Trajedi
Paylaş:

indir-113 Trajedi

İslam sanatlarında gerçekliği aşma düşüncesiy­le aşk arasındaki ilgi, bir bakıma, gerçeklik kaygısıy­la trajik arasındaki ilginin yerini alır. Aşk’ta hamleler, trajikte düzenli bir gelişme, yani olaylar serisi vardır. Gerçekçilik illiyet (causalité) ilkesini de beraberinde getirdiği için, belirli bir yönde gelişen olayların ara­sında zorunlu bir sebep netice münasebeti düşünü­lür. Bu yüzden kahraman kaçınılmaz sona varmak zorundadır. Oluşun sonsuz çeşitliliği ve sonsuz im­kânlar böylece teke indirilmekte, dolayısıyla tesadüf, mucize ve Allah’ın lütfü gibi durumlar dışarda bıra­kılmaktadır. Ama her şeye rağmen hür kabul edilen fert bu kaçınılmaz sona başkaldırır, karşısına çıkan aykırı güçlerle savaşır ve yenilir. Artık bir suçludur o, fakat bu şekilde bir suçlu oluş insanlığın gelişmesi ve yükselmesi için şarttır, yükselmek için trajedi şarttır.

Bu mânada trajedinin ne olduğunu şu cümley­le özetleyebiliriz: Brutus eğer Sezar’ı öldürmeseydi suçlu olacaktı, çünkü Roma onun elinde felakete sü­rükleniyordu: Sezar’ı öldürdüğü için yine suçludur, çünkü onu seviyordu.

Görüldüğü gibi, katıksız bir trajik durumda gerçekleştirilmesi gereken yüksek bir değer söz konusudur. Ne var ki bu yüksek değer gerçekleşirken bir başka yüksek değer yok olur. Sanat eserinde bu mânada bir “trajik”, müslüman sanatçının hiç anlaya­mayacağı bir durumdur. Esasen hayatta buna benzer durumlarla karşılaşmanın her zaman mümkün oldu­ğunu o da bilir. Fakat kalemi eline aldığı zaman mâdem ki değiştirebilme gücüne sahiptir, öyleyse Sezar’ı Brutus’a niçin öldürtsün? “Roma’yı kurtarmak için!” cevabı da onun için tatmin edici olmaktan uzaktır. Trajedi şairi isterse Roma’yı kurtaracak fevka-alâde bir çare bulabilir. Brutus’u böylece suçluluktan kurtarabilir. “Fakat bu gerçekte de böyledir” dendiğinde, müslüman şairin cevabı ancak şu olabilir: “Bu olmuş bitmiş bir olay olduğuna göre, onu yazmak« artık tarihçinin vazifesidir, şairin değil. Şair yazsa yazsa, Sezar’a mersiye yazar, Brutus’u ise lanetler.”

Kısaca söylemek gerekirse, yüksek bir değeri  gerçekleştirirken başka bir yüksek değerin yok edilmesi müslüman sanatçının asla kabul edemeyeceği bir durumdur. Esasen Sezar öldürülünceye kadar, bütün şartlar hazır olsa bile, ölümü zorunlu değildir.  Zorunluluk, ancak onun ölümünden sonra, yani durum artık değiştirilemeyecek hale gelince sözkonusu  olabilir. Çünkü o âna kadar, gerçekleşebilecek bir  çok imkân vardır.

Kur’an’da ve Tevrat’da bazı farklarla anlatılan Hazreti İbrahim ve oğlu kıssası bu bakımdan ilgi çe­kicidir. Hazreti İbrahim, rüyasında oğlunu boğazladı­ğını görür. Bu, bir İlahî emirdir: “Vaktaki bu suretle  ikisi de Allah’ın emrine râm oldular. İbrahim onu alnı üzere yıktı. Biz ona: “Ya İbrahim, rüyana sadakat gösterdin. Şüphesiz ki biz iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız” diye nidâ ettik. Hakikat bu apaçık ve kati bir imtihandı. Ona büyük bir kurbanlık fid­ye verdik” (K, 37/101-106).

Hazreti İbrahim’in İlâhî emri gerçekleştirmek gayesiyle oğlunu alnı üzere yıkması, birçokları tara­fından katıksız bir trajik durum olarak görülmüştür. Fakat başlangıçta zorunlu gibi görünen bir sonucun, İlahî bir lutufla nasıl zorunlu olmaktan çıktığını gös­termesi bakımından üzerinde ayrıca durulmaya de­ğer.

İnceleyin:  Hz. Muhammed’in Nağmesi

Esasen bir yüksek değeri gerçekleştirirken bir başka yüksek değeri yok eden ve bu yüzden suçlu duruma düşen kahraman etik (ahlakî) bir eylem içindedir. Buna karşılık, Kierkegaard’ın açık bir şekil­de gösterdiği gibi, İbrahim peygamberin fiili, ahlâkı aşan bir fiildir. Mesele bu kadarla da bitmez; imtihanı başardığı için kendisine son anda verilen “büyük kurbanlık fidye” yüksek bir değer gerçekleşirken bir başka yüksek değerin yok olmasını önlemiştir. Hal­buki trajik kahraman her hâlükarda suç işlemek du­rumundadır. Eğer büyük kurbanlık fidye verilmese de, İbrahim peygamber oğlunu gerçekten boğazla- saydı, trajik bir durum ortaya çıkar mıydı?

İlahî bir emir olmasa da, İbrahim peygamber imanını kendiliğinden isbat etmeye kalkışsaydı, o za­man belki kendisine büyük kurbanlık fidye verilme­yecek ve gerçekten suçlu duruma düşecekti. Fakat ilahî emir vaki olup da oğlunu gerçekten boğazlasaydı, Allah kötüyü emretmeyeceği için, suçlu duruma düşmeyecekti. Ama oğlunu çok seven bir baba oldu­ğu için şüphesiz acı çekecekti. Nitekim bu acıyı kur­banlık fidye gönderilinceye kadar çekmiştir.

Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, müslüman sanatçı, kahramanını böyle iki yüksek değer arasında seçim yapma zorunluluğunda hiçbir zaman bırakmamıştır. Bazan yüksek bir değerin çöküşünü göstermekle be­raber, müslüman hikayesinde, genellikle, yüksek bir değerin gerçekleşmesi sözkonusudur.

Mevlana’nın anlattığı Barsisa hikâyesi bu açı­dan dikkate değer bir örnektir. Bu hikâyede yok edi­len üstün bir değer vardır: Barsisa, gece gündüz iba­det eden biri olduğu hale şeytanın oyununa gelerek kendisine iyileştirmesi için gönderilen padişah kızını kirletir ve öldürmek zorunda kalır. Gerçekleşen hiç­bir yüksek değer olmadığı gibi, son anda, kendisini kurtaracağı ümidiyle şeytana secde bile eder. Hayata, dünya zevklerine bağlılığı idam sehpasında bile piş­manlık göstermesine mani olmuştur.

Buna benzer bir olayı Margarete ile yaşayan Faust ise, tam Barsisa hm durumuna düşmek, yani Mefisto’nun oyununa gel­mek üzereyken Margaret’in hayali görünür ve ona yaşadığı aşkın yüceliğini hatırlatır. Bunun üzerine bulunduğu yerden fırlayarak hapishaneye koşar ve onu celladın elinden kurtarmaya çalışır. Fakat Margaret için artık yaşamak lüzumlu değildir, önem verdiği tek şey, gerçek bir aşkın samimiyetidir. Faust ise, şeyta­nın yani Mefisto’nun görmek istediği aşağılık zevkle­rin üzerine yükseldiği için kurtulmuş, yani bir değeri gerçekleştirmiştir. Bu noktada Faust tam mânasıyla trajiktir. Suçludur; fakat suçluluk onun yükselmesini sağlamıştır.

Sultan Veled, Maarif de, Barsîsa’nın ibadetlerini zahiren yerine getirdiğini, esasen bu ibadetlerin ona birşey kazandırmadığını söyler. Bunun aksi olsaydı,yani Barsîsâ gerçekten inanmış bir insan olsaydı, şey­tanın iğvasına kapılmaz, hatta onunla mücadele ede­rek kötülüklerden büsbütün arınabilir, hakikate ula­şabilirdi. “Her düşman senin ilacındır” diyor Mevlâ-nâ, ’’Senin için hoş ve faydalı bir kimyadır” (M, ÎV/b.94), Çünkü insan imtihan için, iyi ile beraber kötüyle de karşı karşıya bırakılmıştır (K, 21/35). Barsîsa kö­tüyle mücadele edemediği için hem canını, hem ima­nını kaybeder. Halbuki padişahın kızına gerçekten aşık olsaydı, bu aşk, yüksek bir değerin gerçekleşmesi şeklinde tezahür edebilir, yani Leyla ile Mecnun hi­kayesinde olduğu gibi, cismanî hüviyetinden alınabi­lirdi. Nitekim Leylâ, Mecnun’u bulmak için çöle gider ve onu bulunca gerçek aşık olup olmadığını anla­mak gayesiyle:

İnceleyin:  Menkıbeler

 

Gel bezm-i visale mahrem olgıl,

Bir lahza benimle bem-dem olgıl

diye davet eder. Fakat Mecnûn:

Bende olan aşikâr sensin,

Ben hod yokum ol ki var sensin,

Daim sana bendedir tecelli,

Ger ben ben isem nesin sen ey yâr,

Ger sen sen isen neyim men-i zâr,

Ç\ün men olubam seninle memlû,

Vahdet revişinde hoş değil bu.

 

sözleriyle Leyla’nın teklifini reddeder. Bunun üzerine Leylâ ona aşkında ikiyüzlülük bulunup bulunmadığı­nı anlamak için kendisini imtihan ettiğini söyler.

 

Görüldüğü gibi, yüksek bir değer gerçekleşmiştir. Buna karşılık yok olan bir başka yüksek değer sözkonusu değildir. İbrahim peygamberin de Allah tarafından imtihan edildiği ve bu imtihanı başarıyla geçmesi dolayısıyla “büyük kurbanlık fidye” verildiği hatırlanacak olursa, müslüman hikâyesinin temelin­deki mantık ortaya çıkar. Mecnun burada artık trajik değil, epik bir kahramandır. Epik kahraman, yok ol­mayı göze alabilen, hayatın geçici güzelliklerine kuv­vetle “hayır” diyebilen kişidir. Gerçekleşen değer ise, birlik’te “bekâ” bulmak… Mecnun, tıpkı Hazreti İbra­him gibi putları kırmış, yani ruhundaki bütün çatış­maları yenmiş ve ebediyyen arınmıştır.

Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Mecnun eğer Leyla’nın davetini kabul etseydi -ki Leyla’nın davetini Apollon’un daveti olarak kabul edebilir trajik bir kahraman olabilir miydi? Bu soruya “hayır” cevabını verebiliriz; çünkü o zaman Barsîsâ’nın duru­muna düşecek, böylece kendisini yücelten aşk yok olacak, buna karşılık hiç bir değer gerçekleşmeye­cekti. Kısaca, aşk’ı yok etmek, klasik trajedideki suç gibi ethik bir nitelik taşımadığı için, Mecnun sadece suçlu olacaktı. Bir başka ifadeyle, Mecnun’un Leyla’nın davetini kabul etmesi halinde işleyeceği suç zorunlu değildir. Barsîsa’nın -belki de- sevdiği kı­zı’ öldürmesi eğer zorunlu olsaydı, o yine suçlu ola­cak, fakat aşağıların en aşağısına düşmeyecek, aksi­ne yücelecekti.

İşte bu mânada bir suçlu oluş, yaşanan hayatta her zaman görmek mümkünse de, İslam sanatlarında hiç bir zaman konu edilmemiştir. Esasen işlenmeğe değer tek konu vardır: Aşk. Aşk, yüksek bir değerin, hiç bir yüksek değeri yok etmeksizin gerçekleşmesi mânasına gelir. Kahraman her zaman âşıktır ve onun hikâyesi her zaman epik’tir.

Beşir Ayvazoğlu-İslam Estetiği