Tekfîr ve İlâhî Rahmetin Genişliği
Paylaş:

Gazzâlî

[1]

çev. Zeynep Şeyma Özkan

Faysalü’t-tefrika beyne’l-İslâm ve’z-zendeka ve el-Mustafa’sından seçilen bu metinlerinde Gazzâlî (ö. 505/1111), bir kişiye ya da zümreye küfür ve inkâr isnad etmenin her şeyden önce risâlete yönelik bilinçli bir yalanlayışla ve bu doğrultuda sergilenen inatçı bir karşı koyuşla ilgili olduğunun tespiti­ne odaklanır. Öncelikle küfür isnat etme fiilinin {tekfir) şer‘î bir hüküm ol­duğunu belirten Gazzâlî, metin boyunca konuya ilişkin temkinli bir tavır sergilemenin gerekliliğini temellendirmekte ve konunun İslâmî ilimlerde bulduğu karşılıkları ilkesel açıdan değerlendirmektedir. Bu bağlamda rah­met ve tekfîr arasındaki irtibatın ortaya konulmasına odaklanan Gazzâlî, küfür isnadının şer‘î hüküm olma niteliği üzerinden meseleye yaklaşarak hem hükmün atıf ve tatbiki hem de rahmetin tezahür ve ihatası bakımın­dan daraltılmasına ve genişletilmesine yönelik bir çerçeve sunar. Gazzâlî burada bir taraftan mutlak anlamıyla ve edebî cehennemlik hükmüyle yö­neltilecek bir tekfirin İslam ümmetine tatbikinin önünü almayı denerken, diğer taraftan Hz. Peygamber’in adının ve tebliğinin ulaşmadığı toplulukların da rahmet dairesi içerisinde bulunacağını söyleyerek anlatımını güçlen­dirir. İnsanların cehenneme atılma süreçleri hakkındaki rivayetler üzerine akidevî açıdan bir yorum çerçevesi belirleyen Gazzâlî, rahmetin gazaba üs­tünlüğüne ilişkin kabul bağlamında şefaati cehennem karşısında bir koru­naklı etki alanı olarak görür. Tekfir fiilinin kaynağının akıl olamayacağım, aksi takdirde te’vil her türlü kaynaklı olumsuz açılımın tekfir gerektireceği­ni, böyle bir bakış açısıyla fırkalara yaklaşmanın yetersizliğini vurgulama­sı, Gazzâlfnin şer‘î bir hüküm olarak tekfire ilişkin anlatımını ve rahmet dairesinin genişliğine ilişkin vurgularım gerekçelendiren temel hareket noktasıdır.

Fasıl: [Küfür ve İmanın Tanımı]

Taklitçi sınıfların tammlan sende konuyla ilgili bazı çelişkilere sebep olduğu için küfrün tanımını öğrenmeyi istediğini sanıyorum. Bil ki, bunun açıklaması uzun, anlaşılma süreci karmaşıktır, fakat ben sana akıl yürütmende esas alabi­leceğin doğru ve her durumda sonuç veren {muttaride mün’akise) bir alamet ve­receğim. Bu alamet sayesinde çeşitli gruplan tekfir etmek ve yollan birbirinden farklı olsa bile “Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun elçisidir” sözün­den ayrılmadıkları, onunla çelişmeyip onu doğruladıktan müddetçe ehl-i İslam’a dil uzatmak gibi bir hataya düşmekten dönebilirsin. Tüm bunlardan sonra bana göre küfür, Rasûlullah’ın (s.a.s.) getirdiği şeyi yalanlamaktır {tekzîb). İman da onun getirdiği her şeyi doğrulamaktır {tasdik).

Buna göre, Yahudi ve Hıristiyan, Rasûlullah’ı yalanladığı için kâfirdir. Berâ- himî de evleviyetle kâfirdir, çünkü diğer rasûller gibi bizim Rasûlümüzü de inkâr etmiştir. Dehrî de evleviyetle kâfirdir, çünkü rasûllerle birlikte onlan göndereni, [yani Allah’ı] inkâr etmiştir. Bunların tekfir edilmesi küfrün kölelik ve hürlük gibi şert bir hüküm olmasına dayanır, çünkü tekfirin anlamı, [kâfirin] öldürül­mesinin mubah oluşuna ve cehennemde ebedî olarak kalışına hükmetmektir.

Küfrün anlaşılma biçimi de şeriata dayalıdır, dolayısıyla da ya nasla ya da nas tarafından belirlenmiş olana {mansûs) kıyasla bilinir. Yahudiler ve Hıris­tiyanların küfrü] hakkında da nas vardır, Berâhime, Seneviyye, Zenâdika ve Dehriyye de evleviyetle onlara katılırlar. Bunların hepsi rasûlleri yalanlama noktasında ortaktır. O halde bütün kâfirler, rasûlü yalanlar; rasûlü yalanlayan herkes de kâfirdir, işte bu her durumda doğru sonuç veren (muttaride mün’aki- se) bir alamettir. (…)

Fasıl: [İlâhî Rahmetin Genişliği]

Belki de şöyle düşünüyorsun: Sen tekfiri şer‘î naslan yalanlamak şeklinde an­lıyorsun. Hâlbuki insanlar üzerindeki İlâhî rahmeti daraltan bir kelâmcı değil, hüküm koyucu (şâri*) olarak Hz. Peygamber’dir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ kıyamet gününde Âdem’e buyurur: ‘Ey Âdem! Zür- riyetinden cehenneme gönderilecekleri çıkar.’ Âdem de ‘Ne kadarım?’ der. Allah Teâlâ buyurur: ‘Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzunu.’”1 Yine Hz. Pey­gamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacak­tır, onlardan sadece bir tanesi kurtuluşa erecektir.”[2]

Buna cevabım şöyle olur: Birinci hadis sahihtir, fakat orada kastedilen ce­hennemde ebedî kalacak kâfirler değildir. Onlar cehenneme girerler ve ona arz edilirler ve orada günahları ve işledikleri kötülükler miktannca bırakılırlar. Gü­nah işlemekten masum olanlar ancak binde birdir, bu sebeple Allah Teâlâ “Siz­den cehenneme varmayacak hiç kimse yoktur.” (Meryem 19:71) buyurmuştur. Diğer yandan [hadiste geçen] “cehenneme gönderilecekler” ifadesi, onu günahla­rı ile hak edenler içindir, [fakat] bazı hadislerde belirtildiği gibi, şefaat sayesinde cehennem yolundan geri çevrilmek de mümkündür.

İlâhî rahmetin genişliğine delâlet eden çok sayıda hadis de buna şahitlik eder, bunlar sayılamayacak kadar fazladır. Biri Hz. Âişe’den (r.a.) rivayet edil­miştir: “Bir gece Hz. Peygamberi (s.a.s.) kaybettim ve hemen aramaya baş­ladım. Onu gördüğümde bir odada namaz kılıyordu. Başının üzerinde üç nur gördüm. Namazım bitirdiğinde ‘Ne oluyor? Sen de kimsin?’ dedi. Ben ‘Âişe, yâ Rasûlallah’ dedim. ‘Şu üç nuru gördün mü?’ dedi. ‘Evet yâ Rasûlallah’ dedim. ‘Birinci nurda Rabbimden bana birisi geldi ve bana Allah’ın ümmetimden yet­miş bin kişiyi hesapsız ve azapsız cennete girdireceğini müjdeledi. Sonra Rab­bimden ikinci nurda gelen bana Allah’ın ümmetimden yetmiş bin kişiden her biri yerine yetmiş bin kişiyi hesapsız ve azapsız cennete girdireceğini müjde­ledi, Sonra Rabbimden üçüncü nurda gelen, bana Allah’ın ümmetimden her bir kişi yerine yetmiş bin kere yetmiş bin kişinin hesapsız ve azapsız cennete gireceğini müjdeledi’ dedi. Ben de ‘Yâ Rasûlallah, ümmetinin sayısı bu kadar değildir!’ dedim. O da ‘Bedevilerden oruç tutmayan ve namaz kılmayanlar ile sayınız tamamlanır’ dedi.[3]

İlâhî rahmetin genişliğine delâlet eden bu ve benzeri rivayetler çoktur. Bun­lar Hz. Muhammed’in (s.a.s.) ümmetine hastır. Benim fikrime göre rahmet, ce­henneme ya bir an ya da bir saat kalacak kadar kısa, ya da haklarında “Ce­henneme gönderildiler” denilebilecek kadar uzun bir müddet için arz olunacak olsalar bile geçmiş ümmetlerin büyük kısmını kapsar. Hatta bana göre rahmet bizim zamanımızdaki Hıristiyan BizanslIların ve Türklerin çoğunu kapsaya­caktır. Kastettiğim, BizanslIların ve Türklerin uzak illerinde olup kendilerine davet ulaşmayanlardır. Bunlar Üç sınıftır: (i) Birinci sınıfa Hz. Peygamber’in ismi hiç ulaşmamıştır; onlar mazurdurlar, (ii) Bir diğer sınıfa Hz. Peygamber’in ismi, peygamberlik vasfı ve gösterdiği mucizeler ulaşmıştır. Bunlar İslam ül­kelerine komşu ve onlarla iç içe olanlardır. Bunlar cehennemde ebedî kalacak kâfirlerdir, (iii) Üçüncü sınıf ise iki sınıf arasındadır. Onlara Hz. Peygamber’in ismi ulaşmış, fakat peygamberlik vasfı ve özellikleri ulaşmamıştır. Aslında on­lar çocukluklarından itibaren peygamberlik iddiasındaki yalancı ve ortalığı ka­rıştıran Muhammed isminde birinden bahsedildiğini duymuşlardır. Bu, bizim çocuklarımızın Mukanna*[4] isminde yalan yere peygamberlik iddiasında bulunan bir yalancıyı duymalarına benzer. Bu grup bana göre birinci sınıfa girer, bunlar peygamberin özelliklerini işitmemiş olsalar da bunların tam zıddını duymuşla­dır. Bu da kişiyi [peygamberliğin doğru özellikleri üzerinde] düşünme ve araş­tırmaya yönlendirmez.

İnceleyin:  Sahabelerin İhtilafını Te’vil Etmek

Diğer hadisteki “Onlardan sadece bir tanesi kurtuluşa erecektir” kısmı farklı şekillerde rivayet edilmiştir. Bir rivayette bu kısım “Onlardan ancak biri helâk olacaktır” şeklindedir, fakat meşhur olam birincisidir. “Kurtuluşa eren” ile kas­tedilen, cehenneme gönderilmeyecek ve şefaate ihtiyaç duymayacak olanlardır. Hatta zebanilerin cehenneme atmak için tuttukları insanlar bile mutlak anlam­da “kurtuluşa eren’Ter arasında sayılmaz. Bu zebanilerden şefaat sayesinde kur- tulsalar da bu değişmez.

Bir başka rivayette ise “Zındıklar haricinde hepsi cennettedir, onlar da tek bir fırkadır” denmiştir.[5] Rivayetlerin tümünün sahih olması mümkündür. Helâk olacak tek bir grup varsa, bunlar cehennemde ebedî kalacak olanlardır, böylece helâk olacak bu tek grup kurtuluşlarından ümit kesilenler olmuş olur. Çünkü helâk olduktan sonra bunlardan iyilik ümit edilmez. Kurtuluşa eren tek bir grup var ise de bunlar cennete hesapsız ve şefaate ihtiyaç duymadan girecek olanlar­dır. Çünkü hesaba çekilen mutlaka azap görür, o da kurtuluşa ermiş sayılmaz. Şefaate ihtiyaç duyansa bir tür zillete düştüğü için mutlak surette kurtuluşa ermiş sayılmaz. Bunlar iki uçtur ve insanların en kötüleri ve en iyilerini ifade ederler. Diğer grupların tümü de bu iki derece arasında olurlar: (ii) Yalnızca hesaba çekilip azap görecek olanlar (ii) Cehenneme yaklaşıp sonra ondan şefaatle kurtulacak olanlar.(iii)Cehenneme girip sonrasında inançlarındaki kusurları ve bid’atları oranında ve günahlarının çokluğu ve azlığı nispetince orada [kalıp] sonra çıkartılanlar.

Bu ümmetten olup cehennemde ebedî kalarak helak olacaklar ise tek bir gruptur. Onlar Rasûlullah’ı yalanlamış ve genelin faydasını gözeterek (masla­hat) yalan söylenmesini câiz görmüşlerdir. Diğer ümmetlerde ise kim Rasûhıl- lah’ın ortaya çıkışı ve özellikleri yanında ayın ikiye yarılması, çakıl taşlarının teşbihi, parmaklarından su kaynaması gibi harikulâde mucizeleri ve fesâhat ehline meydan okuduğu ve onları aciz bırakan Kur’ân mucizesi tevatür yoluy­la bir şekilde kulaklarına ulaştıktan sonra onu yalanlarsa, bu haber onlara ulaştığında ondan yüz çevirip uzaklaşır, üzerinde düşünüp akıl yürütmez ya da tasdike yanaşmazsa, işte bu kişi inkârcı bir yalancıdır, kâfirdir. Bu gruba ülkeleri İslam beldelerinden uzakta kalan Rumların ve Türklerin çoğu girmez. Hatta bana göre bu kişi eğer bir dine mensupsa ve dünya hayatını âhiret haya­tına tercih edenlerden değilse, bunu işittikten sonra bu haberin onda işin ha­kikatinin ortaya çıkması için araştırmaya koyulma isteğini doğurması gerekir. Eğer bu haber onda böyle bir isteği doğurmuyorsa bu, dünyaya itimadı ve din islerine önem vermeyip bu konuda korkudan emin olması sebebiyledir, bu da küfürdür. Böyle bir isteği olur da araştırmaktan geri durursa, bu da aynı şekil­de küfür olur.

Hatta hangi dinden (millet) olursa olsun Allah’a ve âhiret gününe iman eden­lerin harikuladelikler sebebiyle [zihninde] beliren problemleri araştırmaktan geri kalmaları mümkün değildir. Eğer eksiksizce düşünme ve araştırma ile uğ­raşır ve bilgi arayışı tamamlanmadan ölüm vaki olursa, o da aynı şekilde affe­dilmiş olur. Rahmetin genişliği onu da kapsar. Öyleyse yüce Allah’ın rahmetini geniş tut ve ulûhiyete dair meseleleri sınırlı ve şekilsel ölçülerle ölçme!

Bil ki âhiret dünyaya yakındır, “Yaratılışınız ve diriltilmeniz tek bir nefsin (yaratılması ve diriltilmesi) gibidir” (Lokman 31:28). Nitekim ehl-i dünyanın çoğu ya nimette ya selamette veya ona gıpta eden bir durumdadır ve mesela dünyada kalmak ile ölüm ve yok olmak arasında seçim hakkı sunulsaydı onları seçmezlerdi, [dünyayı seçerlerdi]. [Bu dünyada] ölümü temenni edecek kadar azap içinde olan kimse nadirdir. Aynı şekilde âhirette cehennemden çıkarılan­lar ve ondan kurtulanlara göre cehennemde ebedî kalanlar da nadirdir. Zira [Allah’ın] rahmet sıfatı senin hallerinin değişmesiyle değişmez. Neticede âhi­ret ve dünya, senin hallerinin değişmesinden ibarettir. Eğer durum bu şekilde olmasaydı Hz. Peygamber’in şu hadisinin bir anlamı olmazdı: “Allah’ın kitâb-ı evvelde [yani levh-i mahfuzda] yazdığı ilk şey: Ben Allah’ım, Benden başka ilâh yoktur, rahmetim gazabımı geçmiştir. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Mu- hammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik eden için cennet vardır.”[6]

Bil ki, basiret ehline İlâhî rahmetin [gazabı] geçmesi ve kapsayıcı oluşu, âyet­ler ve hadislerden (ahbâr ve âsâr) işittiklerinin yanı sıra bazı sebepler ve mükâ- şefelerle de keşfolunmuştur. Fakat bunu anlatmak vakit alır. O halde iman ile salih ameli bir araya getirirsen Allah’ın rahmeti ve mutlak kurtuluşla sevin, bu ikisine sahip olamazsan da mutlak helâki bekle. Eğer imanın (tasdik) esasların­da yakîn sahibi isen fakat bazı yorumlarda hatan veya şüphen, ya da amellerde kusurun varsa [eğer amellerin salih değilse] o zaman mutlak kurtuluşa heves­lenme. [Böyle bir durumdaysan] bil ki, bir müddet azap gördükten sonra kurtul­makla, getirdiği her şeyde doğruluğunu kesin olarak bildiğin kimseden ya da bir başkasından şefaat görme arasmdasın. Allah’ın lütfü ile şefaatçilerin şefaatine ihtiyaç duymayacak hale gelmeye çalış, çünkü [aksi takdirde] iş tehlikededir.

Fasıl: [Tekfirin Kaynağı]

Bazı kimseler tekfirin kaynağının şeriat değil, akıl olduğunu, Allah hakkında bilgisi olmayanın kâfir, O’nu bilenin ise mü’min olduğunu düşündüler. Onlara şöyle denir: [Kâfirin] öldürülmesinin mubah oluşu ve cehennemde ebedî kalışına dair hüküm, şer‘î bir hükümdür, şeriat gelmeden önce bu hükmün bir anlamı yoktur. Eğer bununla şâri‘in, [yani Hz. Peygamberin söylediklerinden] Allah hakkında bilgisi olmayanın kâfir oluşunun çıkarılabileceğim kastediyorlarsa, [kâfirin Allah hakkında bilgisi olmayan ile] sınırlandırılması mümkün değildir, çünkü Rasûlullah ve âhiret hakkında bilgisi olmayan da kâfirdir.

Sonra, bu kimseler eğer [kâfir olmayı] Allah Teâlâ’mn zâtına dair bilgisizliğe, O’nun varğını veya vahdâniyetini inkâra mahsus görür, fakat sıfatlan buna dâhil etmezlerse, belki buna bir dayanak bulmaları mümkündür. Fakat eğer sıfatlarda bilgisiz olanları da cahil ve kâfir kabul ederlerse, o zaman bekâ ve kıdem sıfatlarını inkâr edenlerin, ilim sıfatı üzerine zâit bir sıfat olarak kelâm sıfatını inkâr edenlerin, semi’ ve basîr sıfatlarını ilim sıfatı üzerine zâit bir sıfat olarak inkâr edenlerin, Allah’ın görülmesinin (ru’yet) mümkün oluşunu inkâr edenlerin, [Allah’a] yön tayin edenlerin, zâtında ya da herhangi bir mahalde olmadan, sonradan meydana gelen bir iradesi olduğunu söyleyenlerin ya da bu konuda muhalif olanları tekfir edenlerin de tekfir edilmesi gerekir.

İnceleyin:  Ashâbımızın Sevap, Azap ve Bu ikisine İlişkin Meseleler Hakkındaki Görüşü

Özetle, [tekfirde akıl yürüterek bir sonuca ulaşmaya çalışmak beyhudedir. Akıl yürütmeye tâbi olunursa], Allah’ın sıfatlarıyla ilgili bütün konularda [hataya düşenleri] tekfir gerekir. Bu, dayanağı olmayan bir hükümdür, Sıfatlardan bir kısmını diğerlerinden ayıracak olursa, bunun için bir ölçüt ve illet bulamaz, böylece bu konuda bir belirleyici olarak [Rasûlullah’ın getirdiği şeyleri] yalan­lama (tekzîb) [ölçütünü edinmekten] başka bir yol kalmamış olur. Çünkü bu öl­çütle [tekfirin kapsamı] rasûlü ve âhireti inkâr edenleri de kapsayacak şekilde genelleştirilip, te’vil ediciler dışarıda bırakılabilir.

Sonra şu da var ki, te’vil veya yalanlama (tekzîb) türünden bazı meselelerde şüphe ve tartışmanın olması muhtemeldir, öyle ki te’vil uzak yolla gerçekleşir ve bu konuda zanla ve içtihat gereğince hüküm verilir. Nitekim sen bunun içtihada dayanan bir mesele olduğunu zaten öğrenmiştin.

Fasıl: [“Beni Tekfir Edeni Ben de Tekfir ederim, Etmeyeni de Etmem” Diyenlerin Hatalı Oluşu]

Bazı kimseler “Ben ancak beni tekfir eden fırkaları tekfir ederim, beni tekfir etmeyenleri ise etmem” demiştir. Bu yaklaşımın bir dayanağı yoktur. Şayet “Hz. Ab (r.a.) imamete [diğer üç halifeden] daha lâyıktır” diyen bir kimsenin sözü küfre yol açmıyorsa, bu görüşte olan [bir mezhebe mensup] kimse, hata yaparak buna muhalefet edenlerin kâfir olduğunu zannederse, kâfir olmaz. Bu şer! bir meselede yapılan hatadır.

Benzer şekilde, [Allah’a] bir yön tayin ettikleri için Hanbelîler tekfir edilmi- yorlarsa, yön tayinini olumsuzlayan kimseler, hata edilerek ve te’vilci değil de yalanlayıcı (mükezzib) olduğu düşünülerek neden tekfir edilsinler?!

Hz. Peygamber’in “İki Müslümandan biri diğerine küfür konusunda iftira ederse bu itham ikisinden birine döner”[7] hadisinde, “halini bilmesine rağmen onu tekfir etmesi” kastedilmiştir. Çünkü kim kendisinden başkasımn Rasûlul- lah’ı tasdik ettiğini bilip sonra da onu tekfir ederse tekfir edenin kendisi kâ­fir olur. Eğer onun Rasûlullah’ı yalanladığını zannederek tekfir ettiyse, o şahıs hakkında hata etmiş olur, çünkü onun yalancı ve kâfir olduğunu zannetmiştir, fakat aslmda değildir, o zaman bu yaptığı küfür olmaz.

[Tekfir konusundaki] genel kaidenin anlaşılması en zor olan kısımlarına ve uyulması gerekli esaslara dikkat çektiğimiz tekrar eden açıklamalar yaptık, ar­tık bununla yetinmebsin. Vesselam.

Mesele: [Câhız’ın İctîhadda Hata-İsabet Konusundaki Görüşü]

Câhız der ki: “Yahudiler, Hıristiyanlar ve Dehrîler gibi, İslam dinine muhalif olanlar, kendi inançlarının dışındakilere karşı inatçı bir tutum içerisinde iseler günahkârdırlar. Düşünüp araştırmış, fakat gerçeği yine de bulamamış iseler, bu takdirde günahkâr olmayıp mazurdurlar. Düşünüp araştırmanın gerekliliğini bilmedikleri için araştırmamış iseler yine mazurdurlar. Azab görecek olan gü­nahkâr ise yalnızca inatçı davranandır. Çünkü Allah Teâlâ hiç kimseye gücünün üzerinde yük yüklemez. İnatçı olmayan diğerleri ise öğrenmenin yolu kendile­rine kapanmış olduğu için gerçeği idrakten aciz düşmüş ve Allah korkusuyla inançlarına bağlı kalmışlardır.”

Câhız’ın söyledikleri aklen imkânsız değildir. Şayet taabbüd bu yönde varid olsaydı, ki bu mümkündür, böyle düşünebilirdik. Ne var ki, vaki olan bunun ak­sidir. Bu yüzden Câhız’ın bu görüşü, zarurî semi delillerle bâtıldır. Biz Hz. Pey- gamber’in namaz ve orucu emrettiğini nasıl zarurî olarak biliyorsak, aynı şekilde Yahudi ve Hıristiyanlara kendisine iman edip tâbi olmayı emrettiğim ve ken­di inançları üzerinde ısrar etmeleri sebebiyle onları kınadığım da aynı şekilde zarurî olarak biliyoruz. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, onların hepsine karşı savaş açmış ve içlerinden büluğa eren erkeklerin izânm kaldırtıp baktırmış ve büluğa erdiğini anlayınca öldürtmüştür. Onların içerisinde bile bile inatçı dav­rananların sayıca az olduğu kesin olarak bilinmekteydi. Onların çoğunluğu, Hz. Peygamberdin mucizelerinden ve doğru sözlülüğünden habersiz olarak sırf tak­litçilik yaparak atalanmn dinlerini taklit eden kişilerdi. Kur’ân’da buna delâlet eden pek çok âyet vardır- “Bu, kâfirlerin zanmdır. Vah o kâfirlere ki, ateşten na­siplerini alacaklar” (Sâd 38:27), “İşte sizi zelil eden, Rabbinize karşı beslediğiniz bu zandır” (Fussılet 41:23), “Onlar sadece zannediyorlar” (Bakara 2:78, Câsiye 45:24), “Kendilerinin (sağlam) bir şey üzerinde olduklarını zannediyorlar” (Mü­câdele 58:18), “Onların kalplerinde hastalık var” (Bakara 2:10; Müddessir 74:31).

Kısaca söylemek gerekirse, Allah ve Rasûlünün tekzipçi kâfirler hakkında- ki kınamaları Kitap ve sünnette epeyce vardır. Câhız’ın “Allah onlara güç yeti- remeyecekleri şeyi nasıl yükler?!” sözüne gelince; biz Allah’ın onları mükellef tuttuğunu zarurî olarak biliyoruz. Şimdi onların buna güç yetirip yetiremeyeceklerine bakalım. Allah, ihsan ettiği akıl, ortaya koyduğu deliller ve akıllan uyanp istidlâl güdülerini harekete geçiren peygamberler sayesinde buna güç ye tirebileceklerine dikkat çekmektedir. Ta ki peygamberlerden sonra hiç kimsenin Allah’a karşı öne süreceği bir hüccet kalmasın.

Editör:Ercan Alkan-Rahim Acar – Din Felsefesinin Ana Konuları,c.5,syf:92-99

[] Kaynak metin (1-4. başlık): Gazzâlî, Faysalü’t-tefrika beyne’l-İslâm ve’z-zendeka, Beyrut: Dâ- ru’l-minhâc, 2017, s. 54-55, 100-112. Metin hazırlanırken ayrıca şu çeviri göz önünde bulun­durulmuştur: Gazzâlî, Müslümanlık ile Zındıklığı Ayırt Etmenin Ölçütü, çev. Ahmet Mekin Kandemir, İstanbul: Klasik, 2023, s. 38-40; 81-90. Kaynak metin (5. başlık): Gazzâlî, Mustasfâ: İslâm Hukukunun Kaynakları, çev. Yunus Apaydın, İstanbul: Klasik, 2019, s. 913-914.

[1] Buhârî, “Tefsir (Hac)”, 1, “Tevhîd”, 32; Müslim, “îmân”, 379.

[2] Ebû Dâvûd, “Sünne”, 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, e. III, s. 120; c. IV, s. 102.

[3] îbn Hacer, Fethü’l-bârî, nşr. Abdullah b. Bâz, Beyrut: Dâru’l-ma’rife, ts., c. XI, s. 411.

[4] Mukanna* el-Horasânî (ö. ykl. 161/778), Abbâsîler döneminde Mâverâünnehir bölgesinde önce peygamberlik ardından da ilâhtık iddiasında bulunan aslen Belhli sihirbaz bir isyancıdır

[5] Ukaylî, Kitâbü’d-Du‘afâ, nşr. Muhammed es-Selefi, Beyrut: Dâru’s-sumay’î, 2000, e IV s 1348

[6] Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 1, “Tevhid”, 55; Müslim, “Tevbe”, 14-16.

[7] Buhâri. -Edeb’, 73; Müslim, “Kitâbû’l-îmân”, 111.