İslam sanatlarında gerçekliği aşma düşüncesiyle aşk arasındaki ilgi, bir bakıma, gerçeklik kaygısıyla trajik arasındaki ilginin yerini alır. Aşk’ta hamleler, trajikte düzenli bir gelişme, yani olaylar serisi vardır. Gerçekçilik illiyet (causalité) ilkesini de beraberinde getirdiği için, belirli bir yönde gelişen olayların arasında zorunlu bir sebep netice münasebeti düşünülür. Bu yüzden kahraman kaçınılmaz sona varmak zorundadır. Oluşun sonsuz çeşitliliği ve sonsuz imkânlar böylece teke indirilmekte, dolayısıyla tesadüf, mucize ve Allah’ın lütfü gibi durumlar dışarda bırakılmaktadır. Ama her şeye rağmen hür kabul edilen fert bu kaçınılmaz sona başkaldırır, karşısına çıkan aykırı güçlerle savaşır ve yenilir. Artık bir suçludur o, fakat bu şekilde bir suçlu oluş insanlığın gelişmesi ve yükselmesi için şarttır, yükselmek için trajedi şarttır.
Bu mânada trajedinin ne olduğunu şu cümleyle özetleyebiliriz: Brutus eğer Sezar’ı öldürmeseydi suçlu olacaktı, çünkü Roma onun elinde felakete sürükleniyordu: Sezar’ı öldürdüğü için yine suçludur, çünkü onu seviyordu.
Görüldüğü gibi, katıksız bir trajik durumda gerçekleştirilmesi gereken yüksek bir değer söz konusudur. Ne var ki bu yüksek değer gerçekleşirken bir başka yüksek değer yok olur. Sanat eserinde bu mânada bir “trajik”, müslüman sanatçının hiç anlayamayacağı bir durumdur. Esasen hayatta buna benzer durumlarla karşılaşmanın her zaman mümkün olduğunu o da bilir. Fakat kalemi eline aldığı zaman mâdem ki değiştirebilme gücüne sahiptir, öyleyse Sezar’ı Brutus’a niçin öldürtsün? “Roma’yı kurtarmak için!” cevabı da onun için tatmin edici olmaktan uzaktır. Trajedi şairi isterse Roma’yı kurtaracak fevka-alâde bir çare bulabilir. Brutus’u böylece suçluluktan kurtarabilir. “Fakat bu gerçekte de böyledir” dendiğinde, müslüman şairin cevabı ancak şu olabilir: “Bu olmuş bitmiş bir olay olduğuna göre, onu yazmak« artık tarihçinin vazifesidir, şairin değil. Şair yazsa yazsa, Sezar’a mersiye yazar, Brutus’u ise lanetler.”
Kısaca söylemek gerekirse, yüksek bir değeri gerçekleştirirken başka bir yüksek değerin yok edilmesi müslüman sanatçının asla kabul edemeyeceği bir durumdur. Esasen Sezar öldürülünceye kadar, bütün şartlar hazır olsa bile, ölümü zorunlu değildir. Zorunluluk, ancak onun ölümünden sonra, yani durum artık değiştirilemeyecek hale gelince sözkonusu olabilir. Çünkü o âna kadar, gerçekleşebilecek bir çok imkân vardır.
Kur’an’da ve Tevrat’da bazı farklarla anlatılan Hazreti İbrahim ve oğlu kıssası bu bakımdan ilgi çekicidir. Hazreti İbrahim, rüyasında oğlunu boğazladığını görür. Bu, bir İlahî emirdir: “Vaktaki bu suretle ikisi de Allah’ın emrine râm oldular. İbrahim onu alnı üzere yıktı. Biz ona: “Ya İbrahim, rüyana sadakat gösterdin. Şüphesiz ki biz iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız” diye nidâ ettik. Hakikat bu apaçık ve kati bir imtihandı. Ona büyük bir kurbanlık fidye verdik” (K, 37/101-106).
Hazreti İbrahim’in İlâhî emri gerçekleştirmek gayesiyle oğlunu alnı üzere yıkması, birçokları tarafından katıksız bir trajik durum olarak görülmüştür. Fakat başlangıçta zorunlu gibi görünen bir sonucun, İlahî bir lutufla nasıl zorunlu olmaktan çıktığını göstermesi bakımından üzerinde ayrıca durulmaya değer.
Esasen bir yüksek değeri gerçekleştirirken bir başka yüksek değeri yok eden ve bu yüzden suçlu duruma düşen kahraman etik (ahlakî) bir eylem içindedir. Buna karşılık, Kierkegaard’ın açık bir şekilde gösterdiği gibi, İbrahim peygamberin fiili, ahlâkı aşan bir fiildir. Mesele bu kadarla da bitmez; imtihanı başardığı için kendisine son anda verilen “büyük kurbanlık fidye” yüksek bir değer gerçekleşirken bir başka yüksek değerin yok olmasını önlemiştir. Halbuki trajik kahraman her hâlükarda suç işlemek durumundadır. Eğer büyük kurbanlık fidye verilmese de, İbrahim peygamber oğlunu gerçekten boğazla- saydı, trajik bir durum ortaya çıkar mıydı?
İlahî bir emir olmasa da, İbrahim peygamber imanını kendiliğinden isbat etmeye kalkışsaydı, o zaman belki kendisine büyük kurbanlık fidye verilmeyecek ve gerçekten suçlu duruma düşecekti. Fakat ilahî emir vaki olup da oğlunu gerçekten boğazlasaydı, Allah kötüyü emretmeyeceği için, suçlu duruma düşmeyecekti. Ama oğlunu çok seven bir baba olduğu için şüphesiz acı çekecekti. Nitekim bu acıyı kurbanlık fidye gönderilinceye kadar çekmiştir.
Rahatlıkla söyleyebiliriz ki, müslüman sanatçı, kahramanını böyle iki yüksek değer arasında seçim yapma zorunluluğunda hiçbir zaman bırakmamıştır. Bazan yüksek bir değerin çöküşünü göstermekle beraber, müslüman hikayesinde, genellikle, yüksek bir değerin gerçekleşmesi sözkonusudur.
Mevlana’nın anlattığı Barsisa hikâyesi bu açıdan dikkate değer bir örnektir. Bu hikâyede yok edilen üstün bir değer vardır: Barsisa, gece gündüz ibadet eden biri olduğu hale şeytanın oyununa gelerek kendisine iyileştirmesi için gönderilen padişah kızını kirletir ve öldürmek zorunda kalır. Gerçekleşen hiçbir yüksek değer olmadığı gibi, son anda, kendisini kurtaracağı ümidiyle şeytana secde bile eder. Hayata, dünya zevklerine bağlılığı idam sehpasında bile pişmanlık göstermesine mani olmuştur.
Buna benzer bir olayı Margarete ile yaşayan Faust ise, tam Barsisa hm durumuna düşmek, yani Mefisto’nun oyununa gelmek üzereyken Margaret’in hayali görünür ve ona yaşadığı aşkın yüceliğini hatırlatır. Bunun üzerine bulunduğu yerden fırlayarak hapishaneye koşar ve onu celladın elinden kurtarmaya çalışır. Fakat Margaret için artık yaşamak lüzumlu değildir, önem verdiği tek şey, gerçek bir aşkın samimiyetidir. Faust ise, şeytanın yani Mefisto’nun görmek istediği aşağılık zevklerin üzerine yükseldiği için kurtulmuş, yani bir değeri gerçekleştirmiştir. Bu noktada Faust tam mânasıyla trajiktir. Suçludur; fakat suçluluk onun yükselmesini sağlamıştır.
Sultan Veled, Maarif de, Barsîsa’nın ibadetlerini zahiren yerine getirdiğini, esasen bu ibadetlerin ona birşey kazandırmadığını söyler. Bunun aksi olsaydı,yani Barsîsâ gerçekten inanmış bir insan olsaydı, şeytanın iğvasına kapılmaz, hatta onunla mücadele ederek kötülüklerden büsbütün arınabilir, hakikate ulaşabilirdi. “Her düşman senin ilacındır” diyor Mevlâ-nâ, ’’Senin için hoş ve faydalı bir kimyadır” (M, ÎV/b.94), Çünkü insan imtihan için, iyi ile beraber kötüyle de karşı karşıya bırakılmıştır (K, 21/35). Barsîsa kötüyle mücadele edemediği için hem canını, hem imanını kaybeder. Halbuki padişahın kızına gerçekten aşık olsaydı, bu aşk, yüksek bir değerin gerçekleşmesi şeklinde tezahür edebilir, yani Leyla ile Mecnun hikayesinde olduğu gibi, cismanî hüviyetinden alınabilirdi. Nitekim Leylâ, Mecnun’u bulmak için çöle gider ve onu bulunca gerçek aşık olup olmadığını anlamak gayesiyle:
Gel bezm-i visale mahrem olgıl,
Bir lahza benimle bem-dem olgıl
diye davet eder. Fakat Mecnûn:
Bende olan aşikâr sensin,
Ben hod yokum ol ki var sensin,
Daim sana bendedir tecelli,
Ger ben ben isem nesin sen ey yâr,
Ger sen sen isen neyim men-i zâr,
Ç\ün men olubam seninle memlû,
Vahdet revişinde hoş değil bu.
sözleriyle Leyla’nın teklifini reddeder. Bunun üzerine Leylâ ona aşkında ikiyüzlülük bulunup bulunmadığını anlamak için kendisini imtihan ettiğini söyler.
Görüldüğü gibi, yüksek bir değer gerçekleşmiştir. Buna karşılık yok olan bir başka yüksek değer sözkonusu değildir. İbrahim peygamberin de Allah tarafından imtihan edildiği ve bu imtihanı başarıyla geçmesi dolayısıyla “büyük kurbanlık fidye” verildiği hatırlanacak olursa, müslüman hikâyesinin temelindeki mantık ortaya çıkar. Mecnun burada artık trajik değil, epik bir kahramandır. Epik kahraman, yok olmayı göze alabilen, hayatın geçici güzelliklerine kuvvetle “hayır” diyebilen kişidir. Gerçekleşen değer ise, birlik’te “bekâ” bulmak… Mecnun, tıpkı Hazreti İbrahim gibi putları kırmış, yani ruhundaki bütün çatışmaları yenmiş ve ebediyyen arınmıştır.
Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Mecnun eğer Leyla’nın davetini kabul etseydi -ki Leyla’nın davetini Apollon’un daveti olarak kabul edebilir trajik bir kahraman olabilir miydi? Bu soruya “hayır” cevabını verebiliriz; çünkü o zaman Barsîsâ’nın durumuna düşecek, böylece kendisini yücelten aşk yok olacak, buna karşılık hiç bir değer gerçekleşmeyecekti. Kısaca, aşk’ı yok etmek, klasik trajedideki suç gibi ethik bir nitelik taşımadığı için, Mecnun sadece suçlu olacaktı. Bir başka ifadeyle, Mecnun’un Leyla’nın davetini kabul etmesi halinde işleyeceği suç zorunlu değildir. Barsîsa’nın -belki de- sevdiği kızı’ öldürmesi eğer zorunlu olsaydı, o yine suçlu olacak, fakat aşağıların en aşağısına düşmeyecek, aksine yücelecekti.
İşte bu mânada bir suçlu oluş, yaşanan hayatta her zaman görmek mümkünse de, İslam sanatlarında hiç bir zaman konu edilmemiştir. Esasen işlenmeğe değer tek konu vardır: Aşk. Aşk, yüksek bir değerin, hiç bir yüksek değeri yok etmeksizin gerçekleşmesi mânasına gelir. Kahraman her zaman âşıktır ve onun hikâyesi her zaman epik’tir.
Beşir Ayvazoğlu-İslam Estetiği
0 Yorumlar