Tüketici Ayartma ya da Yoksullaşarak Tüketme

tuketici-448-x-276 Tüketici Ayartma ya da Yoksullaşarak Tüketme

 

Yrd.Doç.Musa Öztürk

Giriş

Modernliğin dünyasında tesadüflere yer yoktur. Her şeyin rasyonalite dahilinde belli bir izahı vardır. Bauman, Tanrının öldürüldüğü yetim bir dünyaya gözlerini açmış olsa da Tanrısız bir dünyanın nasıl bir “yere” benzediği konusunda uzun yıllar kafa yorduktan sonra onu geri çağıran düşüncenin yıldızının parladığı bir dönemde sahneye çıkmıştır. Bauman, modernliğin sonuçlarını çok geniş bir yelpazede tartışmakla birlikte bizlere herhangi bir kesin, net öneride bulunmak bir yana karamsarlığın her geçen gün daha artacağına dair “belirgin bir belirsizlik” tablosu çizmektedir. Bu açıdan Bauman belirsizliğin en güçlü teorisyenlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Eserlerinde somut bir çözüm önerisi sunmaktan ziyade belirsizliğin her geçen gün daha da kuşatıcı hale geldiğinin altını çizmektedir. Başta Sosyolojik Düşünmek (2010) isimli eseri başta olmak üzere çalışmalarında korku, güvenlik, endişe, belirsizlik, emniyet, tüketim, yoksulluk, dışlanma, vb temalara oldukça geniş yer vermektedir. Yoksulluk ve tüketim ilişkisi açısından şu saptama da bulunmaktadır: Yoksullar her zaman bizimle olacaklar. Fa kat yoksul olmanın ne demek olduğu, onların birlikte olacakları “biz”in ne tür olduğuna bağlıdır. Her bir yetişkin üyesini üretici emeğe katmak zorunda olan bir toplumda fakir olmakla yüzyıl lar boyu emekle biriken güç sayesinde, üyelerinin giderek artan geniş bir bölümünü emeğe katmadan gerekli her şeyi üretebilen bir toplumda fakir olmak aynı şey değildir. Evrensel istihdam ve üreticiler toplumunda fakir olmak başka bir şeydir. Yaşam projelerinin çalışma, mesleki uzmanlık ve işten daha çok tüketici tercihleri etrafında kurulduğu tüketim toplumunda fakir olmak çok daha farklı bir şeydir. Yoksul olmak, bir zamanlar anlamını işsiz olma durumundan alsa da bugün anlamını esas olarak yeterince tüketemiyor olma durumundan almaktadır (Bauman, 1999: 9-10). Yoksulluk aslında göreceli bir kavramdır. Yoksulluk araştırmalarında sıklıkla bahsedilen mutlak yoksulluk/göreli yoksulluk tasnifi buna karşılık gelmektedir. Bauman da çalışmalarında “yeni yoksullar” olarak kavramsallaştırdığı göreli yoksulluk durumundan bahsetmektedir. Bu çalışmada yoksulluk ve tüketim ilişkisi ele alınırken kitlelerin yoksul olarak etiketlenerek çalışma etiği altında disiplin etiği üzerinden işe koşulmasından hareketle bunun nasıl hayata geçirildiği ve yol açmış olduğu sonuçlar üze rinde durulacaktır.

Yoksulları Zorla İşe Koşma Aracı Olarak “Disiplin Etiği”nin İcadı

Bauman, eserlerinde tüketim ve yoksulluk ilişkisine dair derin çözümlemeler yapmakla birlikte tüketimin mi yoksulluğu, yoksulluğun mu tüketimi belirlediği ve bu ikisi arasındaki korelasyonun nasıl kurulabileceğine ilişkin bir çözümlemeye gittiğini söyleyebiliriz. O, yoksulluğu oldukça geniş bir varyantta ele aldığından yeni yoksulları, tüketim üzerinden değerlendirmekte ve onları yeterince tüketemeyenler olarak tanımlamaktadır. Fakat bu bir nedenden ziyade, sonuçtur aslında. İndirgemeci bir bakış açısıyla mutluluğun tüketmekle ve sahip olmayla özdeş hale getirilmesi, tüketimin mi yoksulluğu yoksa yoksulluğun mu tüketimi belirlediği sorusuna net bir cevap verebilmeyi zorlaştırmaktadır. Bu açıdan kapitalizmin palazlanma evresinde çalışmaya bir kutsallık atfedilerek, çalışmamanın yoksullukla özdeşleştirilerek çalışma etiği üzerinden kitlelerin işe koşulması sürecinin iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Günümüzle mukayese edildiğinde modern öncesi dönemler de ücret karşılığı herhangi bir işte çalışmanın iradi bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Biz genel olarak işsizi, çalışma iradesi ne ve kudretine sahip olup da iş aradığı halde iş bulmayan insan olarak tanımlarken; çalışabilecek durumda olup da iş aramayan, halihazırdaki hayatından memnun olan bir kimseyi işsiz olarak nitelendiremeyiz. Kapitalizmin gelişim evresinde emek doğal kaynakların bir tamamlayıcısı olduğundan, emekle üretim arasında doğrusal bir ilişki vardır. Daha fazla üretmek için daha fazla sayıda kişinin iş gücünü belli bir ücret karşılığında arz etmesi ne ihtiyaç vardır. Eğer insanlar, gönüllü olarak emeklerini belli bir ücret karşılığında arz etmeme noktasında direnirlerse onlar çalışmaya zorlanabilmeliydiler. Kaderci bir bakış açısıyla durularını takdiri ilahi olarak uysalca kabul eden ve sefaletten kurtulma noktasında herhangi bir çaba göstermeyen yoksullar, fabrikada çalışma kandırmacalarına kulak asmamakta ve bazı doğal ihtiyaçlarım karşıladıktan sonra emeklerini satmayı reddedebilmekteydiler.

Kapitalistler tarafından yoksul olarak tanımlanan iş gücünün, mevcut durumu olduğu gibi kabullenerek emeklerini arz etmeme noktasında direnmeleri, sınai girişimcilerin kâbusu haline gelmişti. Ücret karşılığında düzenli olarak herhangi bir işte çalışmaya alışmamış bu kitleler, ücret teşviklerine karşı duyarsız davranmakta, günü kurtaracak kadar ekmek bulduklarında saatler sürecek külfete katlanmak için herhangi bir sebep görmemektedirler (Bauman, 1999: 128). Bu süreçte zorla işe koşma aracı olarak çalışma etiği icat edilmiştir. Bu yeni etik anlayışı üzerin den işçiler bir yandan iyi yaptıkları herhangi bir işin gururundan mahrum bırakılırken diğer yandan anlamını kavrayamadıkları bir görevi zorla yerine getirmek için düşünmeksizin itaat etmeye zorlanmışlardır (Bauman, 1999: 16-17). Esasında elde edilen ücretin tatmin edici olup olmaması bir yana, çalışma etiği vasıtasıyla insanlar ücret karşılığı herhangi bir işte çalışmaya zorlanmışlardır. Emeğin metalaştırılarak ücret karşılığında mübadele edilebilir hale getirilmesi, belli bir ücret karşılığında özgürlüğün ya da en azından çalışmama özgürlüğünün teslim alınması anlamına gelmektedir. Bauman (1999: 13-14), çalışma etiğinin kısaca iki açık önerme ve iki dolaylı varsayımdan oluştuğunu belirtmektedir. Buna göre birinci açık önerme, kişinin canlı kalmak ve mutlu olmak için başkalarının değerli bulduğu ve karşılığını ödemeye değer gör düğü bir şey yapması gerektiğidir. Karşılıksız hiçbir şey yoktur.

Her zaman misliyle mukabele (quid pro quo) almak için öncelikle vermemiz gerekir. İkinci açık önerme ise kişinin sahip olduğuyla yetinmesinin ve böylece daha fazla yerine daha aza razı olmasının yanlış, aptalca ve ahlaki açıdan zararlı olduğudur. Kişinin tatmin olduğunda kendini aşırı derecede yormayı ve germeyi bırakma sının değersiz ve mantıksız olduğu ve daha fazla çalışmak için güç toplamak şartıyla değilse dinlenmenin, yakışık almayan bir davranış olduğu böylece vurgulanmaktadır. Diğer bir ifadeyle çalışmak; başlı başına bir değer, asil bir faaliyettir. Hemen ardından emir gelir: Sahip olmadığın veya ihtiyacın olduğunu düşünmediğin neler getireceğini göremesen bile çalışmaya devam etmelisin. Çalışmak iyidir, çalışmamak kötüdür. Bu önermelerin dolaylı varsayımları ise çoğu insanın çalışma yeteneğini satmak zorunda olduğu ve gerçekte hayatlarını bu yeteneği satarak ve karşılığında hak ettiklerini alarak kazandıklarıdır. Onların sahip oldukları şey, geçmiş çalışmaları ve çalışmaya devam etme hevesleri karşılığın da aldıkları ödüldür. Çalışmak tüm insanların normal durumu olup çalışmamak anormaldir. Çoğu insan görevini yerine getirir. Bu insanlardan elde ettiklerini ya da kazançlarını; görevlerini yerine getirebilecek haldeyken herhangi bir sebeple bunu yapama yan başkalarıyla paylaşmalarını istemek haksızlık olacaktır. Diğer dolaylı varsayım ise maaşa ya da ücrete layık olan, satılan ve satın alınması muhtemel olan bu emeğin, başkaları tarafından kabul gördüğü, çalışma etiğinin takdir ettiği ahlaki değere sahip olduğudur.

Kısacası bu, modern toplumda çalışma etiğinin aldığı şeklin kısa bir özetidir. Bauman, çalışma etiğinin aslında bir kandırmacadan ibaret olduğunu ileri sürmekte olup çalışma etiği adı altında gayet bilinçli olarak insanları zorla işe koşmak için “disiplin etiği” (1999: 16) üretildiğine işaret etmektedir. Fakat çalışmalarında ağırlıklı olarak disiplin etiğinden bahsetmekten ziyade, örtük olarak tüketim ve çalışma etiğinin disipline edici yönleri üzerinde durmaktadır. Ona göre 19. yüzyılın başlarında çalışma etiği vaizleri aslında “çalışma etiği’nden tam olarak neyi kastettiklerini gayet iyi bilmektedirler. Çalışma etiği vaizlerine göre toplum, daha fazla üretmeye can atan girişimcilerle, çalışmaya ve girişimcilerin ifadesiyle üret meye isteksiz yoksullardan oluşan iki büyük sınıftan oluşmaktadır. Çalışma etiği, mantıksal olarak bu iki sınıfın birleşmesini sağlayan bir tutkal olarak işlev görebilirdi ki bu aynı zamanda merkantilist dönemde hem ulusal zenginleşmeye giden bir yol ve hem de bireysel sefaletten kurtuluş olarak çalışma fikrini daha da yüceltiyordu (Bauman, 1999: 93). Geleneksel toplumlarda insanlar, ihtiyaçları karşılandıktan sonra çalışmaya devam etmek veya daha fazla para kazanmaya mantıksal açıdan bir kutsallık atfetmemektedirler. Çünkü bu tip toplumlarda tatminkâr yaşamın eşiği alçak tutulmuş olup aşılması yasaktır. Bu eşiğe varıldığında daha yukarı tırmanmak için hiçbir dürtü yoktur. Çalışma etiği, bir anlamda bu düşünceye ve bunun beraberinde getirmiş olduğu hayat tarzına karşı açılmış bir savaş tır (Bauman, 1999: 15). Geleneğin beslediği bu algının kırılması gerekmektedir.

Gelenek karşısında çalışma etiğinin meşruiyetinin sağlanması noktasında modernleşmenin öncülleri, onu yapı bozumuna uğratarak aşağılık bir konuma indirgemiş; çalışma etiğinin karşı çıktığı, ahlaki açıdan utanç verici, kınanacak eğilimlerle özdeşleştirme yoluna gitmişlerdir. Dün sahip olduklarına bugün de razı olan, daha fazlasını elde etmek için herhangi bir çaba göstermeyi kabalık olarak gören, nefret uyandıran ve mantık dışı olan alışılmamış bir düzene boyun eğmek gerektiğinde daha iyiyle ilgilenmemek gibi alışkanlıkları olan kişilerin eğilimleri olarak tanımlanmak suretiyle iyiden iyiye itibardan düşürülmüştür. Bu anlamda çalışma etiği üzerinden sanayi öncesi dönemin alçakgönüllülüğüne, mütevaziliğine ve insani arzuların bayağılığına karşı savaş açılmıştır. Gerçekte ise en vahşi ve acımasız savaşlar, fabrika işçisi olacakların ya da olmaya zorlananların arzulamadıkları, anlamadıkları ve en önemlisi de kendi iradeleriyle seçmedikleri çalışma düzeninin huzursuzluğu ve onursuzluğuna katlanma isteksizliğine karşı açılmıştır (Bauman, 1999: 22).

Uygun, edepli ve övülmeye değer davranışlar için sunulan tüm diğer ahlaki prensipler gibi çalışma etiği de hem yapıcı bir görüş hem de yok olan hizmetlere yönelik bir reçete olarak sunulmuş tur. Etik cihat, insanların sahip olduğu tutkuların, tercihlerin ve alışkanlıkların meşruluğunu tanımamakta ve alternatif olarak doğru davranış türünün yolunu göstermektedir. Ama hepsinden önemlisi, etik eğitim için belirlenmiş insanların eğitim dışındayken zorlama olmadan yapabilecekleri her şeye şüpheyle bakıl makta ve onların eğilimlerine güvenilmemektedir. İstedikleri gibi davranmakta serbest kaldıklarında, kendi arzu ve hevesleriyle baş başa bırakıldıklarında çaba sarf etmektense açlıktan ölürler; kendilerini geliştirmeye çalışmaktansa pislik içinde yaşarlar; bir anlık geçici bir eğlenceyi daha uzak fakat kalıcı bir mutluluğa yeğ tutar lar; sonuçta iş yapmak yerine hiçbir iş yapmamayı tercih ederler. Tüm bu iğrenç, denetimsiz dürtüler, doğmakta olan endüstrinin karşı çıktığı, savaştığı ve sonunda yok etmek zorunda olduğu ge leneğin bir parçasıdır (1999: 21).

Bauman, yoksulların büyük ölçüde azalmasını sağlayan girişimlerde çalışma etiğinin katkısının gerçekten paha biçilmez boyutlarda olduğuna işaret etmektedir. Bu etik, iş gücü ücretleriyle desteklenen her çeşit hayatın, ne kadar sefil olursa olsun, ahlaki yücelik taşıdığını zorla kabul ettirmiştir. Böyle bir ahlaki ölçütle yola çıkan, iyi dileklerde bulunan reformcular, toplumun yoksullarına sunabileceği “çalışarak kazanılmamış” tüm yardımların “daha az münasip olduğu” ilkesini ileri sürebilmişler ve bu ilke ye daha uygar bir toplum yolunda atılan büyük bir adım gözüyle bakmışlardır. Daha az münasip olma, ücretler yerine sadakalara bel bağlayan insanlara sağlanan koşulların, onların hayatını, içgüdülerini kiralayan emekçiler arasında en sefil, en berbat durumda olanlarınkinden daha az cazibeli olması demektir. Burada verilmek istenilen mesaj, çalışmayan fakirin hayatı daha da sefilleştikçe ve yoksulluğa daha da battıkça, iş güçlerini en sefil ücretler karşılığında satan, çalışan fakirlerin talihleri onlara daha çekici ya da en azından daha katlanılır gelsin. Böylece çalışma etiği dava sına destek olunabilir ve zafere daha da yaklaşabilirdi (1999: 24).

Ücretlerin günlük ihtiyaçları karşılayacak seviyede tutulması ve çalışmayanların kapatılarak, damgalanarak disipline edilme yoluna gidilmesi “iş’e devamlılığın ve çalışmanın sürdürülebilirliğinin sağlanmasında oldukça etkili olmuştur.Sennet, Мах Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı kitabının ekonomi tarihi açısından hatalarla dolu olduğunu ve ekonomik analiz noktasında kapitalist sistemde tüketimin bir itici güç olarak oynadığı rolü garip bir biçimde göz ardı ettiğine işaret etmektedir (2010: 111). Çalışma etiği, kapitalizmin gelişim evresinde kitlelerin işe koşulmasında ve emeğe aç fabrikaların doldurulmasında oldukça başarılı olsa da süreç içerisinde sistemin makas değiştirerek emek-sermaye yoğun bir yapıdan sermaye-teknoloji yoğun bir yöne evrilmesiyle eski cazibesini kaybetmiştir. Sistemin, kârı ve üretim hacmini eşzamanlı arttırmayı başarmasıyla günümüz ekonomisinin kitlesel emek gücüne ihtiyacı kalmamıştır. Disiplin ve itaati sağlamada oldukça işlevsel olan çalışma etiği, yeni dönemde yerini mal pi yasalarının cazibe ve ayartmalarıyla desteklenen tüketim estetiğine bırakmıştır.

Kitleleri Tüketime Koşmanın Amentüsü: Tüketim Estetiği

Bütün ekonomik sistemlerde üretimin sürekliliği,tüketimin sürekliliğine bağlıdır. Eğer tüketim ya da tüketici kitle, başarıyla üretilemezse üretimin sürekliliğinin sağlanması mümkün değildir. Çalışma etiği adı altında dinden, kültürden ve gelenekten beslenen kanaatkârlık, alçakgönüllülük, tevazu gibi kadim değerlerden doğan hayat tarzına karşı savaş açılarak, yoksul olarak ta nımlananlar yani aylaklar işe koşularak büyük miktarda üretim çıktısı elde edilmiştir. Mesele bir dereceye kadar halledilmiş gibi gözükse de ortaya yeni bir durum çıkmıştır. Bu süreçte tüketim piyasasının karşılaşmış olduğu en büyük düşman, sadece ihtiyaçlarını karşılamak için alışveriş yapan ve bunlar karşılandığında alışverişi bitiren geleneksel tüketicidir (Bauman, 2010b: 127). Sis tem, bu algının kırılarak döngünün sürekliliğinin sağlanması için kitlelerin tüketime zorlanması noktasında ihtiyaçlar hiyerarşisini ters yüz ederek, insanın biyolojisinin yerine psikolojisini ikâme etmek suretiyle söz konusu tıkanıklığı aşmaya çalışmıştır. Bauman (1999: 51), çalışma etiğinin yerini tüketim estetiğine bıraktığına işaret etmektedir. Ona göre tüketim toplumunu tamamlamakta, rotada tutmakta ve onu sık sık krizden kurtarmakta kullanılan şey, etik değil estetiktir.

Berman (2009: 134)’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, tarihte burjuvazinin başardığı en büyük işlerden birisi, insanın gelişme, sürekli değişme, kişisel ve toplumsal hayatın her alanında sürekli yenilenme kapasite ve güdüsünü özgürleştirmesi olmuştur. Tüketim toplumunda sosyal ve duygusal bağlılıklar da dahil her şey, “meta” olarak görüldüğünden her insan, potansiyel bir tüketici olarak görülmekte ve ona göre üretim yapılmaktadır. Tüketici davranışı zincirleme olarak bir sorundan diğerine, adım adım hayatın tamamını piyasaya bağladığından her arzuyu ya da her çabayı, satın alınabilecek bir araç ya da bir uzmanlık arayışına yöneltmektedir. Hayatın geniş kurgusu içindeki denetim sorunu ilke olarak erişebileceğimiz çok sayıda küçük satın alma edimlerine indirgenmektedir (Bauman: 2010a: 226). Birey, yapabileceği en basit işleri bile yapamaz hale gelerek piyasaya ve uzmanlık sistemlerine bağımlı hale gelmektedir. Bauman, strateji gereği piyasanın adım adım tüketiciyi kendine bağımlı hale getirdiğine işaret etmektedir.

Wolfgang Fritz Haug’un yerinde ifadesiyle, önce yeni ürünler günlük işleri çok daha kolay hale getirmekte sonra da günlük işler yardımsız yapılamayacak kadar güç hale gelmektedir. Örneğin; kamu ulaşımının çökmesiyle birlikte özel arabalar şehirleri yok edici bir bombardıman kadar etkili bir biçimde parçalamakta ve artık arabasız aşılması olanaksız mesafeler yaratmaktadır. Bura da iki durum karşımıza çıkmaktadır. Yeni ürünlerin piyasaya sürülmesinin beraberinde getirdiği becerilerin yok edilmesi olgusu nedeniyle ilk önerme doğrudur; yeni ürünün benimsenmesinin getirdiği çevrenin yeniden yapılandırılması olgusu nedeniyle de ikinci önerme doğrudur. Her iki durumda da yeni mallar kendilerini vazgeçilmez hale getirmekte, kendi zorunluluklarını yaratmaktadırlar. Çözümleyiciler zaman zaman bunu pazarın ya pay gereksinimler yaratma yetisi olarak açıklasalar da Bauman, bu olguyu pazarın yeni gereksinimleri doğal gereksinimlerden ayırt edilemeyecek hale getirme yetisi kapsamında açıklamanın çok daha yerinde olacağına işaret etmektedir (2003a: 195).

Toplumsal becerilerin yokluğunun yarattığı boşluk, piyasa tarafından doldurulmaktadır. Ürünler ve hizmetler ilk etapta kendilerini gerçek insani sorunların çözümleri olarak sunmak ta; fakat mallara ve hizmetlere olan bağlılık kısa sürede “pazar bağımlılığına dönüştüğünden sorunlara pazar eksenli çözüm aranmaktadır. Örneğin; herhangi bir çabaya girmeksizin karşı cinsin ilgisini çekmenin bir aracı olarak yeni bir marka parfüm, parti konuklarının birbirleriyle kaynaşmasını ve birbirlerini ilginç bulmasını sağlayan yeni marka bir şarap… Tüm bunlar her insani sorun için dükkânda bir yerlerde bekleyen bir çözümün var olduğunu göstermektedir Bu inanç, tüketicileri mallara ve onların vaatlerine karşı daha da dikkatli hale getirdiğinden, bağımlılığı derinleşmektedir (Bauman, 2003a: 196). Yine gittikçe büyüyen belirsizliğin adeta bir ahtapot gibi etrafımızı kuşattığı yönünde güçlü bir psikolojik baskı oluşturularak insani duygular sömürülmektedir. Hayatta kalmanın yüceltilmesiyle insanlar uzmanlık sistemlerinin kucağına itilmektedir. Netice itibariyle kişi, satın aldığı ve sahip olduğu çok sayıda şeyden oluşmuş bir kişiye dönüşmektedir. “Bana ne satın aldığını, hangi dükkândan satın aldığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” (Bauman: 2010: 227).

Baudrillard’ın ifadesiyle “kullan, at” kültürü gezegenimizi çöp kutusu uygarlığına dönüştürmektedir. Bu endüstrinin dallanıp budaklanması, dünyadaki birçok alanı çöplüğe dönüştürmüş tür ki kesin olarak bunların hepsi birer “insanlık atığı”dır (Bauman, 2007). Tüketim toplumunda “şeyler”, işlevselci bir bakış açısıyla ihtiyaçları ya da arzuları tatmin etme açısından değerlendirilmektedir. Şeylerin, tüketim nesnesi olarak görülmesi, onların yok edilmesi yönünde bir yaşam felsefesini de beraberinde getirmektedir. Tüketici olmak; tüketime ayrılmış şeylerin çoğunu kendine tahsis etmek, onları satın almak, onlar için para harcamak ve böylece başkalarının bunları izin almadan kullanmasını yasaklayarak özel mülk[iyet] haline getirmek demektir (Bauman, 1999: 39). Tüketici yaşam, sadece elde etmek ve sahip olmakla ilgili olmak bir yana, önceki gün elde edilen şeyden kurtulmak ve bir sonraki gün bun dan dolayı gurur içinde gösteriş yapmak bile değildir. Tüketici yaşamın ilk ve en önemli veçhesi, sürekli hareket halinde olmaktır. Thomas Hylland Eriksen in ifadesiyle söyleyecek olursak tüketim toplumunda hem geçmiş hem de gelecek “anın tiranlığı” tarafın dan tehdit edilmektedir. Baumana göre eğer Max Weber haklıysa yani üretici yaşamın etik ilkesi, tatminin ertelenmesi ise tüketici yaşamın etik ilkesi (eğer açıkça ifade edilebilecek zerre kadar bir etik ilkesi olabilirse) memnun kalmanın, tatmin edilmiş olmanın aldatıcılığıdır. Niyet ve amacını müşteri memnuniyeti olarak ifa de eden bir topluma en büyük tehdit memnun edilmiş müşteridir(2010b: 128-137).

İnceleyin:  Modern Zaman, Mekân ve Toplumsal Unutma

Pazarın ihtiyaçlar yelpazesinin genişletmesiyle psikolojik yoksulluk/yoksunluk sınırı sürekli ileri çekilerek tatmin ertelenmektedir. Taksitli alışveriş, borçlandırma vb alternatif ödeme ve finansman yöntemlerinin geliştirilmesiyle tüketicilerin bir zamanların üreticilerinden daha sıkı bir şekilde geleceklerini ipotek ederek piyasaya bağımlılıkları sürekli hale getirilmektedir. Tüketim toplumunda biriktirmek, tasarruf etmek ya da yatırım yapmak sadece tüketici tercihinin gelecekte genişlemesi vaadin den dolayı bir anlam ifade etmektedir. Bununla birlikte bunlar, sıradan tüketicilerin çoğunluğu tarafından tercih edilen seçenekler değildir. Gerçek bir tüketim toplumunda tasarruf yapmak neredeyse imkânsızdır. Eğer tüketicilerin çoğunluğu tasarrufa yönelirse bu sistem açısından bir felaket habercisidir. Çünkü artan tasarruflar ve azalan kredi alımları piyasalar için kötü haberlerdir. Tüketici kredilerinin kabarması “işlerin doğru yönde ilerlediğinin” kesin işareti olarak görülür. Bir tüketim toplumu, zevki er teleme çağrısını nazikçe karşılamayacaktır. Tüketim toplumu bir tasarruf cüzdanı değil, kredi kartları toplumudur. Tüketim toplu mu bir “şimdi” toplumudur, bekleyen bir toplum değildir; isteyen bir toplumdur (Bauman, 1999: 50).

19. yüzyılda para olmadan herhangi bir şeyi satın almak ahlaksızlık olarak nitelendirilirken 20. yüzyılda parası yetmese de ödemede sağlanan kolaylıklardan dolayı bir şeyi alamamak ayıp sayılmaktadır (Fromm, 2004: 65- 66). Genelde dinin, özel olarak da püriten mirasın öğrettiği çileci rejimlere, çalışkanlık, basiret ve tutumluluğa tam zıt giden “Şimdi yaşa, sonra öde” felsefesi tinsel fakirliğe ve hedonistik bencilliğe yol açmaktadır (Featherstone, 1996: 188). Bu toplumda “normal yaşam”, zevkli duyumlar ile parlak de neyim fırsatlarının görkemli bir gösteri şeklindeki kamusal teşhiri arasında tercihlerini yapmakla meşgul tüketicilerin yaşa mıdır. “Mutlu bir yaşam”, birçok fırsatı yakalamak ve çok azını kaçırmakla ya da hiçbirini kaçırmamakla özdeşleştirilmektedir. En fazla bahsedilen, en çok arzu edilen fırsatları yakalamak ve bunları başkalarından daha geç değil, tercihen daha erken yakalamak, (Bauman, 1999: 60) mutluluğun mottosu haline gelmiştir. Ürünler verebileceklerinden daha fazlasını vaat ettikleri ve tüketiciler er geç, tek tek her ürünün görünüşteki kullanım değeriyle gerçek kullanım değeri arasındaki bağdaşmazlığı fark edeceği için söz konusu inanç, yeni ve geliştirilmiş vaatler ve bunların maddi kanıtlarıyla sürekli olarak pekiştirilmektedir. “İçsel eskimişlik” şeklinde ayrıntılı olarak betimlenmiş görüngü buradan kaynaklanmaktadır. Planlanmış eskitme stratejisi gereği yeni ürünlerin asıl rolü, dünün ürünlerini eskimiş göstermektir. Eski/yeni ürünlerle birlikte onların gerçekleşmemiş vaatlerinin de anısı silinip gitmektedir (Bauman, 2003a: 196-197).

Postmodern tüketicinin yaşam oyununda, oyunun kuralları oyun oynanırken sürekli değişmektedir. Dolayısıyla burada strateji gereği her oyunun kısa tutulması gerekmektedir. Böyle olunca mantıklı bir biçim de oynanan hayat oyunu, çok büyük riskler taşıyan kapsamlı bir oyunun küçük riskler taşıyan bir dizi kısa ve dar oyun şeklinde bölünmesini beraberinde getirmektedir (Bauman, 2000a: 121). Oyunun kuralları sürekli değiştiğinden her an ayartıcı bir şeyin tüm çıplaklığı ile belirmesi ve görünüşte erişilir olması ihtimali, başarı sevincini kursakta bırakmaktadır. Çünkü sınır, engin gök yüzü olunca yeryüzündeki hiçbir hedef sizi tatmin etmeye yetmemektedir (Bauman, 2010a: 231). Bu toplumun “iç şeytanları’nı, tüketici piyasasının ayartıcı güçleri doğurmaktadır. Nasıl ki normatif düzenleme olmaksızın üreticiler toplumu bir şey yapamazsa tüketiciler toplumu da bu ayartma olmaksızın bir şey yapamaz. Böyle bir toplumda tüketiciler arzularını ve rüyalarını çılgınca ve sonsuza dek körükleyen piyasa eğilimine karşı bırakın savaşmayı, bunu akıllarından bile geçiremezler (Bauman, 2000a: 59). Umudun hiçbir engellemeye uğramadan sürekli coşku seviyesinde tutulması depresif bir duruma yol açmaktadır. Simmel (2005:173)’in ifadesiyle, “sınırsız zevk arayışı içerisinde bir hayat, insanı budala yapar. Çünkü sonunda hepsine karşı tepki gösteremeyecek kadar uzun süre sinirleri en güçlü tepkiyle tahrip eder”. Bireysel tüketimin artması, sistemin irrasyonalitesini örttüğünden bu sistemsel meşrulaştırma üzerin deki baskıyı hafifletmektedir. Böylece, bütüncül rasyonel bir planın yokluğu ile bağlantılı gerilimler yer değiştirmektedir. Modern toplumun rasyonel değerlerinin ve amaçlarının söylemsel olarak kurtarılması için zorunlu bir baskı oluşturmak yerine, bu gerilimler özel tüketimi ve tüketimin gerektirdiği meta arzını arttırması dürtüsüyle sonuçlanmaktadır. Bireysel özerklik biçimindeki modern proje, pazarın tanımladığı ve pazarın yönlendirdiği bir tüketici seçim özgürlüğü tarafından boyunduruk altına alınmıştır (Bauman, 2003a: 225).

Tüketim toplumunda yoksulluk, görünürde gayet demokratik yollardan kontrol edilerek baskı altına alınmaktadır. Malların üzerindeki fiyat etiketleri, sembolik olarak hangi malın kimin için üretildiğine işaret etmektedir. Bunlar, tüketicilerin alacakları kararları doğrudan etkilemeseler bile en azından gerçeğe uygun olanla uygulanabilir olan arasına ince bir hat çizmektedir. Piyasanın öne çıkardığı ve reklamını yaptığı görünürdeki eşit şansın arkasında tüketicilerin pratikteki eşitsizliği son derece profesyonel bir şekilde gizlenmektedir. Piyasa, görünürde son derece demokratik bir kurum olarak eşitliğin bayraktarlığını yapıyor görünse de fiyat mekanizması yoluyla eşitsizlikler sürekli canlı tutularak durmaksızın yeniden üretilmektedir. Burada baskı ve dürtü, mekanik olarak birbirini beslediğinden sürekli kendisini hissettirmektedir. Pazarlanan hayat tarzları, peşine düşenlere ayrıcalık bahşederken fiyat etiketleri, onlara yeterli düzeyde ödeme gücü olmayanların erişme sini gayet kibar bir şekilde engellemektedir. Bu ayrıcalık bahşedici işlev, onların çekim gücünü arttırdığından fiyatların sürekli yükselmesine yol açmaktadır (Bauman, 2010a: 233-234).

Ayartmanın bir iktidar aracı olarak kullanılması, bir yandan piyasaya bağımlılığı arttırırken diğer yandan psikolojik yoksulluk sınırını daha da ileriye çekmekte ve bireye yoksul olduğu, çalışması gerektiği sürekli hatırlatılarak motivasyonunun devamlılığı sağlanmaktadır. Kültürün tüketicilik evresinin en derinlikli çözümleyicilerin den biri olan Pierre Bourdieu, tüketici egemenliğinin, toplumsal bütünleşme ve egemenlik anlayışında ciddi bir değişimi beraberinde getirdiğine işaret etmektedir. Ona göre yeni egemenlik tarzının ayırt edici özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Bastırmanın yerini baştan çıkarma, zorla düzenlemenin yerini halkla ilişkiler, otoritenin yerini reklamcılık, kurallar dayatmanın yerini ise ge reksinim yaratma almıştır. Neo-liberalizm, toplum diye bir şeyi kabul etmediğinden erkek ve kadınlardan oluşan bireyleri esas almaktadır. Modern toplum, üyelerini birer tüketici olarak gör düğünden esas olarak onların birer tüketici olarak etkinlikleri, tüketim çevresinde düzenlenmiş yaşamlarıyla ilgilenmektedir. Bun dan dolayı bireylerin davranışlarındaki haz ilkesine bağımlı kılma yönündeki doğal güdülerinin ve eğilimlerinin bastırılmasına, gözetim ve denetim altında tutulmalarına gerek yoktur. Bu işle vi yeni dönemde pazar üstlenmiştir. Jacques Attali’nin ifadesiyle; bilgi teknolojilerinin özel tüketimin nesnesi haline getirilmesiyle “Gözetimli toplum yerini kendini gözetim altında tutan topluma bırakmıştır” (Bauman, 2003a: 200). Böylece baştan çıkarma, halkla ilişkiler, reklamcılık gibi mekanizmalar üzerinden bireylerin tercihleri manipüle edilmektedir. Tercih özgürlüğü adı altında seçenek bolluğuna boğulan birey, meşruiyetle ilgili inançlara gereksinim duyma gereği hissetmemektedir. Nasıl ki geleneksel faillerin iflas etmesiyle modern bir iktidar tekniği olarak panoptikon devreye girdiyse panoptikonun da eski işlevini kaybederek yerini sinoptikona bıraktığı görülmektedir.

Panoptikon’dan Sinoptikon’a ya da Baskıdan Ayartmaya

Panoptikon, azınlığın çoğunluğu gözetlemesine dayanırken; sinoptikon, çoğunluğun azınlığı gözetmesine işaret etmektedir. Michel Foucault (2007), mikro iktidar alanlarına odaklanarak göz üzerinden modernizm eleştirisi yaparken, görülmeden gör me/gören üzerine odaklanmaktadır. Bilimin gelişmesiyle iktidar çok daha spesifik yollara başvurmaktadır. Ona göre “Rasyonelleşme sözcüğü tehlikeli bir sözcüktür. Bizim yapmamız gereken, daima rasyonelleşmenin genel ilerlemesine başvurmaktan ziyade, spesifik rasyonaliteleri analiz etmek olmalıdır” (Foucault, 2011: 60-61). Bauman, gözetlemenin, izleme yoluyla disipline etmenin yeni bir şey olmadığını, bunun sadece modern hayatın anonimliğiyle yer değiştirdiğini belirtmektedir (Bauman, 2002: 56). Ona göre modernlik öncesi çağda yaşayanların güvenliklerini savunmak ve tehlikeye karşı savaşmak için kullanmayı öğrendikleri tek silah, ne kadar güçsüz olsa da kendi yoğun sosyallikleri, insan iliş kilerinin karmaşık oyunu idi.

“Köylüler de kasabalarda oturanlar da kendi güvenliklerini korumak için kendilerinden destek almak zorundaydılar. Psikolojik açıdan olduğu kadar fiziksel açıdan da. Güvenlik, bir dizi toplumsal dayanışma aracılığıyla sağlanmaya çalışılıyordu. Ayazdan korunmak için bedenlerine giysiler giyindikleri gibi, kendilerini aile, akrabalık, köy ya da kasaba cemaati adını verdikleri, birbiri ardı sıra gelen insan ilişkileri katmanlarıyla kuşattılar. …Kasaba cemaati, aile, dostluk, komşuluk ve çeşitli meclisler gibi tüm boyutlarıyla etkili ve gerçek dayanışma ilişkilerine nihai biçimini verdi. Şehrin simgesi surlar gibi bunlar, tehlikeli dışarısı ile çe şitli topluluk bağlarının insanları birbirine bağladığı içerisi arasındakisınırları belirliyordu. …Bu, dönemin sosyalliğinin kendisini tam olarak ifade edebilmek için, görece kısıtlı bir alana, yakın ve sık temaslara, çok sayıda ya da çok uzak olmayan buluşma mekânlarına gerek duyduğu anlamına gelmektedir” (Bauman, 2003a: 51).

Baumana göre cemaat dünyasının tablosunda bize en çarpıcı gelen nokta, geleneksel ortamda ne kadar etkili olmuş olursa olsunlar, güvenlik üreten mevcut araçların toplumsal mekânların genişlemesine hemen hiç ayak uyduramamış olmalarıdır. Doğaları gereği cemaatvari ilişkiler ancak küçük gruplar içinde, görece sınırları belli sahalarda işlev görebilmektedirler. Bunlar aynı zamanda, referans noktalarının, dayanışma ilişkilerinin oluşturduğu sağlam ağ içindeki öteki katılımcıların, uzun bir zaman dilimi boyunca sabit kaldığı, birbirlerini yakinen tanıdıkları, görece istikrarlı bir ortama ayarlıdırlar ve aynı zamanda bu ortamın da bir ürünüdürler. Yoğun sosyallik zeminine dayalı güvenliğin, genişletilmiş ya da akışkan bir toplumsal ortama aktarılması mümkün değildir. Bu ortamın üretiminde kullanılan temel beceri, ötekini bilinir kılmak, onu bilinen dünya içinde sabit bir konumu olan, tamamen bildik bir bireye dönüştürmektir. Bu tür bir iktidar ancak tam olarak görüş alanı içinde kaldıkları sürece tüm ötekilere uygulanabilmektedir (2003a: 51-52).

Kapalı toplumlar, modern toplumlar gibi karmaşık olmadığından, gündelik hayatın akışı içerisinde insanlar karşılaşabilecekleri muhtemel kişileri genellik le tanıdığından, gözetleme ve izleme son derece etkili bir sosyal baskı aracı olarak işlev görebilmektedir. Bu tür yapılarda sistem, kendisini izleme üzerinden üretmekte ve düzeni sağlamaktadır. Cemaatin her üyesinin tavır ve davranışları, birbirlerinin görsel denetimine açık olduğundan şeffaflık kaçınılmazdır. Fakat bu aynı zamanda üretilen güvenliğe ve güvenli ortama bir hudut çizmektedir. Çünkü sistem “tanıdık” olma üzerine kurulu olduğun dan bir insanın tanıyabileceği kişi sayısı sınırlıdır. Kırsaldan yaşanan göçlerle birlikte efendisiz insanlar, aylaklar, yerel cemaatlerin küçük ve esnek olmayan dünyasına akmaya başlayan bu kütlesel fazlalık, daha önce pürüzsüz şekilde işleyen “Ben seni gözlüyorum, sen beni gözlüyorsun” şeklindeki otokontrol sistemi, son derece zayıflatmıştır. Modern dönemde geleneksel failler iflas ettiğinden, geçmişte olduğu gibi disipline dayalı denetimin sıradan bir şey olarak yapılması artık mümkün değildir (Bauman, 2003a:55).

Yeni sorunların eski yöntemlerle çözülememesi, güvenlik açığını arttırdığından iktidar tekniklerinin yeniden düzenlenmesini ve devletin olaya müdahil olmasını kaçınılmaz hale getirmiştir. Thomas Mathiesen, modernliğin Sturm and Drunk safhasını aşıp son safhasına geçerken panoptikonun, yrini yavaş yavaş sinoptikona bıraktığını ileri sürmektedir. Günümüzde azınlığın çoğunluğu gözetlemesi değil, çoğunluğun azınlığı gözetlemesi gibi tersi bir durum söz konusudur. Kamusal erdemleri öğretecek kaynakların ortadan kaybolmasının yarattığı boşluk, özel cesaretin ve bu cesaretin getirdiği ödüllerin görünür örnekleri tarafından doldurulmaya çalışılmaktadır. Bundan dolayı çoğunluğun azınlığı seyretmekten başka seçeneği yoktur. Tüketim toplumunda çoğunluk, azınlığı isteyerek beğeniyle seyreder ve seyredilecek buna ben zer daha çok şey olmasını yüksek sesle ve açık açık talep eder. Özel hayatın kamunun bakışından gizlenmesi artık kamunun çıkarına değildir. Mühim ve ünlü olanlar ya da ünlü oldukları için mühim olanlar, artık bir çobanın iktidarına sahip olma hevesinde olma dıklarından, kamusal erdemler hakkında eğitim de vermemektedirler. Eski sürülerine verebilecekleri son hizmet, başkaları hayran olabilsin; ama aynı zamanda taklit etmeyi isteyip umabilsin diye kendi hayatlarını seyre çıkarmaktadır (Bauman, 2000b: 80-81). Panoptikon, özel olana açılmış yıpratma savaşma, özel olanı kamusal olan içinde çözündürme ya da en azından özel olanın kamusal olarak kabul edilebilir bir biçime sokulmaya direnen bütün parçacıklarını hasıraltı etme çabasına karşılık gelirken; sinoptikon, kamusal olanın yok oluş edimini, kamusal alanın özel olan tarafın dan işgal edilmesini, fethedilmesini, istila edilmesini ve parça parça ama amansızca sömürgeleştirilmesini yansıtmaktadır. Panoptikonun yerini sinoptikona bırakmasıyla özel alanla kamusal alanı bir birinden ayıran/birbirine bağlayan sınır hattına uygulanan baskılar da tersine dönmüştür (Bauman, 2000b: 81).

Postmoderniteyle birlikte görsellik ve tüketim kültürünün ön plana çıkması, “öteki” diye tabir edilen insanların hayatları, deşifre etmiştir. Özel olanın/alanın kamusal hale gelmesiyle öteki insanların hayatları gizlilik içinde yaşanmadığından, bu yaşamlar göz kamaştırıcı bir şekilde ulaşılabilir, erişilebilir ideal bir yaşam tarzı olarak lanse edilmektedir. Bu örneklem üzerinden kitlelerin kendilerine çeki düzen vermeleri, frekanslarını davetkâr ve ayartıcı simülasyonlara göre ayarlamaları gerektiği yönünde güçlü bir algı oluşturulmaktadır.Modern dönemde iktidarın denetleyici, yönetici, terbiye edici angajmanının postmodern dönemde yerini uzak durma, kaçma ve kaçınma yeteneğine bıraktığı görülmektedir. Bu yetenek her türlü angajmanı gereksizleştirerek, başta panoptik angajman biçimi olmak üzere gözetleme, talim ettirme ve disipline etme yoluyla kurulan angajman biçimlerini bir kenara atılabilir hale getirmiş tir. Günümüzde panoptikon tarzı kontrollere yapılan ödemeler gereksiz görüldüğünden, bunlar bir kayıp olarak değerlendiril mekte ve tamamen ortadan kaldırılması gerekmektedir. Çünkü çoğunluğu gözetlemek için bir azınlık tutmaktansa çoğunluğu azınlığa hayranlıkla bakmaya cezp eden bir tür kendin yap panoptikonu ya da sinoptikon çok daha etkili ve ekonomik bir kont rol aracıdır. Postmodern toplumda eski tarz panoptikonun rolü, yeni hareketlilik zevkini takip etmesi istenmeyen kesimlerin yerli yerinde tutulmasıyla sınırlandırılmıştır (Bauman, 2000b: 133).

Artık tahakkümü güvence altına almak için normatif düzenle melere gerek yoktur. Yönetme arzusunda olanlar derin bir nefes alabilir. Normatif düzenlemeler hantal, karışık ve pahalı teknikleri gerektirdiğinden iktisadi açıdan rasyonel görülmemektedir. Panoptikonlarla disiplini sağlamak için uygulanan pahalı ve zah metli talim yöntemleriyle kıyaslandığında kısıtlamaların yokluğu, kuralsızlık ve esneklik ileriye doğru atılmış dev bir adım olarak görülmektedir (Bauman, 2005:49). Tüketim toplumu zengini, gösterişli tüketiciyi bir patron, bir sömürücü, farklı bir sınıfın üyesi olarak değil, davranış modelini belirleyen izlenmesi gereken bir örnek; ulaşılması, aşılması ve geride bırakılması gereken bir hedef, herkesin izlemeye öykünmesi gereken yolda bir öncü ve öykünülmesi gerçekçi olan bir olum lama olarak lanse etmekte ve kendi yoksullarını üretmektedir. Seabrook’un ifadesiyle söyleyecek olursak “Bizim yoksulluğumuz öyle bir tarzda yeniden tanımlanmıştır ki insanları yoksulluktan kurtarmak için neyin gerekli olduğunu belirleme yönünde tüm girişimler sonuçsuz ve ulaşılamaz görünmektedir, umutsuz bir biçimde, gözümüzü korkutacak ölçüde yüksek maliyetlidir; bunun nedeni ise; yoksulluğun ihtiyaca göre değil, sınırsız bir üretme ve satma kapasitesine göre belirlenmesidir” (Bauman, 2003a: 222).

Bauman’ın ifadesiyle söyleyecek olursak, iğretilik her yerde olduğu zaman panoptikonlara gerek yoktur. Onlar artık terk edilebilir ve sökülebilirler. İnsanlar onların vaazları olmadan da işlerini aynı ölçüde iyi yapabilirler. İğretilik, onlar olmadan daha iyi durumda olur. Çünkü teslimiyetin yeni gerekçesi olan iğretilik, her zaman kinden daha büyük olduğu için insanlar mevcut koşullarını elde tutma ve geleceği değiştirme düşüncelerini teşvik edecek kadar güçlü bir kavrayış söz konusu olduğunda acınacak derecede ye tersiz kalan kendi aygıtlarıyla baş başa bırakılmışlardır. Tüketim toplumunda tüketicilerin ayartılması, baştan çıkarılması, tesadüfi ya da arızî bir durum olmaktan ziyade gayet bilinçli bir stratejinin ürünüdür. Piyasanın işleyebilmesi için malların kullanım süresi mümkün olduğunca kısa tutulmaktadır. Fakat bu döngünün düzenli olarak işleyebilmesi için baştan çıkartılmaya hazır ve istekli tüketici bir kitleye ihtiyaç vardır. Gereği gibi işleyen bir tüketim toplumunda tüketiciler, faal olarak baştan çıkartılma peşinde olduklarından sürekli hareket halindedirler. Cazibeden cazibeye, ayartılmadan ayartılmaya, bir yemden diğerine atılarak/atlayarak yaşarlar. Bu döngünün sürekliliğini sağlamak için kullanılan her yeni cazibe, ayartı ve yem bir öncekinden biraz farklı, belki biraz daha güçlüdür (Bauman, 1999: 43). Televizyonlarda gösterime sunulan kitlesel hayırseverlik gösterileri, her günkü sükûnet ve ahlaki kayıtsızlığı daha da katlanılabilir hale getirmekte ve yoksulların etik sürgününü doğrulayan inançları güçlendirmektedir (Bauman, 1999: 116).

Böylece tüketim toplumunu ayakta tutmak için düzenlenen tüm şölenlerin, karnavalların eleştiri süzgecinden geçirilmeden kabul edilmesi yönünde güçlü bir zihinsel altyapı oluşturulmaktadır. Sosyal sınıflar arasındaki sınır çizgileri, belir siz hale geldikçe üst sınıf tarafından empoze edilen itibar normu zorlayıcı etkisini sosyal yapının alt katmanlarına doğru az bir genellemeyle genişletebilmektedir. Bireyler üst katmanın moda olan hayat tarzını kendi görgü ideali olarak kabullenerek, enerjisini bu ideale göre yaşamaya hasretmektedir (Veblen, 2005: 66). Tüketim oyununa dahi olamama durumunda fatura bireyle re kesilmekte ve bireyler bunun hiç tartışmasız kendi hatalarının sonucu olduğuna inandırılmaktadırlar. Bireylerin yetersiz olduk larının aşırı derecede vurgulanması, onların kendilerine olan güvenlerini kaybetme riskini beraberinde getirmektedir ki bu, sis tem için son derece arzu edilir bir durumdur. Uyum sağlamayan herkes ekonomik yoksunluğa mahkûm edilir ve bu, garip münzevilere atfedilen zihinsel yetersizlikle sürdürülür. İnsan bir kez işleyen sistemin dışına atıldı mı, onu yetersizlikle suçlamak artık kolaydır (Adorno, 2009: 64). “Dikkatli ol yoksa başına geleceklere katlanırsın!” ilkesi üzerinden “kurbanlık psikolojisi” içselleştirilmek suretiyle insan iradesinin rolü minimize edilmektedir. İn sanların kendi kaderlerini çizen varlıklar olarak değil de hayatta kalmayı başarmaya odaklanmış varlıklar olarak sınırlandırılması (Furedi, 2001: 219) aslında kendisini değil başkalarını hedef al maktadır. Biz kendi ölümümüze tanık olmasak da başka insanların ölümlerine tanık oluruz. Başkalarının ölümü bizim başarılarımıza anlam katar ki bu; biz ölmemişiz, halâ yaşıyoruz anlamına gelmektedir (Bauman, 2012: 48). Bauman, yetersizliklerini fark eden insanların; yanlışın kendi yetersizliklerinin sonucuna varcaklarını, muhtemelen hatalı kişiliklerinin tamiri için bir uzman dan yardım isteyeceklerini ileri sürmektedir:

İnceleyin:  Modern Kültürde Hastalık ve Ölüm

“Uzman onların kuşkularını doğrulayacaktır. Evet, koşullarda yanlış bir şey yok, kusur içerde, onları kuşkusuz hep orada olan fırsatları yakala maktan alıkoyan yenilmiş olanın parçalanan benliğinde gizli. Uzman, hayal kırıklığına uğramış kişiye hayal kırıklığını yeniden yansıtacaktır. Hayal kırıklığının doğurduğu öfke böylelikle yayılmayacak ve dış dün yaya yöneltilmeyecektir” (2010a: 231-232).

Böylece sistemin irrasyonalitesi gayet rasyonel bir şekilde örtülerek kişiye neo-liberalizmin “alternatif yok amentüsu’nü (Bau man, 2000b: 12) kabul etmesinden başka bir seçeneğinin olmadığı gayet net bir şekilde ifade edilmektedir. Gündelik hayatın maksatlı bir şekilde kullanıma açılmasıyla eskiden karşılıklı olarak konuşmayla, anlayışla kazanılan be cerilerin pek çoğu kaybolmaya yüz tutmuştur. İnsanlar mutlu olmak için ihtiyaç duymadıkları şeylere sahip olmak için para kazanmaya zorlandıkça, ailelerine ve çevrelerine ayıracak yeterli zaman bulamamaktadırlar. Medya teknolojisi ve reklamlar aracı lığıyla teşhir edilen ideal yaşam tarzlarına karşı sürekli ayartılma baskısı altında sevgi, saygı, diğerkâmlık, duyarlılık, sadakat, vb insani duygu ve ilişkiler, doğal bağlamlarından koparak mübadele süreçlerinin nesnesi haline gelmektedir. İnsani bağlılıklar da dahil her şeyin tüketilecek bir meta konumuna indirgenmesi duygusallıktan ve sosyallikten doğan boşluğun metalar tarafın dan doldurulması gibi bir duruma yol açarak sevgiyi metalaştır- maktadır.

Piyasalaşmanın Sosyal Maliyeti: İnsani Atık

Bauman (2005: 70-71) günümüz siyasal ekonomisinin başlıca vasfının iktidarın siyasetten kaçması olduğuna işaret etmektedir. Bu kaçış geleneksel siyasal denetim kurumlan ve özellikle de devletlerin hükümetleri tarafından tezgâhlanan kuralsızlaştırma ve çoğu kez özelleştirme siyasetleri aracılığıyla kışkırtılmaktadır. Manuel Castells’in ifadesiyle söyleyecek olursak iktidar akmak ta ama siyaset yere/yerele bağlı kalmaktadır. İktidarın küresel ve ülkelerüstü akışkan bir hal alması, bütün yerleşik siyasal kurum lan yerellik girdabına hapsetmektedir. Bir zamanlar büyüme, işsizliğin sona erdirilmesi ya da azaltılması anlamına gelirken günümüzde artık küçülerek büyüme (iş gücünü azaltma, şubeleri kapatma), yatırımcılar tarafından ödüllendirilmektedir. Günün modası, işi esnek kılmayı gerekli kılmaktadır (Bauman, 2000a: 55). Roger Friedland’in ifadesiyle tepedekiler, “ötekilerin acı çektiği durumları kutluyorlar”. Büyüleyici ve isteyerek benimsenen var olmanın hafifliği, toplumsal merdivenin alt basamaklarına doğru inildiğinde gaddar ve üstüne üstlük alt edilemez bir kader lanetine dönüşmektedir (Bauman, 2005: 54). “Yoksullar zenginlerden farklı bir kültür içinde yaşamazlar, onlar da paralıların yararına kurulu bu dünya düzeninde yaşamak zorundadırlar. Ve yoksullukları, gerileme ve durgunlukla pekişip, ekonomik büyü meyle artar” (Bauman 2006: 109). Günümüzde hareketsizlik derecesi, toplumsal yoksunluğun başlıca ölçüsü ve özgürlükten yoksunluğun temel boyutu haline gelmiştir. Yoksullar, hayatlarını sürdürmek için küresel filonun kaprisli hava trafiğine güvenmek zorundadırlar.

Hareket etme ve yer değiştirme özgürlüğünün kısıtlanması, haz peşinde koşan, halinden memnun turistler ya da yeni iş fırsatları peşindeki gezgin iş adamlarıyla geçim derdindeki kızgın ekonomik göçmenler arasındaki uçurumu iyiden iyiye arttırmaktadır (Bauman, 2005: 51-53). Hareket özgürlüğü ve kaç(ın)ma yeteneği korunduğu sürece yabancıların varlığı kısıtlanamayacaktır. Ancak böyle bir durumda yabancılarının varlığının sağladığı çeşitli heyecan verici deneyim şansları memnunlukla karşılanabilir ve zevk verebilir. Bu durumda seçme özgürlüğünün tatlı meyveleri toplanabilir ve tam olarak tadılabilir. Sınırlar, ötekilerin bir şey yapmasını engellerken, aynı şeyi kendi iradesiyle yapılabilmesini sağlayanlara muazzam bir haz verebilir (Bauman, 2005: 114-115).Baumana göre çağdaş toplum, üyelerini esasen tüketici olarak görmektedir. Toplumun iyi eğitilmiş bir üyesi olabilmek için kimin tarafından oluşturulduğuna bakılmaksızın sosyal norma uymak gerekmektedir. Bu toplumda insanlardan tüketim piyasasının ayartmalarına anında cevap vermesi, arz temizleyici ta lebe katkıda bulunması ve iktisadi bunalım dönemlerinde tüketici önderliğinde iyileşmenin bir parçası olması beklenmektedir. Tatminkâr bir gelirden, kredi kartlarından ve daha güzel bir yaşam umudundan yoksun olanlar bunları yapmaya uygun değildir. Dolayısıyla bugün yoksulların ihlal ettiği norm, ihlal edilme sinin ihlal edenleri “anormal” kıldığı norm, çalışma değil tüketici ehliyeti ya da yeteneği normudur. Bugünün yoksulları özellikle işsiz değil, tüketici olmayanlardır. Onların yerine getiremedikleri sosyal yükümlülüklerin en önemlisi, pazarın sunduğu mal ve hizmetlerin aktif ve etkili alıcısı olmak olduğundan, onları öncelikle tanımlayan şey “defolu tüketiciler” olmalarıdır (1999:132).

Tüketim toplumunda yoksullar etkisiz eleman olarak görüldüğünden değerlendirilmeye alınmamakta ve benzer durumda olanlar yeni bir kategori olarak sınıfdışı çatısı altında toplanmaktadır. Myrdal (Bauman, 1999: 101)’ın ifadesiyle, “sınıfdışının üyeleri dışlanmanın kurbanlarıdır. Onların yeni statüsü dışarıda kalmayı tercih etmenin bir sonucu değildir. Dışlama iktisadi mantığın ürünü dür ve dışlananların bu mantık üzerinde hiçbir etki ve denetimi yoktur”. Yazılı olmamakla birlikte tüketim toplumunun temel kuralı, tercih etmekte özgür olmanın ehliyet gerektirdiğidir. Bauman (2001: 130-131) postmodern toplumda katmanları birbirinden ayıran faktörün açık arayla seçme özgürlüğü olduğuna işaret etmekte ve insanın seçme özgürlüğünün arttığı oranda postmodern toplum hiyerarşisindeki yerinin yükseldiğini belirtmektedir. Tercih özgürlüğünü kullanabilme becerisi, tercihte bulunanların tüm tercihlerini doğru yaptığı anlamına gelmemektedir. Çünkü iyi tercihler olduğu kadar kötü tercihler de vardır. Yapılan tercihin türü, ehliyetin ve ehliyet yokluğunun kanıtı olarak ele alındığın dan, yanlış tercihte bulunanlar ya da tercih etme özgürlüğünü kötüye kullananlar sınıfdışına itilmektedirler. Bauman (1999: 105) tüketim toplumunda yaşayan bireylerin iradi davranmalarının bir kandırmacadan ibaret olduğuna işaret ederek, yanlış tercihlerinin ve tercih ehliyetsizliğinin üzerinden faturanın bireylere kesildiğine işaret etmektedir. Tüketim toplumunda karar verme hakkı/seçme özgürlüğü, sahip olanla olmayan arasındaki ayırımın özünü oluşturmaktadır. Sahip olmakla olmamak arasındaki fark, özgürlükle bağımlılık arasındaki farka eşit olduğundan; şeylere sahip olmak, onlara sahip olmayanların ne yapmaları gerektiğine karar vermekte de özgür olmak demektir (Bauman, 2010a: 144).

Pratikte bunun vardığı nokta mülk-güç bileşiminin oluşturduğu sinerjiyle sahip olmayanların mülkün kullanımından dışlanmalarıdır. Bauman (1999: 97-98) sınıfdışının, devrimci bir ruh taşıyan işçi sınıfından veya sosyal hareketliliği merkeze alan alt sınıftan farklı bir toplumsal kategori olduğunu belirtmektedir. Sınıfdışı, kuşatıcı ve kapsayıcı olmayan, parçalarının toplamından daha küçük bir toplumun betimlenmesine aittir. Bunların diğer in sanların yaşamlarına hiçbir faydalı katkılarının olamayacağı ve genel olarak ıslah edilemez oldukları kabul edilmektedir. Bunlar, sınıfların ötesinde ve hiyerarşinin dışında, ne yeniden içeri alınma şansı ne de zorunluluğu olan insanlardan oluşan ayrı bir sınıfı çağrıştırmaktadırlar. Sınıfdışına itilen insanlar, sokakların ve kamusal alanların dışlama aracı olarak kullanılmasıyla buralardan uzak tutularak görüş alanı dışına itilmektedirler. Gözden ırak olan gönülden ırak olur misali, görmeme üzerinden güvenli bir yaşam alanı oluşturma aslında mekânın değişmesiyle zihinsel önceliklerin de değiştiğini göstermektedir. Eşitsizliğin artmasıyla ahlaki kaygılar da bastırılmaktadır. Bauman (1999: 136-137) ötekine acı çektirmenin sebep olduğu herhangi bir etik kaygının ortadan kaldıramadığı, hatta hafîfletemediği tam bir baş belasına indirgenen fenomenden hep birlikte kurtulmaya yönelik çok güçlü bir istek olduğuna işaret etmektedir. Günümüzde tehlike, neredeyse tamamen kentsel alanlara kaymıştır. Artık esrarengiz yabancılar kent sokaklarında birbirlerine karışmakta ve birbirleriyle temasa geçmektedirler. Güvensizliğe ve bilhassa da kişisel güvenliğe yönelik tehlikelere karşı açılan savaş artık kentin içinde sürdürülmekte ve hatta kentin içinde savaş alanları kurulmakta, cephe hatları çizilmektedir (Bauman, 2010b: 59).

Kent sakinleri yabancıların varlığını göz ardı edebilmeleri ne ve işaretleri görülen tehlikeleri etkisiz hale getirebilme derecelerine göre tabakalaşmalardır. Çağdaş kentlerde ikâmet eden pek çok kişi, uygulanabilir bir kaçınma stratjisi olmaksızın tekbaşlarına kalırlar. Genellikle yaşanabilir alanları sıkı bir kuşatma altındaki gettolaştırılmış alanlarla sınırlamak zorunda kalırlar. Onlar, en iyi durumda, kent sakinlerinin geri kalanını sınırların ötesinde tutmaya çalışabilirler. Ünlü, “girilemez alanlar”, kişinin onlara hangi taraftan baktığına bağlı olarak farklı görünür. Çünkü dışarıda dolaşacak kadar talihli olanlar için oralar “girilmez alanlar”dır. Ama içeridekiler için girilemez, aynı zamanda çıkılmaz anlamına gelmektedir (Bauman, 2005: 115). Seçkinlerin bu yurtsuzluğu baş döndürücü bir yurtsuzluk hissi verirken, diğerlerinin yurt temelli oluşu evde değil hapiste olma hissi vermektedir. Ötekilerin hareket özgürlüğü bu kadar göze batarken yurt temelli olmak çok daha aşağılayıcıdır. “Çakılı kalma”, canının istediği gibi hareket edememe, yoksulluğu daha da derinleştirmektedir (Bauman, 2006: 32). Günümüzde mekânsal ayrıştırma en güzel ifadesini gettolarda bulmaktadır. Gettolar yerli halkın yabancı kabul ettiği ve yabancılık statüsünün ilelebet sürmesini istediği, karışmayı reddettiği insanların ikâmetine ayrılmış belli alanlarda bulunmaktadır. Bazı istisnai durumlar haricinde buralara giriş-çıkış görünürde serbest olsa da pratikte oralarda oturanlar kapatıldıkları bölgeden dışarı çıkamazlar. Dışarının koşullarının katlanılmaz hale getirilmesi ve sefalet düzeyindeki yaşamlarının güçlerinin yetebildiği standardın tek olması onların hareket alanını daraltmaktadır (Bauman, 2010a: 73-74).

Kontrol noktalarını, resepsiyon ve güvenlik görevlilerinin hepsi, dışlamanın belirgin simgeleri olup denetledikleri yere ancak seçilmiş insanların girebileceği anlamına gelmektedir. Seçim kıstasları ise değişmektedir. Kontrol noktası örneğinde para en önemli kıstas olsa da uygun kıyafet ya da doğru deri rengi gibi talepleri karşılamayan birine giriş bileti verilmeyebilir. Görevliler, girmek isteyen kişinin buna hakkı olup olmadığına karar verirler. Kanıt gösterme yükümlülüğü bütünüyle girmek isteyene ait olduğundan girmek isteyen kişi, içeride olmaya hakkı olduğunu kanıtlamalıdır (Bauman, 2010a: 77). Ancak kendince yeterli kanıt göstermek ölçü değildir. Önemli olan gösterilen kanıtın denetleyici tarafından muteber kabul edilmesidir. Teşhir edilen mallar arasında gezinmek, etrafa göz gezdirirken hiçbir şeyi kaçırmamak, kalabalığın akışını kesintiye uğratmaksızın rastgele hareket etmek, denetimli bir iştiyakla ve bezgin bir görünüşle etrafa göz gezdirmek, başkaları tarafından görülmeksizin başkalarını gözetlemek, bedenlerin birbirlerine yakın durmasına rahatsızlık his- setmeksizin tahammül etmek, disiplin ve denetime ihtiyaç duy maktadır. Kısacası kent uzamlarında hareket etmek ya da konulu parkların ve müzelerin gösterilerini yaşantılamak “duyguların denetimli bir denetimsizliği’ni gerekli kılmaktadır (Featherstone, 1996: 54-55). Eğer yabancılar başka bir nedeni olmasa bile yalnızca sayıları nedeniyle evcilleştirilerek komşulara dönüştürülemi-yorlarsa onlarla birlikte yaşamak için sahte karşılaşma sanatında ustalaşmak gerekmektedir (Bauman, 1998: 188).

Bauman burada Erving Goffmana atfen “sivil dikkatsizlik”in bir iktidar aracı olarak kullanıldığına işaret etmektedir. Goffman, sivil dikkatsizliği bir şehirde yaşamayı mümkün kılan teknikler arasında en başta saymaktadır. Sivil dikkatsizlik, kişinin bakmıyor veya dinlemiyor gibi yaparak çevredekilerin yapıp ettikleriyle ilgilenmiyormuş gibi görünerek ortamı denetlemesiyle ortaya çıkmakta ve en yalın haliyle kendini göz göze gelmekten kaçınmakla ortaya koymaktadır. Gözlerin karşılaşması, her zaman yabancılar arasında izin verile bilir olandan daha kişisel bir ilişkiye davet anlamına gelmektedir. Kişinin anomim kalma hakkından vazgeçmesi, başka insanların gözünde görünmez kalma yönündeki varsayılan hakkından ve kararlılığından feragat ettiği ya da bunları askıya aldığı anlamına gelmektedir. Göz göze gelmekten itinayla sakınmak kişinin gözleri ara sıra kazara başka birine kayşa bile, dikkat etmediğinin alenen ilanı anlamına gelmektedir. Sivil dikkatsizliğin gayet kibar bir biçimde iktidar aracı olarak kullanılmasıyla görünürde yabancılara düşman muamelesi yapılmamakta ve böylece çoğu zaman düşmanın başına gelebilecek akıbetlerden de kurtulmaktadırlar (Bauman, 2010a: 82).

Bütün incelikli ayrım yöntemlerine rağmen davet edilmedikleri halde çevremizde dolanan, geliş ve gidişlerini kontrol edemediğimiz insanların bize eşlik etmesinden kaçmak bir yana, özellikle kamusal mekânlarda onların varlığını her an hissederiz. Onlar dünyanın uzamsal düzenini baltalarlar. Fiziksel ve ruhsal mesafe arasındaki uyumu bozarak, yalnızca uzaklarda olduğu düşünülen ve oralardayken hoşgörülen farklılık ve ötekilik türünü birincil yakınlık dairesinin içine sokarlar. Bundan dolayı yabancılar, hoşa gitmeyen bir yakınlık ve uzaklık sentezini temsil etmektedirler (Bauman, 2003b: 83). Onların mevcudiyetinin hiçbir saldırı tehlikesi taşımadığından asla emin olamayız. Sürekli olarak gözlerin üzerimizde olduğunu ve izlendiğimizi fark ettiğimiz için eylemlerimizin bizi gözleyenlerin bizim hakkımızdaki imgesini nasıl etkileyeceğini merak ederiz. Dolayısıyla onların görüş alanlarında kaldığımız sürece tek yapabileceğimiz ya da yapmamız gereken şey, dikkat çekmekten kaçınmak olmalıdır (Bauman, 2010a: 78- 79).

Sonuç

Bauman, çalışma etiği adı altında yoksulların zorla işe koşulmasıyla başlayan sürecin nihai anlamda dünyayı belirsizliğin hüküm sürdüğü bir yere dönüştürdüğüne işaret etmekte; fakat bunun sürdürülebilirliği noktasında somut bir eylem planı ortaya koymamaktadır. Ekonominin siyasetten ayrışarak ülkeler ve hükümetler üstü akışkan bir iktidar konumuna yükselmesi, eşitsizlikleri daha da arttırmaktadır. Sermaye sahiplerinin sosyal ve ahlaki sorumluluklarını bir kenara iterek iktidarlarını sağlamlaştırma yoluna gitmeleri yoksulluğu derinleştirmektedir. Bastırılan duyguların ve artan sefaletin beslediği belirsizlik üzerinden sürdürülmeye çalışılan küresel düzenin meşruiyeti tartışmalıdır. Çünkü sistem, insanı, adaleti ve eşitliği merkeze almaktan ziyade yoksulluk ve sefaletten beslenen belirsizliğe bel bağlamış görünmektedir. “Ötekiler” insanlık dışı bir konuma indirgenerek talihsizlikleri kendi bireysel hatalarının bir sonucu olarak lanse edilmektedir. Başarısızlıkları ve bunun beraberinde getirdiği yoksullukları insan gibi davranmayışlarına bağlanarak ve rasyonalize edilme yoluna gidilerek, fatura yoksullara kesilmektedir. Burada şunu söyleyebiliriz: Her ne pahasına olursa olsun, ayırım gözetilmeksizin bütün insanların, insan onuruna uygun bir şekilde hayatlarını sürdüre bilmelerinin yolu açılmalıdır. Gerek sermaye sahipleri ve gerek devletlerin hükümetleri, herkesin refahtan adil bir şekilde pay alabilmesi için gerekli düzenlemeleri hayata geçirmelidirler. Gelir dağılımdaki adaletsizliği özetlemesi açısından şunu söyleyebiliriz: Günümüzde dünya iki sınıf insandan oluşmaktadır: tokluktan uyuyamayanlar ve açların korkusundan uyuyamayanlar. Aslında yoksulların kötü yaşam koşulları, gündelik hayatlarındaki sıkıntılar, bakmasını bilenler için güçlü bir meydan okuyuş içermektedir.

Editör:Zülküf Kara – Zygmunt Bauman Sosyolojisi,syf:85-110

Kaynakça

Adorno, Theodor, W. (2009), Kültür Endüstrisi, Çev. Mustafa Tüzel & Nihat Ülner 8c Elçin Gen, İletişim Yayınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt (1998), Postmodern Etik, Çev. Alev Türker, Ayrıntı Ya yınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt (1999), Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Çev. Ümit Öktem, Sarmal Yayınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt (2000a), Postmodernizm ve Hoşnutsuzlukları, Çev. İsma il Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt (2000b), Siyaset Arayışı, Çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Ya yınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt (2001), Parçalanmış Hayat, Çev. İsmail Türkmen, Ayrın tı Yayınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt (2002), “Modernité, Postmodernite ve Etik”, Çev. Aytaç Yıldız, Doğu Batı, Yıl: 6, Sayı: 19. Bauman, Zygmunt (2003a), Yasa Koyucular ile Yorumlayıcılar, Çev. Kemal Atakay, Metis Yayınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt (2003b), Modernlik ve Müphemlik, Çev. İsmail Türk men, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt (2005), Bireyselleşmiş Toplum, Çev. Yavuz Alogan, Ay rıntı Yayınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt (2006), Küreselleşme, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Ya yınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt (2007), “Bir Modern Endüstri Krizi: İnsani Atık”, Çev. Tuğba Barış, Sosyoloji Notları, Temmuz-Ağustos-Eylül. Bauman, Zygmunt (2010a), Sosyolojik Düşünmek, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt (2010), Etiğin Tüketiciler Dünyasında Bir Şansı Var mı?, Çev. Funda Çoban 8c İnci Katırcı, De Ki Yayınları, Ankara. Bauman, Zygmunt (2012), Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Strateji leri, Çev. Nurgül Demirdöven, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Berman, Marshall (2009), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, Çev. Ümit Altuğ 8c Bülent Peker, İletişim Yayınları, İstanbul. Featherstone, Mike (1996), Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Çev. Meh met Küçük, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Fromm, Erich (2004), Çağdaş Toplumların Geleceği, Çev. Aydın Arıtan 8c Kaan H. Ökten, Arıtan Yayınları, İstanbul. Furedi, Frank (2001), Korku Kültürü, Çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Foucault, Michel (2007), İktidarın Gözü, Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayın ları, İstanbul.Foucault, Michel (2011), Özne ve İktidar, Çev. Işık Ergüden & Osman Akın- hay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Sennet, Richard (2010), Karakter Aşınması, Çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Ya yınları, İstanbul. Simmel, Georg (2005), “Metropol ve Zihinsel Yaşam”, Şehir ve Cemiyet, Haz. Ahmet Aydoğan, İz Yayınları, İstanbul. Veblen, Torstein (2005), Aylak Sınıfın Teorisi, Çev. Zeynep Gültekin & Cumhur Atay, Babil Yayınları, İstanbul.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir