşini de doğrultacaksın; evladını doğrultacaksın; eşini, dostunu, çoluğunu çocuğunu doğrultacaksın. Görevin sadece salih olmak değil, ıslah etmek. Buradan şöyle bir yorum çıkıyor; mutlu olmak, sadece psikolojik bir olgu değil, aynı zamanda sosyolojik bir olgudur. Yani sadece iman ettin, salih amel işledin, nokta. Güzel ama bu izole bir faaliyettir. İşin, vazifen burada bitmiyor ki senin. Eğer böyle düşünürsen mutluluk yarım kalır.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir