Tek Parti Dönemi -2
Türk Ocağı, İkinci Meşrutiyet Devri’nde faaliyet yürüten “Türk Derneği” (Kuruluş: Kasım 1908) ve “Türk Yurdu” (Kuruluş: Ağustos 1911) isimli derneklerin üçüncü halkasını teşkil eder. Türk Derneği yerini Türk Yurdu’na, Türk Yurdu da Türk Ocağı’na bırakır. Türk Ocağı, tüzüğünün 1. maddesinden anlaşıldığına göre, resmen 25 Mart 1912’de kurulur.
1912’den itibaren milliyetçi fikirlerin ana kaynağı olan Türk Ocaklarının temeli İstanbul Tıp Fakültesi’nin öğrencileri tarafından atılır. Ancak, Fikri temelleri Selanik’te yayınlanan Genç Kalemler‘le başlar. 1911 Nisan’ından başlayarak Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Ali Cânib, Aka Gündüz gibi isimlerin, o günün etkin düşünce akımlarından olan “Osmanlıcılık” a karşı geliştirdikleri “Türkçülük”, Türk Ocakları’nın fikrî temelini oluşturur. Balkan ve Birinci Dünya Savaşı ile Osmanlıcılık düşüncesinin iflas etmesi, Türkçülük akımının güçlenmesini sağlar ve Türk Ocakları o günlerin gözde kuruluşlarından birisi haline gelir.
20 Haziran 1911 toplantısında esaslan tespit edilen ve 1913 yılında İstanbul’da basılmış olan tüzüğüne göre, Türk Ocakları’nın kuruluş gayesi “Türklerin milli terbiye ve ilmi, İçtimaî, İktisadî seviyelerinin terakki ve i’tilası ile Türk ırk ve dilinin kemâline çalışmak”dır. “Asla politikaya karışmayacağı ve siyasî partilere hizmet etmeyeceği” belirtilen demek, gayesine ulaşabilmek için, “okullar yaptıracak, kendi adını taşıyan kulüpler açacak, buralarda dersler, konferanslar, halka açık toplantılar düzenleyecek, kitaplar ve dergiler yayımlayacak, milli serveti korumak ve çoğaltmak maksadı ile milli iktisada ve ziraate yol gösterecek ve bu alanlardaki kuruluşların doğup yaşamalarına yardımcı olacak”dır. Ancak, bu kararlara rağmen, politikanın da karışabileceği bir zemin teşkil edebilecekleri endişesi ile, önceleri tasarlanan kulüp açma düşüncesinden vazgeçilir.(77)
Türk Ocakları’nın fikir planındaki çalışmalarında, milliyetçilikten sonra en çok yer alan konu “Batı medeniyetçiliği” olur. Milliyetçilik fikrinin Batı medeniyetçiliği ile beraberliği, İkinci Meşrutiyet döneminden sonra daha çok dikkati çeker. Ziya Gökalp’in “Garbçılık” ve “Muâsırlaş- mak” olarak kavramlaştırdığı eğilimin yorumunda ve ölçüsünde zaman zaman tereddütler ve anlaşılmazlıklar olmuşsa da, sonunda, “Türk kalarak Batılılaşmak” şeklindeki bir anlayışta birleşilir. Bu düşüncenin yoğun şekilde gündeme geldiği ve hararetle savunulduğu yerlerden birisi ve hatta en önemlisi ise Türk Ocakları olur. Türk Ocaklarındaki milliyetçilik anlayışının “kana bağlı ırk anlayışı” ile bir ilgisi yoktur. İlk tüzükte yer almış olan “ırk” kelimesi (2. madde) “millet” anlamında kullanılır. Böyle olduğu, yanlış birtakım yorumlara yol açmaması için daha sonraki tüzüklerde “ırk” terimine yer verilmemesinden ve milliyet teriminin tamamıyla “ortak kültürel ve manevi değerler”le açıklanmış olmasından da anlaşılmaktadır. Ayrıca, bu tarz açıklamalar, zaman zaman birçok konuşmalarda, konferanslarda, kitaplarda, makalelerde ısrarla gündeme getirilir. Ziya Gökalp’in “Türkçülüğün Esasları” ile Hamdullah Subhi’nin konuşmalarını toplayan “Dağ Yolu” konunun önemli örneklerini teşkil ederler.
Konferanslar ile ismini duyuran ve taraftarını artıran Türk Ocakları, kuruluşunu takip eden birkaç yıl içinde, dönemin ünlü Türkçü düşünürlerinin çatısı altında toplandıkları önemli bir merkeze dönüşür. Hemen hepsinin de eksenini millî konuların teşkil ettiği bu konferansları verenler arasında Ziya Gökalp, Hamdullah Suphi, Akçuraoğlu Yusuf, Fuad Köprülü, Celâl Sâhir, Bursalı Mehmed Tahir, Halide Edip, Ağaoğlu Ahmed, Müfide Ferid (Tek), Dr.Akil Muhtar, Ömer Seyfeddin, Kadri Reşat Paşa, Cemal Paşa, Necib Asım, Kilisli Rıfat, Veled Çelebi, Samih Rıfat, Yahya Kemal, Nakiye (Elgün), Ali Cânib,… gibi isimler yer alır. Hummalı faaliyetler kısa sürede meyvesini vermekte gecikmez. Balkan, ve Birinci Dünya Savaşı’nda kaybedilenlere rağmen Türk Ocaklarının milliyetçi atmosferinde yetişenler, İstiklâl Harbi’ni takiben kurulan milli devletin üst kadrolarında yer alırlar. İşgal kuvvetlerince Meclis-i Meb’usan’m kapatılması (11 Nisan 1920) üzerine, İstanbul daki Ocaklılar Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’ye katılırlar. O devrin birçok aydınları gibi, Malta’ya sürülmek için İngilizlerce aranmakta olan genel başkan Hamdullah Suphi de bunlar arasındadır. Hamdullah Suphi, Ankara’da yeni kurulan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne de mebus olarak girer ve milli hükümetin ilk Maarif Vekili olur.
Türk Ocakları, 1920’lerin başında faaliyetlerini daha çok Batı Anadolu’da yoğunlaştırır. Şeyh Said isyanından sonra hükümetin de desteğiyle Doğuya yönelir ve faaliyetlerini artırır. Rejimin milli sınırlar içerisinde tek millet olma anlayışının yaygınlaşıp kökleşmesi için toplumsal- kültürel konularda faaliyet yürütür. Salt milliyetçilikten çok, rejime hizmet gayreti içerisinde olur. Genel Başkan Hamdullah Suphi, 1925’te Türk Ocakları nın görevlerini açıklarken siyasal sistemle olan bağa da dikkat çekerek şunları söyler: “Bence Türk Ocağı birçok vazifeleri arasında iki mühim ihtiyacı tatmin etmeğe mecburdur: Bu ihtiyaçlardan biri devlet teşkilatı altında millet teşkilatına yardım etmektir… İkinci nokta, Türk Ocakları bir medeniyetten diğer medeniyete geçen Türk milletine bu istihale devrinde rehber olmağa mecburdur”(78). Hamdullah Suphi daha sonraki bir yazısında ise, Türk Ocağı’nın “Muallim Birlikleri, Hilâl-i Ahmer, Himâye-i etfâl, Teyyare Cemiyeti, İdman İttifakları” gibi kuruluşlarla birlikte ”daha yüksek, daha kaadir, daha mamur ve mes’ut bir Türk vatanı için hükümetle beraber mücadele eden kuvvet”(79) olduğunu açıklar.
Türk Ocakları’nın gayesi ise şu sözlerle ifade edilir: “Türk Ocakları, inkılâpçı ve cumhuriyetçi hükümetin mesaîsine, kendi mesaîsini ilave ederek, bu yolda çalışıyor ve gitgide büyüyen teşkilatı ile bu maksat için çalışmakta devam edecektir. Hükümetimizle beraber daha büyük ve daha güzel bir istikbâl için yaptığımız mücadelede Tanrı bizi muvaffak etsin!”(80). Hamdullah Suphi’nin Mustafa Kemal’e karşı ise özel bir “muhabbeti” vardır. ”Mu- habbeti” sıklıkla konuşmalarına yansır: “Türklüğün bütün rüyalarını tahakkuk ettiren aziz reisimizi şimdi hürmetle, huşû ile selâmlıyorum. Onun muhabbeti bizim kalbimizde bir dindir”(81)
Türk Ocakları, rejime bağlılığı ve rejimin kültürel temellerini oluşturup, geliştirme faaliyetlerindeki çabaları nedeniyle siyasî otoritenin ekonomik desteğini her zaman yanında bulur. Ancak, batıklaştırıcı projeleriyle jakoben karakter sergileyen rejim, 1931’de uzun süredir meşruluğunun en önemli fikrî dayanaklarından birisi olan Türk Ocakları’nı kapatma ihtiyacı hisseder. Acaba neden? Bu sorunun, bir değil bir çok cevabı verilmiştir. Bunlardan en önemlisi, Türk Ocaklarının gittikçe siyasallaşmasıyla ilgilidir. Üstelik, CHF’na muhalif olan bir siyasallaşmadır bu. Eskiden olmayan bir şekilde “sistem” eleştirileri, Ocaklılarının konuşmalarında duyulmaya başlanır. Hamdullah Suphi’nin 9 Ağustos 1930’da İzmir Türk Ocagı’nda yaptığı konuşma bunun örneklerinden birisini teşkil eder. Hamdullah Suphi, üslûbu günün şartları gereği son derece ustaca ayarlanmış “sistem” eleştirisi dolu bu konuşmasının bir bölümünde şunları söyler:
“Halk kütlesi duyar, düşünür ve anlar. O, taa içinden gelen öz ve harim lisanile konuşmaya başladığı vakit, siz kim olursanız olunuz, zâfınızı, aczinizi duyarsınız. Ben kendi ömrümde bu aczi bir çok defalar duymuşumdur. Sekiz sene evvel Keçiören’deki evime kömür getiren yaşlı bir köylüye sordum: “Hükümetin Ankara’ya gelmesinden memnun musun?”, “evet” dedi. “Niçin memnunsun?” dedim, “Çünkü eşeğin sırtına ne koysam, Ankara’ya gidince para oluyor. Tavukta para ediyor, çalı da para ediyor, ot da para ediyor”, “Hayır” dedim “bunu sormadım. Dediğimi yanlış anladın. Hükümet Ankara’ya geldiği için senin köyde halin iyileşti mi? Hakkını daha iyi koruyabiliyor musun? Jandarma, vergi memuru sana eskisinden daha iyi mi muamele ediyorlar, daha kötü mü?”
Köylü bir dakika yüzüme baktı, tereddüt ettiğini gördüm. Şehir uşağı çok defa ona emniyet vermez, bilirsiniz. “Baba, bana istediğini söyle, korkma, benden sana fenalık gelmez” dedim. “Öyle ise diyeceğim bak, dinle” dedi: “Vaktile Abdülhamit zamanında paşalar bize, “ver” dediler, verdik; “öl” dediler, öldük. Onlar gittiler, yerine başka paşalar geldi (Ittihad Terakki devrini kasdediyordu) onlar da bize, “ver” dediler, verdik; “öl” dediler, öldük. Onlar gitti, yerlerine siz geldiniz. Siz de bize “ver” dediniz, verdik; “öl” dediniz, öldük. Şimdi bekliyoruz; bize ne vakit “al” diyeceksiniz?
Arkadaşlar! Bu sözleri dinlerken ne düşündünüz? Bu köylü hakimlerin konuşmasına dair ne kadar hatıralarım vardır. Biz konuşmayı bilmeyiz, konuşmayı bilenler onlardır. Bu köylünün verdiği cevabı ömrünüz oldukça unutamazsınız. Bir köylü konuştuğu vakit, bir memleketin dağı taşı konuşur, yer, gök konuşur gibi konuşur. Bu derinliğin, enginliğin karşısından şehir uşağı acizdir… “Ne vakit al diyeceksiniz?” diyen halkın sesine gazeteci Efendi “Al!” diye rakı uzatmayı teklif ediyor. Hayır Efendi! Türk münevverinin Türk halkına uzatacağı rakı değildir…Muallim birliklerinden, Türk Ocakları’ndan körükörüne bir itaat, bir inzibat istemekten vazgeçsinler…”(82)
İdeolojik yapısı dikkate alındığında, Türk Ocakları’ndan, Cumhuriyet devrinde gerçekleştirilmiş siyasî, sosyal ve kültürel devrimleri benimseyip savunması beklenir. Ancak, “Türk kalarak batılılaşmak” isteyen Ocak ileri gelenleri, temel manevî değerlerin devrimler arasında zedelenmemesi gerektiğini dile getirirler. Hatta bunun devrimleri gerçekleştirenlerle daha köklü fikrî ayrılıklara neden olacak boyutta önemli olduğu da anlaşılmaktadır. Zira, Hamdullah Suphi yıllar sonra inkılapçı kadro ve taraftarları için şunları söyleyecek ve bu arada başkanı olduğu Ocaklılar’m genel eğiliminin ipuçlarını vermiş olacaktır: ”înkılâbın müdafii olan bir tufeyli peyda olmuştur. Din dediğimiz vakit tüyleri ürperir.Bırak, kendi kendine çürüsün ve yıkılsın der. Eski harfleri gördüğü vakit,teş’üm eder.Bu,inkılabımızın en büyük zaferlerini tehlikeye düşürecek bir irtica nişanesidir. O, bir tarassut kulesindedir, ufuklarda her gün tehlike işaretleri görür… İnkılâp tufeylisi, yalnız 25 seneyi gören daracık kafasıyla eski harften korkuyor. Onu bir aralık âbidelerimizin üzerindeki kitabeleri kazırken gördük… Eski harflerden kokmuyoruz. Devletin bütün evrak hâzineleri bu harflerle doludur. Bütün mimarî yadigârları üzerinde o harfler var. Cedlerin mezar taşlarında aynı harfleri okuyoruz.Edebî servetimizi teşkil eden kitaplar ve bütün tarihimiz o harflerle yazıldı”(83). Fakat bunlar, Ocak ileri gelenleriyle Cumhuriyeti kuran ve siyasî otoriteyi temsil eden kadroların fikrî alanda tamamıyla farklı düşüncelere sahip oldukları anlamına gelmemelidir.
Temelde batılılaşmada birleşiyorlardı. Ancak, Cumhuriyeti kuranların erteledikleri batılı forma uygun siyasal yapılaşmayı Ocaklar’ın ısrarla arzuladıkları bir gerçekti. Siyasî tercihleri demokrasiden yanaydı. Bu ise Türk Ocakları ile Cumhuriyet kadrolarının arasında yıllardır süren üstü kapalı muhalefetin en önemli unsurunu oluşturur. Henüz SCF şokunu atlatamamış olan CHF ileri gelenleri, Hamdullah Suphi’nin bir konuşmasıyla bir başka şoku yaşarlar. Genel Başkan Hamdullah Suphi, siyasî hayatının belki de en büyük hatasını yapar ve iktidar partisinin muhalifi olarak kurulmuş bir partiyi açıktan ve ısrarla destekler. 11 Eylül 1930 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan ve başka gazete ve dergilerce de iktibas edilen “Bu Sesi Koruyacaksın!” İsimli heyecanlı bir yazıda Serbest Fırka’yı açıkça ve ısrarla savunup desteklerken, CHF’nı eleştirir: “Bu muhalefet sesi yükseldiğinden beri kalbinin içinde ferah duymayan kaç samimi vatanperver vardır?… Ey Türk münevveri! Ufak ihtirasların, menfaat korkularının kulakları tıkamak isteyen gürültüsü fevkinde sen, vatanından yükselen bu mürâkaba sesini koruyacaksın! Istırabı meydana çıkaran odur, tehlikeleri ortaya çıkaran odur, hâkimiyyet-i milliyenin ilk ve son şartı odur! Ey, Türk genci! Memleketin gibi, milli izzet-i nefsin gibi, vatan toprağı üzerinde yükselen bu yeni ve mübarek ikaz sedâsını koruyacaksın. ”(84)
Kendi elleriyle oluşturdukları Serbest Fırka’yı kapatmalarını takiben her türlü izini silme kararlılığı içerisinde olan iktidar kadrosu için, Türk Ocağı-Serbest Fırka ilişkisi büyük ve affedilemez bir hatadır. Üstelik Türk Ocağı ileri gelenleri gittikçe yükselen bir sesle, iktidarın tercih ettiğine karşı bazı nüansları bulunan bir başka batılılaşma projesini dile getirmeye başlamıştır. Hamdullah Suphi’nin Türk Ocağı merkezinde 15 Kasım 1930’da yapmış olduğu konuşma bunun önemli örneklerinde birisini teşkil eder: “İtalya’yı yerli bir Bolşevizm hareketinden kurtarmış olan milliyetçi hareket vardır. Fakat İtalya’nın timsali olan Duçe’yi; Mus-solini’yi tanırsınız. Onun aleyhine yazılacak tek bir kelime, söylenecek bir söz, tasavvur edilmek imkânı olmayan bir şeydir. Böyle bir küstah hareket faşist gençliğin kahredeceği bir darbesini kendi üzerine çeker. Kurtuluşa nasıl eriştiğini bildiğimiz Türk vatanı üzerinde milli timsale yazı ile, resimlerle hürmetsizlik edenler meydanı boş buldukları için cesaretlerini mütemadiyen arttırıyorlar. Türk gençliğinin kalbindeki milliyetçi hassasiyet bu gibi vakaların cezasını jandarmaya, polise, mahkeme salonlarına terk etmemelidir. Sizin vicdanınızdan doğacak bir ikaz sesiniz bu yıkıcı cereyanların önüne geçmelidir. Meydanın boş olmadığını, gençliğin nankörleri takip edeceğini göstermelidir…”(85).
Dikkat edilirse Hamdullah Suphi, devlet güçlerini bir yana bırakarak, gençliği faşist yıldırma yöntemlerini uygulamak üzere eyleme çağırmaktadır. Aşın milliyetçi eğilimleri de göz önüne alınacak olursa, Hamdullah Suphi’nin -bu sözlerinden de anlaşıldığı üzere- o dönemin koşullarında Türk Ocakları’nın faşizme özenmiş olabileceği kolaylıkla söylenebilir. Kaldı ki, o dönemde faşist düşüncenin bir çok çevrede yaygınca benimsenmiş olduğu da hatırlanmalıdır. Elbette ki iktidardaki seçkinler de fikren benzer düşünceler içerisindeydiler. Ancak Faşizmi veya Faşizmin İtalya modelini yakınlık hissedilse bile, iktidar hiçbir şekilde kendisine doğrudan veya potansiyel rakip olabilecek bir yapı istemiyordu.
Karaer, Türk Ocakları ile ilgili çalışmasında, Ocakların kapatılma gerekçesini bir çok nedene bağlar: “Ocakların, CHP’ye rakip bir siyasi kuruluşa dönüşebileceği endişesi; Ocaklıların demokrat yapısı ve demokrasi özlemleri; SCF kurucuları arasında bazı Ocaklıların görev alması; dış politikada SCB ile iyi komşuluk ilişkilerinin devam ettirilmek istenmesi; şahsi kaprisler ve kırgınlıklar”. (86)Çetin Yetkin ise Türk Ocaklarının kapatılmasını daha geniş bir açıdan değerlendirir. Ona göre Türk Ocakları’nın kapatılmasının birisi genel diğeri özel iki nedeni vardır. Genel neden şudur: “Tüm güçlerin tek elde toplanması siyasasının bir gerçeği olarak Ocaklarının CHF içine alınıp bu parti içinde eritilmeleri, özel nedenlere gelince, bunlar da, a) Türk Ocakları’nın gün geçtikçe CHF karşısında yer alan siyasal bir kuruluş niteliği kazanması, b) Türkçülük görüşünün Ocaklarda giderek ırkçı ve pantürkist bir renge bürünmesi ve bunun o günün Türk-Sovyet iyi ilişkilerine ters düşmesi, c) Siyasal bir güç kimliğine bürünmeye başlamış olan Türk Ocakları’nda ayrıca bir de örgütlenme ve uygulama alanında faşizme karşı açık bir eğilim görülmesi olarak belirtilebilir”(87). Bütün bunların, Serbest Fırka tecrübesini takiben iktidar çevresinde oluşan genel kanaatlerle çatışmalara neden olduğunda kuşku yoktur. Bunu anlamak için, Mustafa Kemal’in 20 Nisan 1931 günlü bildirisini dikkate almak yeterli olacaktır: “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat ferdî ve İçtimaî hayat için işbölümü itibarı ile muhtelif mesai erbabına ayrılmış bir camia telâkki etmek esaslı prensiplerimizdendir… Fırkamızın bu prensiple istihdaf ettiği gaye sınıf mücadelesi yerine İçtimaî intizam ve tesanüt temin etmek ve birbirini nakzetmeyecek surette menfaatlerde ahenk tesis eylemektir…”(88)
Rejimin, hiçbir muhalefet unsuru taşımaksızın kendisini anlatacak, temsil edecek ve istediği tarzda toplumsal dönüşümü sağlayacak kuruluşa ihtiyacı vardı. Fakat fikrî farklılıklardan dolayı bunu Türk Ocaklarından beklemek işine gelmiyordu. Başka bir kuruluş bunu gerçekleştirebilirdi. Halkevleri, işte bu düşüncelerden doğar. Necmeddin Sadık (Sadak)’ın 1925 tarihli yazılarına da yansıdığı üzere, iktidar, Türk Ocakları’nın misyonunu tamamladığını daha o yılda düşünmeye başlar. İktidar kendisine her yönüyle bağlı ve emrinde bir başka kuruluş arzular. Necmeddin Sadık’m konuyla ilgili yazısının bazı bölümleri şöyledir: “Hayat kanunları, vazifesiz kalan uzuvları felce mahkûm eder. İfa ettikleri hizmetler, tekâmül neticesinde, daha yüksek uzviyetler tarafından gasbedilen müesseseler, bir müddet daha gayesiz, vazifesiz kaldıktan sonra zeval bulur… Türk milleti ve Türk milliyeti mânâsını kaybetmişti. Ona, bu varlığının kıymetini öğretmek, hissettirmek lâzımdı. Türk Ocağı bu vazifeyi deruhte etti… Fakat şimdi Türk vahdeti bilfiil vücuda gelmiştir.
Bir devlet var ki ismi Türkiye Cumhuriyetidir. Ve bu devlet, bizzat bu milliyet cereyanının, milli bir ihtilâlin doğurduğu ve yalnız bu cereyana istinat eden bir devlettir. Bütün şubeleri, milli mevcudiyetimizin takviyesine hizmet etmek gayesini takip ediyor; bütün siyaseti Türk milletini yükselmek endişesinden ilham alıyor… Bu milli devlet mekanizması arasında, hem milleti, hem devleti Türk olan bu büyük uzviyet içinde “Türk Ocağı’nın bir mânâsı var mıdır?… “Osmanlı Devleti” içinde “Türk Ocağı’nın bir mânâsı vardı. Fakat bugün ne bu ismin, ne bu teşkilatın hikmet-i vücudu kalmıştır. Daha doğrusu, bu teşkilâtın gayeleri tahakkuk etmiş vazifesi hitama etmiştir. Eğer yaşamakta devam etmek istiyorsa, gayesini, vazifesini, hattâ ismini değiştirmek mecburiyetindedir”(89).
Serbest Fırka olayıyla anlaşılır ki, Türk Ocakları, rejime destek olacak tarzda yürütülen fikrî faaliyetlerle yetinmemeye başlamıştır. Bu durumda, rejimin sözcülüğünü yapacak kuruluş, Türk Ocakları’nın olamayacağına kesinkes hükmedilir. Türk Ocakları’nın kapatılması gerektiğine karar verilir. Ancak böylelikle Halkevleri’ne faaliyet alanı doğabilecektir. Ve Türk Ocakları kapatılır.
“Jön Türk milliyetçiliğinden miras kalan Türk Ocakları”(90) kapatılır, ancak Türk Ocaklarının kapatılmasına kimin karar verdiği her zaman tartışılan bir konu olur. İsmet İnönü’ye göre Ocakların kapatılmasına karar verenler, Ocakların bizzat kendi yetkilileridir(91). Fakat İnönü’nün bu iddiası üzerine Hamdullah Suphi, Türk Ocakları’nın kendiliğinden kapandığını yalanlar, Mustafa Kemal’in bu kararı kendilerine zorla al-dırttığını öne sürerek şunları söyler: “Talebe Birlikleri, Muallimler Birliği, Türk Ocakları, Gazeteciler Cemiyeti, İhtiyar Subaylar Cemiyeti, Türk Kadınlar Birliği ve saire, bir sürü intihar! Bu vakalar yakın tarihimizin çok hazin bir safhasıdır. Sebep, ilan edilmiş olan sebep şu bütün kuvvetleri bir elde toplamak arzusudur. Misal sarihdir. Rusya’da bir Narodnidom ve Komsamol var tek partinin emrinde. Almanya’da tek parti ve onun emrinde Hiiler Yugend teşkilatı var. Şefin iradesi mutlaktır. Bu şef Mussolini nin tek partisi de partinin emrinde Balilla teşkilatını kurdu. Mareşal Antenesku Demir Muhafızlar teşkilatının başındadır. İşte misaller, işte sirayet memba-ları…”(92).
Türk Kadınlar Birliği ve Diğer Demekler
Siyasî otoritenin iradesi dışında ifade olunmuş her düşünce ve girişimi yasaklama biçiminde gerçekleşen gelişmelerin bir uzantısı olarak, sadece Türk Ocakları kapatılmakla kalınmaz, esasında siyasî bir iddiası olmayan Türk Kadınlar Birliği de kapatılır. Anlaşıldığı kadarıyla, Türk Kadınlar Birliği’nin kapatılmasında da, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan beri adeta gelenekleşen bir uygulamaya yer verilir. Bu, kapatılması istenen parti veya derneği kendi kendine feshettirme uygulamasıdır. Hatırlanacağı üzere Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na Fethi Bey aracılığıyla “kendinizi feshedin” teklifi götürülmüş ancak Parti yönetimi bunu kabul etmediği için Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası İstiklâl Mahkemeleri’nin maharetiyle kapatılıp, yöneticilerinin büyük çoğunluğu çeşitli gerekçelerle yargılanmış ve mahkûm edilmişti. Ancak bu direniş, siyast otoriteden icazetli Serbest Fırka’da yaşanmaz. Mustafa Kemal’in artık tarafsız olmayacağı mesajı. Serbest Fırka’nın siyasi faaliyetine son vermesi için mahiyeti kolay anlaşılan bir mesai olur. Başkanı Hamdullah Suphi’nin açıklamalarından anlaşıldığı üzere Türk Ocakları da kendisini feshetmek zorunda bırakılır. İşte bu gelenekleşen uygulama Türk Kadınlar Birliği’nde de uygulanır ve siyasî otorite bu kadın kuruluşunu kendini feshetme yönünde etkiler.
Türk Kadınlar Birliği 10 Mayıs 1935’de son toplantısını yapar. Başkan Latife Bekir, Birlik’in kapatılma gerekçesini siyasî otoritenin arzuladığı yönde açıklar; “Kadın Birliği ülkülerine kavuşmuştur. Türk kadınlığına bütün haklan tanınmıştır. Bundan sonra Kadın Birliği’ne ihtiyaç yoktur.Birliğin feshini talep ediyorum”(93). Fakat bu gerekçenin ifade edilmesinden çok kısa süre önce Birlik’in yazar üyelerinden Sabiha Sertel şunları yazmıştır: “Kadınların siyasî hak almaları, parlamentarizm ve demokrasi içinde kendilerine pek az şey temin edilmiştir. Kadınlar bu siyasî hakları
aldıkları halde İktisadî, İçtimaî, ezilmeleri ortadan kaldıramamıştır”(94).
Yine aynı günlerde Yunus Nadi ise şunları yazar: “Türkiye’de kadınlığa hak
tanınması idealist rejimin yalnız doğru yolu gösteren kuvvetli bir işareti gi-
bi alınmalıdır, o kadar. Buna göre ülkemizdeki durumdan dolayı kadından
daha çok rejimi alkışlamak ve daha çok gene onu kutlamak yerinde olur.
Kadına, kadınlığa ve kadın sorununa gelince o burada da başka herhangi
bir ülkede olduğu gibi en aşağı o kadar. Halâ yerinde sürünüp duruyor”(95)
Yine aynı günlerde Mason Derneği’nin faaliyetlerine de son verilir.Kemalettin Apak’m açıklamalarından anlaşıldığına göre(96) bunun nedeni, Mason derneklerinin o günlerin Türkiye’si için gözde modeller olan İtalya, Almanya ve Rusya’da da kapatılmış olmasıdır. Cumhuriyet gazetesindeki haber ise bu tespiti doğrular mahiyettedir: “Bu suretle son zamanlarda İtalya, Almanya ve Rusya’da olduğu gibi Mason teşkilatı memleketimizde de ilga edilmiş oluyor”(97).
Basın ve İktidar
1930 ve bunu takip eden birkaç yıl Türkiye için kritik yıllardır. Çünkü ekonomik politikaların iç ve dış etkilerin sonucunda iflas ettiği anlaşılmıştır. Halk büyük bir sefalet içerisindedir. Bu şartlarda, halktan, gerçekleştirilen siyasî, yasal, toplumsal, kültürel devrimlerin hatırına ekonomik sıkıntılara sabretmesinin istenemeyeceği açıktır. Zira, Serbest Fırka denemesi de göstermişti ki, halk seçkinlerin “kendilerine rağmen kendileri için” yaptıklarından hiç memnun değildir. Birkaç yıla sığdırılan “Devrimler” halkın onayını almamıştır. Bunlar siyasî otoritenin Türkiye’nin batılılaşma sürecinde önemli olan ve yaklaşık 15 yıla sığdırılan yeni bir süreci başlatma kararının başlıca nedenleri olur. Toplumu jakoben yöntemin gerektirdiği uygulamalarla bütün anlamıyla uniform bir hale getirme süreci başlatılır. Ancak açıktır ki, bu sürecin sessiz sakin gerekleştirebilmesi, hiçbir şekilde muhalefetin olmamasıyla mümkündü. Siyasî otorite, bütün kararlarının ve uygulamalarının hiçbir eleştiriye muhatap olmadan uygulanmasını istiyordu. Ne var ki, siyasî otoritenin basın ile arası bir türlü iyi gitmemişti. 1925 yılını takiben yürürlüğe konulan Takrir-i Sükûn Kanunu ile muhalif ses çıkarabilecek basın susturulmuş, ancak 1929’dan itibaren kısmî bir serbestliğe gidilerek küçük dozajda da olsa muhalif yazılara katlanılır olunmaya başlanmıştı. Ancak, kararlaştırılan yeni dönemde buna da razı olunmaz ve hiç gecikmeden basma yönelik yeni uygulamalar devreye sokulur.
TBMM’nin 15 Ağustos 1931 günkü toplantısında gündemi basın oluşturur. Basm’a verilecek çeki-düzenin mahiyeti görüşülür. 25 Temmuz 1931 günkü oturumda da “Matbuat Kanunu”nu kabul edilir. Bu kanunun en önemli özelliği, siyasî otoritenin iradesine aykırı yayın yapıldığında hükümetin gazete kapatma yetkisini elde etmiş olmasıdır. Matbuat Kanunu ve özellikle de 50. maddesi “Yillar boyunca gazete ve dergilerin yazarlarının tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanacak” ve tam anlamıyla güdümlü”(98) bir basın oluşturulacaktır. Bunu gelecek yıllar en açık biçimiyle gösterecektir. Zira “bu kanun tabiiki muhalif basını yasaklamak ve hükümetin yaptığı her şeyin sözbirliğiyle alkışlanıp onaylanmasını sağlamak için”(99) kullanılır. Hatta öyle ki, Yazar Kerim Korcan’ın ifadesiyle ”polis “yiyecek ekmek bulamıyorum, aldığım ücretle geçinemiyorum diyeni “doğruca nezarete atacak”(100) kadar her şeyi kontrol altına alır.
Gerçi tahmin etmek zor değil, ancak yine de sormakta yarar var, Siyasî otoritenin izin verebileceği basın türüyle ilgili olarak Matbuat Kanunu ile uygulamada güdülen amaç nedir?” Bu sorunun cevabı yetkili bir ağızdan(101) yıllar sonra şöyle açıklanır: “…Matbuat yaşadığı muhitin siyasî rejimine de intibak eder. Her rejim kendisine muvafık bir vatandaş tipi aradığı gibi bir matbuat tipi de arar… Dahili ve haricî siyasette inkılâp ülküsünü elbirliği ile ilerletmeğe çalışan veyahut o gayeye imal edilen matbuatın son misalleri Rusya da, İtalya da ve çok yakın zamanlarda Almanya’da gö- rülmektedir…Devletin matbuatla alâkadar olmasını kabul etmemek muasır devletçiliknazariyesi ile telif olunamaz. Bu alakanın en makul ve makbulü ve bugünkü ihtiyaca en iyi cevap verecek tarzı,matbuatın devletle teşriki mesaisidir.”(102)
Matbuat Kanunu 1935’te kabul edilir ve uygulamaya konulur. Ancak kanunun basına getirdiği sıkıntı ve tedirginlikler esas olarak 1937-38 yıllarında görülmeye ve 1940’tan sonra da yoğun olarak yaşanmaya başlanır. Konuyla ilgili olarak Zekeriya Sertel’in “Hatırladıklarım” isimli kitabında yazdıkları şöyledir: “Atatürk’ün son yıllan idi. İsmet İnönü, Atatürk’ün gözünden düşmüş, başbakanlıktan uzaklaştırılmış ve yenine Celâl Bayar gelmişti. Fakat “Serbest Fırka” denemesinden sonra İnönü tarafından alınan anti demokratik tedbirler olduğu gibi devam ediyordu. Basına, doğrudan doğruya sansür uygulanmıyordu, ama manevi baskı o kadar ağırdı ki, çoğumuz sansürü bu baskıdan iyi buluyorduk. Çünkü basın sıkı bir kontrol altında tutuluyordu. Basın kanunu, hep basının aleyhinde yorumlanıyordu. Hangi yazanın kime ve neye dokunacağını önceden kestirmek olanağı yoktu. Örneğin, ufak bir ziyaret için Romanya’ya davet edilmiştim. Sinai de öğle yemeği yiyorduk. Derken bir adam telaşla soframıza sokuldu. ‘Sertel burada mı?’ diye sordu. ‘Kim arıyor?’ dedim. ‘Sizi Ankara’dan telefonla arıyorlar’ diye cevap verdi. Telefona gittim. Karşıma İçişleri Bakanı Rüştü Kaya çıktı. O gün gazetemde çıkan bir baş yazının hesabını vermemi istiyordu. İstediği açıklamayı yaptım, mesele kapandı. Fakat hükümet baskısı beni orada bile bulmuştu. En masum sandığımız yazılardan dolayı gazete kapatıyorlardı”(103).
İkinci Dünya Savaşı yılları olağanüstü uygulamaları iyice olağanüstü hale getirir. Basın benzerine zor rastlanır bir şekilde kontrol ve baskı altına alınır. 22 Kasım 1940’ta kimi illerde geçerli olmak üzere bir ay süreli ilan edilen sıkıyönetim, üçer aylık dönemler halinde uzatılarak 1947 Kasım’ına kadar tam yedi yıl sürer ve bu dönemde basın, hem hükümetin, hem de sıkıyönetimin kontrol ve baskısı altına alınır. Birçok dergi ve gazete peş peşe kapatılma cezasıyla karşılaşır. Uygulanan baskı ve kontrol öylesine sert ve ilginçtir ki, Tavsir-i Efkârın 25 kez kapatıldığını söyleyen Ziyad Ebüzziya “Kapatılan gazetelerin durumunun öteki gazetelerde haber olarak bildirilmesi dahi yasaklanmıştı. Kapatılan gazetenin tekrar yayına girdiği zaman, bu durumunu kamuya ve okuyucularına bildirilmesi de yasaklanmıştı”(104) der. Bu konuda Metin Toker’in anlattığı bir durum konunun mahiyetini gözler önüne serer niteliktedir. Toker, Tek Parti döneminden Çok Partili döneme geçişi incelediği kitabında, araştırması sırasında karşılaştığı bir durumu şöyle açıklar: “O yılların Vatan koleksiyonlarını incelerken, komik bir şaşkınlığa uğradım. Koleksiyon 26 Ağustos 1944’ten 23 Mart 1945’e atlıyordu, önce bir cildin noksan olduğunu sandım. Onu aradım. Bulamadım. Sonradan fark ettim ki, gazete bu kadar uzun bir süre için kapatılmıştır. 26 Ağustos tarihli gazetedeki başyazının başlığı “ Demokrat Türkiye” idi. Herhalde o, hoşa gitmemişti”(105)
Tek Parti Dönemi, Şefin kapatın bu gazeteyi”(106) demekle gazetelerin kapatıldığı bir dönem olarak tarihe geçer. Kapatma, sürgün ve yazma yasağı uygulamalarının yoğun yaşandığı(107), belirli yorumların ve yazıların yayımlanmasının siyasî otoritenin ve sıkıyönetimin emriyle gerçekleştirildiği(108), bazı kelimelerin yazımına ve sayfa düzenlerine karışıldığı(109) bu yılları, iktidara yakın birisi olan Nadir Nadi şöyle anlatır: “Düşünceler ve inançlar, ancak üstü kapalı cümlelerle, bir dereceye kadar açıklanabiliyordu. Hükümetçe önemli sayılan olaylar karşısında gazetelerin genel tutumu, Basın-Yayın Müdürlüğü’nden gelen direktiflere göre ayarlanıyordu. Arada bir Başbakan’ın basın toplantıları tertipleyerek, gazete sahiplerini ya da temsilcilerini, emir verircesine uyardığı oluyordu… Böyle toplantılardan birinde, Refik Saydam, dış politika ile ilgili bir konuya dair ertesi günü ne yazmamız gerektiğini uzun boylu anlattıktan sonra, gözüne kestirmiş olacak, bana bakarak biraz alaylı, sormuştu: “Anladın mı? Yarım ağızla ‘Anladım!’ demem üzerine, sanki beni imtihana çekiyormuş gibi. “Peki, öyle ise anlat bakalım yarın ne yazacaksın?” diye sormuştu. Meslektaşlar kalabalığı arasında, acemi bir ere emir tekrar ettirmeye benzeyen bu ikinci soruya fena içerlemiş, Başkana ters bir cevap vermiştim. Yaşlı başlı yazarların bu alışılmamış, ters davranış karşısında nasıl şaşırdıklarını, acıyan gözlerle bana nasıl baktıklarını ve ortalıkta esmeye başlayan soğuk havayı Saydam’ın şakaya vurarak nasıl dağıttığını hâlâ hatırlarım.” (110).
Üniversite Reformu
Cumhuriyet sisteminin 1930’lı yıllara kadar üniversiteye yönelik birkaç müdahalesi olmuşsa da, yine de üniversiteden memnun olunmamıştı. Üniversite, bir türlü istenilen biçim ve oranda rejimin sözcülüğünü yapmıyordu. Basının gönülden kabullenip yerine getirmek için çaba gösterdiği, rejimin ideolojik temellerini inşa ve inşa olunan temelleri savunma görevine, üniversite istenilen düzeyde katılmıyor ve üstelik siyasi otoriteden serbest hareket etme eğilimi taşıyordu.. Halbuki Maarif Ba- kanlığı’na bağlı ilk ve orta dereceli okullar öyle değildi. Buralarda rejim istenilen biçimde ve yoğunlukta temsil ediliyor, rejimin istediği gençlik yetiştirilmeye çalışılıyor, genç zihinler rejimin ideolojisiyle dolduruluyordu. Siyasî otorite bu okullarda varlığını bütün boyutlarıyla hissettiriyordu. Fakat üniversite öyle değildi. Siyasî otoriteye sadakatle itaatkâr olmuyor, olmak istemiyor, belki de olamıyordu. Bu nedenle Maarif Bakanlığı dahi, üniversiteyi yanında görememenin sıkıntısını yaşıyor ve üniversiteye ateş püskürtüyordu. Üniversiteyi açıkça eleştiriliyordu. Başlıca eleştiri noktası, öğretim programlarının, devrimin hızını izleyemediği yolundaydı. Maarif Bakanlığı’na göre, “Devrim”in gerisinde kalmış olması Üniversite’ye skolastik bir karakter veriyordu”(111).
Rejimin tam anlamıyla güdümüne giren Basın’ın, Üniversite’ye yönelik eleştiri okları ise daha sertti. Çünkü, Basın, rejimi savunma noktasında Üniversite’yi yanında görememenin kızgınlığına ek olarak, siyasî otoritenin gözüne daha çok girebilmek için, bu kurumlan eleştirmeyi, aşağılamayı, memnuniyetle ve asli görev kabul ederek yerine getiriyordu. Örneğin, Kazım Nami (Duru) “Ne İstiklâli” başlığını taşıyan bir yazısında “İstiklâl, istiklâl! artık senelerdir Darülfünunlular ağzından düşmeyen bu kelime, hezeli bir mahiyet aldı!… Bu istiklâl iddiası üç sebeple çürüktür: 1) İstiklâl ilmindir, 2) Darülfünun devlet bütçesinden sarfediyor, 3) Devletçilik prensibine uymuyor…”(112) diyerek Üniversite’yi eleştiriyordu. Kazım Nami’ye göre Üniversite’yi, İlmî gerekçelerle serbest bırakmak mümkün değildi. Çünkü böylesi bir durumda “ilmi spekülasyon yapıyoruz diye hükümetin prensiplerini yıkıcı fikirler de neşredilebilir”di(113). O, bu görüşüyle, Üniversite’yi eleştirirken diğer yandan da Üniversitelerin mevcut durumunun zamanla rejim için tehlikeli olabileceğine dikkat çeker.
Kadro dergisi etrafında yer alanlar da, resmî ideolojiyi inşa gayretleri dahilinde olmak üzere, Üniversite problemine değinmeden edemezler. Üniversite’nin, açıklanmış olan Resmî Tarih Tezini kabullenmeye yanaşmaması veya destek vermede ağır davranması, eleştirilen önemli noktalardan birisini teşkil eder. Burhan Asaf (Belge)’a göre Üniversite çok geri kalmıştır; siyasî otoritenin görüşlerine yetişememektedir(114). Halbuki Üniversite’nin bir misyonu vardır ve onu üstlenmekten kaçınmaktadır: “Bizim Darüfünun’un bizce bir tek vazifesi vardır: Türk ilmini kurmak! Türk ilmi dediğimiz zaman, ilmin beynelmilel mahiyetini reddetmiyoruz. Yalnız, beynelmilel olduğu şüphesiz bulunan ilmin (her memlekette olduğu gibi) Türk milletini tarih içinde mevcudiyeti zaviyesinden bakınca, hem mazi, hem hal, hem de istikbal namına mutlaka hususi çehre arz etmesi lüzumunda ısrar ediyoruz”(115).
İsmail Hüsrev (Tökin), Üniversite’nin eksiklerine değinerek, eleştirilerin sebeplerini ve olması gereken yönünü açıklar: “Bugün Darülfünun pencereleri ve kapılan inkılâp davalarını gençliğe benimsetecek, milli kurtuluş inkılabının cihan içindeki orijinalitesini tebarüz ettirecek ve heyecan havasına sımsıkı kapalıdır… İnkılabın dışında ve inkılaba bitaraf kalan cemiyet müesseseleri ve fertler, ancak menfii müesseseler ve menfıi fertlerdir. İnkılapta bitaraflık tasavvur edilemez.Her münevver cephelerden birinde yer almaya mecburdur. Bitaraf unsur, bitaraf müessese bilerek veya bilmeyerek reaksiyonu (irticai) desteklemiş olur. Hele bu müessese bir darülfünun olursa…”(116) Şevket Süreyya, Üniversite’nin devrim ideolojisini işleyemediğini, hatta karşı-devrimci düşünceleri savunduğunu, toplum çıkarlarına aykırı bir tutum izlediğini öne sürer.(117) “Devletçilik” ilkesi üzerinde yoğunlaşmış ve resmi ideolojinin bu boyutunu oluşturmakla yoğun şekilde meşgul olan Vedat Nedim Tör) ise, devrimin bir zorunluluğu olan devletçiliği Üniversitenin gözden düşürmeye çalıştığını, bunun gerçekte bir suç sayılması gerektiğini ifade eder(118).
Vedat Nedim bir başka yazısında ise, devletçiliğe karşı çıkan bir öğretim üyesi için “Kırk Yıllık Yani, Olur mu Kani? de- diği gibi, “Liberal mektebin bir sadık misyonerinin de su katılmamış, integral bir devletçi olmasına imkân var mıdır?” sorusunu ortaya atar(119). Bütün bu eleştirilere ve özellikle de Üniversite’nin geri olduğu na yönelik eleştirilerine, Üniversite içinden gelebilen karşılık ise ancak şu olur. İstanbul Darülfünunu inkılâbın arkasında kaldıysa bunun başlıca sebebi ek ser hocaların gençlik ve teşekkül çağlarında felsefî kültür namına isbatı vacip, tefsir ve fıkıh kırıntılarından başka bir şey görmemeleri ve kendi ihtisasları haricindeki hayati meselelere felsefi bir kültürle ünsiyet etmemiş olmalarıdır”(120). Bu, esasında üniversiteyi savunmaktan ziyade, üniversite reformunun rejim açısından gerekliliğini vurgulayan görüşün dile getirilmesidir. Bu haliyle de Üniversite’de hâlâ geleneksel unsurların etkili olduğunu ifade eden bir cevap olmaktan öteye geçmez.
Sonuçta; Üniversite’de reform kararına varılır. Bu amacı gerçekleştirmenin ilk basamağı olarak İsviçreli Profesör Albert Malche, Üniversitenin durumu ile ilgili bir rapor hazırlaması için Türkiye’ye davet edilir. Malche, raporunda üniversitelerin sorunlarını dile getirir. Ancak tespitleri rejimin arzuladığının çok ötesinde gerçekleşir. Zira, Malche, sorun olarak daha çok yöntem, eğitim ve öğretim gibi konularda Üniversite-’nin istenilen düzeyde olmadığını açıklar. Bir başka deyişle Malche’in raporundaki gerekçeler siyasal değil, genelde teknik konuları kapsar.(121)
Üniversite Reformu Dr. Reşit Galip’in 19 Eylül 1932’de Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilmesinden sonra gerçekleştirilir. “Üniversite Reformu” ile “Türk devriminin ilkelerini savunacak ve siyasal iktidarın desteği olacak bir üniversite oluşturmak”(122) amacı güdülür.
Dr. Reşit Galip ise bu iş için önemli bir şahsiyettir. Zira o, devrimlere içtenlikle bağlı bir kişi olarak ün yapmış bulunuyordu(123). Türk Ocakları’nda yetişmiş, İzmir suikastıyla ilgili davada istiklâl Mahkemesi üyeliği yapmış birisiydi. Reformla birlikte Üniversite’nin 151 öğretim üyesinden 92’si kadro dışı bırakılır. Yeni üniversitenin öğretim üyeler şu üç gruptan teşkil edilir: 1) Eski üniversiteden kadroya alman hocalar, 2) Avrupa üniversitelerinde öğrenimlerini veya ihtisaslarını başarıyla tamamladıktan sonra geriye dönen Türkler, 3) Yabancı profesörler(124).
Artık basında çıkan Üniversite’yle ilgili yazılarda, yeni Üniversite’nin özelliklerini açıklamaya ve övmeye yönelik şekilde yayınlanmaya başlanır. Gerçekleştirilen reformun zorunluluğu ve reformdan sonra oluşturulan yapının özellikleri ayrıntılı şekilde dile getirilir. Burhan Asaf m yazısı buna örnektir. O, Reform öncesi üniversitenin rejimi savunma konusundaki pasifliğinden yakınarak, bu kuruma yapılan müdahalenin yerinde olduğunu vurgular ve devamla şu ifadelere yer verir: “Bugün Rusya, İtalya ve Almanya’da darülfünunların liberal devirdeki istiklâlleri kalmadığı gibi ilimdeki hareket noktalarını da liberal görüşler teşkil etmiyor… her üç rejimin de müdahalesini icap ettiren esas, hayatın akışına uygun olan ilmi ve bu akışı muvaffak kılacak olan ilmi faaliyetleri temsil edecek bir darülfünun istiyoruz, etrafındadır… Bu inkılâbın her sahaya şamil prensipleri olmak lazım geldiği gibi, her sahaya ait ilmi ihtiyaçları olsa gerektir. İşte, hem bu prensipleri izaha hem de bu ihtiyaçları en seri ve en mükemmel bir surette tatmin etmek yeni İstanbul Üniversitesi’nin esas vazifesidir. Bu müessese, inkılâp bakımından, hem insanları hem de yapabilenleri yetiştirecektir “(125).
M. Nermi ise “Gazi Türkiye’sinde İnkılâp ve Üniversite” başlığını taşıyan bir yazısında, yeni üniversitenin devrim ilkelerini yaymak için kurulmakta olduğunu, bilimin artık bir lüks olmaktan kurtularak devlete hizmet edeceğini açıklar(126). Nusret Kemal (Köymen) de Üniversite reformunun ülkede girişilmiş bulunan uygarlık savaşının bir parçası olduğunu belirtir(127). Mehmet Saffet, bu reformu bir “devrim” olarak nitelendirdikten sonra, bunun tarih ve dil devriminden sonra üçüncü sırayı kapladığını, amacının bir kadro değişikliğinin değil, fakat bir “zihniyet”in değişmesinin sağlanması olduğunu açıklar(128). Aynı yazar bir başka yazısında da üniversitenin Türk Devrimi’ne uygun bir ya- pıda olması gerektiğini vurgular.(129)
Reformla gerçekleşmesi planlananların pratiğe yansıması için yeni üniversiteler kurulur. Bunların içerisinde en önemlisi Ankara Dil-Tarih- Coğrafya Fakültesi’dir. 1935’te kurulan Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinin açılışı Millet Meclisi’nde, o zamanın Maarif Bakanı Saffet Arıkan’ın sözleriyle duyurulur: “Atatürk’ün yüksek dehasından doğan ve kendi kutlu eliyle yaratılan tarih ve dil hareketi; bunlara bağlı olan arkeoloji ve coğrafya bilgileri için Ankara’da bir fakülte açılacaktır”(130).
Gerçekten de fakültenin adı Türk Tarih Tezi’nin ana unsurlarını bir araya getirir ve bunlarla ilgili olarak aşağıda belirtilen amaçları içerir: 1. Dil: Sümer, Akad, Sankrit, Çin ve Hitit dillerinin yani Türkçe’ye akraba olarak görülen dillerin karşılaştırmalı incelemesi; 2. Tarih: Orta Asya’dan gelen Türklerin tarihi zamanları da aşan uzun varlığını ve diğer uygarlıklara olan katkılarını kanıtlaması; 3. Coğrafya : Uygarlıkların beşiği olarak görülen ve Türklerin derin izlerini taşıdığı öne sürülen Anadolu toprakları üzerinde çalışmalar yapılması ve bunların belgelenmesi.
Tek Partili Yıllar ve Demokrasi Sorunu
Demokratik niteliği açısından özel olarak Tek-Partili yıllar, genel olarak da tüm Cumhuriyet Dönemi esas alınarak Türkiye’nin siyasal sistemi değerlendirilirken öncelikle dikkate alınması gereken kavram “Cumhuriyet” tir. Değerlendirmede cumhuriyeti öncelemek önemli ve hatta zorunludur; çünkü “resmi söylem” her zaman sistemin cumhuriyet niteliğine vurguda bulunmuştur; sistemin demokratik niteliği genellikle geri planda kalmış, cumhuriyetten ayn bir değer olarak herhangi bir anlam ifade etmemiştir. Bazen ise sisteme yöneltilen eleştiriler karşısında resmi söylemin “savunma” amaçlı genel eğilimi, cumhuriyeti demokrasi ile ‘ aynılaştırmak; olumlanan bir değer olarak demokrasi üzerinden cumhuriyet savunması yapmak olmuştur. Buna göre 1923’te ilan edilen sadece cumhuriyet değil, aynı zamanda demokrasidir. Halbuki, gerek tarihi gelişimi, gerekse siyaset bilimi literatüründeki anlamları itibariyle cumhuriyet ile demokrasi kavramları hem farklı şeyleri ifade ederler, hem de farklı sosyal pratikleri ortaya koyarlar.
Cumhuriyet ile demokrasi arasında kurulabilcek en önemli ve hatta benzerlik/anlam ortaklığı,cumhuriyetin yaygın olmayan geniş anlamıyla ilgilidir. Şöyleki, cumhuriyetin dar ve geniş olmak üzere iki anlamı vardır: Yaygın anlamını büyük oranda temsil eden dar anlamı ile cumhuriyet; devletin en üst düzeyindeki yöneticilerin, özellikle devlet başkanının seçimle ve belli bir süre için iş başına getirilmesini ifade eder. Yaygın olmayan ve dolayısıyla çok fazla kullanılmayan geniş anlamı ile cumhuriyet ise “seçim”le bağlantılıdır ve devletin üst yöneticilerini belirlemek için yapılan seçimin bilhassa ulusal iradeyi yansıtması gerektiğini ifade eder. İşte bu son anlamı ile cumhuriyet demokrasi ile anlamdaş görünmektedir. Çünkü, demokrasi bir anlamıyla, hükümetlerin seçim yoluyla kurulup seçim yoluyla değiştirildiği, siyasi karar alma yetkisine sahip olanların vatandaşlarca seçildiği ve bu konuda nihai yetki ve sorumluluğun halka ait olduğu bir yönetimi ifade etmektedir.
Dar ve yaygın anlamı ile cumhuriyetlere ilkçağdan beri rastlanmak- tadır. Örneğin, Eski Yunan kent devletlerinde yurttaşlar yöneticilerini seçerlerdi. Eğer seçtikleri yöneticilerinden memnun kalmazlarsa bir sonraki seçimde iş başından uzaklaştırırlardı. Ancak bu yönetim tarzının cumhuriyetin demokrasiyle benzerlik taşıyan geniş anlamından tamamen ayrı olduğu açıktır. Sistemin geniş anlamıyla cumhuriyet olabilmesi için seçime belli bir yaşa erişmiş tüm vatandaşların katılması gerekmektedir. Eski Yunan kent devletlerinde ise her yurttaş vatandaş değildi. Kent devletlerinde üretim etkinliğini elinde tutan köleler ile yarı köleler birer vatandaş sayılmazlardı. Sadece çok eski zamanlardan beri özgür olarak yaşamış, ya da özgürlüğe yeni kavuşmuş erkekler yurttaş sayılırlardı. Kadınların herhangi bir siyasi iradeleri söz konusu değildi. Dolayısıyla, seçime katılan “yurttaşlar” genel nüfusun çok küçük bir oranını teşkil ediyorlardı.
Cumhuriyetin geniş anlamına ulaşmak için seçim hakkının vatandaşların tümüne verilmesi gerekmektedir. Fakat esasında bu da yeterli değildir. Çünkü, vatandaşları sadece tek adaya oy vermeye mecbur eden sistemler ancak dar anlamıyla cumhuriyet olabilirler. Bundan dolayıdır ki, bu tip cumhuriyetlere “totaliter cumhuriyet” denilmiştir(131). Geniş anlamı ile bir cumhuriyet ancak demokratik yaşamın bu rejime egemen olmasıyla mümkün olabilmektedir. Yani, devlet başkanı başta olmak üzere tüm üst kademe yöneticileri belli bir yaşın üstündeki tüm vatandaşlarca seçilmesi ve hem bu seçim sırasında hem de sonrasında her vatandaşın istediği fikir grubuna serbestçe girebilmesini sağlayacak, temel özgürlüklerini tanıyacak ve güvence atana alacak bir sistemin yürürlükte olması gerekmektedir.
Cumhuriyet geniş anlamıyla değerlendirildiğinde demokrasi ile benzeşiyor olsa bile, aralarında önemli farklılıklar da yine benzeşmelerini sağlayan seçim bağlamında açığa çıkmaktadır. “Milli egemenlik” ve “somut/reel toplum ise farklılığın zeminini teşkil etmektedir. Milli egemenlik, Fransa da ihtilâl arifesinde cumhuriyet kavramıyla birlikte yaygın olarak kullanılmaya başlanan ve zamanla yaygınlık kazanan kavramlardan birisidir. Milli egemenlik kavramı soyut bir ulus anlayışına dayandığı için gerçekte kurucu iktidar kendini hipotetik olarak ulusun yegane temsilcisi gibi kabul edebilmektedir. Buna karşılık demokratik rejimlerde ise egemenlik mutlak anlamda “somut olan toplum”a dayanır. Dolayısıyla, demokrasilerde egemenlik “milli egemenlik” gibi bir soyutlamayı esas almaz. Doğrudan doğruya reel/somut olan, başka bir deyişle yaşayan topluma dayanır.
Cumhuriyet ile demokrasinin anlamsal benzerlik taşıdıkları alanda bile birbirlerinden kolaylıkla farklılaşabildikleri dikkate alınırsa, her iki sistemin ayrılıklarının ne kadar büyük olduğu daha iyi anlaşılır. Her iki sistem arasındaki farklılıkları oluşturan özelliklerden önemli diğer bazıları ise şunlardır(132): Cumhuriyetlerin özelliklerinden birisini “toplumsal homojenliği ön plana çıkarması” oluşturur. Cumhuriyetler toplumu monist bir tarzda şekillendirmeyi amaçlarlar. Örneğin, Sosyalist cumhuriyetler total bir ideoloji doğrultusunda toplumu yeniden inşaya çalışırken, oligarşik cumhuriyetler toplumsal farklılaşmayı siyasal iktidarın bekası için tehlikeli gördüğü için bu farklılaşmanın önüne set koyarlar. Oysa demokrasilerin temel özelliklerinden birisini “toplumsal farklılaşma” oluşturur. “Farklılaşma” demokrasinin “olmazsa olmaz kuralını” teşkil eder. Demokrasi, başta siyasal farklılaşma olmak üzere, ideolojik, kültürel, etnik, cinsiyet ve yaşam felsefesine dayalı her tür farklılığı bir zenginlik olarak kabul eder. Demokrasinin önemsediği siyasal yarış ancak farklılaşmış bir toplum için söz konusu olduğu için demokrasinin temel itici gücü iktidar için yarışmaya dayanır.
Cumhuriyet, toplumsal farklılaşmayı toplumun bölünmesi, parçalanması, dolayısıyla elden gitmesi tehlikesi nedenleriyle reddederken- demokrasi bu farklılaşmayı siyasal arenanın zenginleşmesi bakımından bir zenginlik unsuru olarak kabul eder.Cumhuriyetlerde toplumsal birlik ve beraberlik devlet eliyle suni tedbirlerle sağlanırken,demokratik toplumlarda “farklılıklar zemininde birlik” ilkesi hakimdir. Başka bir ifade ile her sosyal grup başka bir sosyal grupla yarışırken, aynı zamanda onun varlığı için de zorunlu bir dayanak oluşturur. Birinin meşru varolma hakkına sahip bulunması diğerlerine de aynı hakkın yasal olarak dogmasına yol açar.
Cumhuriyetlerin karakteristik özelliklerinden birisini de “bahşedilmiş bir hukuk sistemi”ne dayanmaları oluşturur. Cumhuriyetlerde hukuk sisteminin halkın rızasına dayanması, eleştiriye açık olması gibi bir durum söz konusu değildir. Hukukun altındaki temel referans ideoloji, fiziki güç veya dinsel değerlerdir. Aslında bu toplumlarda “hukuk”tan çok “kanun” hakimiyeti söz konusudur. Kanunlar devletin hangi istikamette hareket edeceğini belirlemenin yanı sıra, devletin her türlü yaptıranını da meşrulaştırır. Buralarda kanun devletlerin üzerinde olmaktan çok devletler kanunların üzerinde bulunur. Yani devletin yaptırım gücü kanunların gücünden üstün olduğu için kanunlar anlık olarak rahatlıkla yeniden formüle edilebilirler. Kanun ihdasının altındaki temel güdü bireylerin yaşam ve özgürlüğünün teminat altına alınması değil, devletin bekasının teminat altına alınması ve yaptırımlarının kılıfına uydurulmasıdır. Cumhuriyetlerde demokrasilerde olduğu gibi vatandaşın hakkının hukuksal bir güvencesi tam anlamıyla söz konusu değildir. Yöneticilerin keyfi tutumu, dolayısıyla vatandaş arasında ayırım yapma konusundaki yetileri her zaman saklı tutulmaktadır.
Demokratik toplumlarda ise “rızaya dayalı bir hukuk sistemi” esastır. Hukukun temel amacı devletin toplum üzerindeki tahakkümünü meşrulaştırmak değil, aksine devletin toplum üzerindeki gücünü sınırlandırmak ve toplumun lehine kurallara bağlamaktır. Anayasal veya hukuksal devlet bu bakımdan demokratik devletin temel şartıdır. Bu nedenle ünlü hukukçu Heyek hukuk ile sınırlı olmayan devletin bir çeteden farklı olmayacağını ileri sürmekte zorlanmaz(133). Demokrasilerin zorunlu şartlarından hukuk devleti olabilmenin en temel şartını bireyin temel haklarını ve özgürlüğünü teminat altına almak oluşturur. Bunun düşünsel temelini, tüm bireyleri eşit kabul etmek ve doğuştan geldiği kabul edilen temel haklarını ise insanın “salt insan olmaktan” kaynaklanan hakları olarak değerlendirmek oluşturur. Bu bakımdan demokrasilerde hukuk sistemi iktidarın bahşettiği bir lütuf değil, bilakis bir haktır. Bireylerin temel hakkıdır. Demokrasilerde hukuk devlet ile birey arasındaki sözleşmeyi sağlayıcı temel araçtır. Hukukun en temel hedefini, bireyi başka bireylerden ve devletten korumak teşkil eder. Halbuki hukuk devletini tam anlamıyla oturtamayan cumhuriyetlerde bireyi devletten koruma değil, aksine devleti bireyden koruma refleksi daha fazla ön planda tutulur.
Cumhuriyetlerdekinden farklı olarak, demokratik sistemlerde iktidarın yetkilerini sınırlayan bir anayasa vardır. “idare edenlerin idare edilenlere karşı anayasaya dayanan mesuliyeti”(134) söz konusudur. Anayasanın yazılı veya yazısız olması önemli değildir. Önemli olan yürütmenin, anayasanın koyduğu sınırlamalara yasama organı tarafından riayet ettirilmesidir. Demokratik sistem, kanun önünde eşitlik ilkesini öngörür. Aynca anayasa ile sınırları belirlenen hürriyetler kanun teminatı yoluyla korunur. Yani, ferdin haklan, idarenin keyfi tasarrufuna karşı koruma altındadır. İktidar meşruluğunu seçim yoluyla halktan alır ve meşruluğunu yine seçim yoluyla kaybedip muhalefete geçerek “meşru bir iktidar olabilmenin” demokratik mücadelesini verir. Mücadelesinin başarısı ise yine seçimlerde belirlenir(135).
Cumhuriyetlerde siyasal iktidar ve yönetim biçimi hukuk ve seçim yoluyla sözleşmeye dayalı bir biçimde oluşmadığı için, iktidar ve yöne tim konularında ciddi endişeler vardır. “Rejim”in her an iç ve dış düşmanları tarafından yıkılacağı korkusu çoğu zaman paranoid bir karak terde açığa çıkar. Bu endişeyi bertaraf etmek, yönetimin bekasını sağlamak için daima “harici ve dahili düşman” mitosu üretilerek, bu düşmanlara karşı toplum seferberlik halinde tutulmaya ve yaşanan süreç hep “olağanüstü” şartlar bağlamında değerlendirilmeye çalışılır. Bu yolla toplumun uyanık tutulmasından çok gerçekte toplumun teyakkuz halinde tutulması ve böylece yönetimin önemine dair ikna edilmesi amaçlanır. Yaygın bir şekilde kabulü sağlanan “olağanüstü” şartlar ise “olağandışı” uygulamalara kolaylıkla “meşruiyet” sağlar. Zaten demokratik olmayan cumhuriyetler çoğunlukla halka rağmen kurulmuşlardır. Yönetim biçimi bir sözleşmeye dayanmadığı gibi yönetici sınıfın iş başına gelmesi de çoğunlukla “de facto” olmaktadır. Bu bakımdan bu toplumlarda ciddi bir rejim krizi her zaman canlı olarak gündemde tutulur. Réel toplumun dışında, soyut bir rejim düşüncesi harici ve dahili düşmanların tehlikesi altında sürdürülür. Devrim sonucu oluşan cumhuriyetlerde ciddi biçimde bir korku havası estirilir. Devlet devrim düşüncesini yaydığı korkuyla sürdürmeye çalışır. Polis asker gibi güvenlik birimleri bireye güven vermekten çok onun üzerinde korku havası uyandırır ve korkunun simgeleri haline gelir. Devrimci cumhuriyetler gerçekte radikal bir tutumu her zaman canlı tutarlar. Devrimci güç ya baskı ve zor yoluyla rakiplerini sindirir ya da bu toplumlarda dişe diş bir mücadele hep yaşanır. Kısaca bu tür toplumlarda siyasi istikrar kolayca sağlanamadığı gibi bireyin temel hak ve hürriyetinin de bir güvencesi yoktur.
Oysa, demokratik toplumlarda rejim gibi bir sorun yoktur. Demokrasilerde ”rejim değil” “yönetim” ön planda tutulur. Cumhuriyetlerde soyut bir rejim kavramı bulunurken, demokrasilerde soyutluk sadece ve sadece bireyin doğal haklarında öne çıkar. Yönetimin soyutlanan bir boyutu yoktur. Demokrasilerde yöneticilerin kutsal, ilahi, yarı tanrısal bir tarafı asla söz konusu olmaz. Yöneticiler toplumun temsilcileri olarak seçimle iş başına gelir, sınırlı yetki ve görevlerle donatılırlar. Vatandaşın temel haklarını korumanın yanı sıra, onların temel alanlardaki (güvenlik ve adalet gibi) hizmetlerini yürütmekle yükümlüdürler.
Demokrasilerde bireylerin temel haklarının referansı niteliğindeki hukuksal çerçevenin dışında rejim gibi bir soyutlamaya da gidilmez. Siyaset düşüncesi literatüründe gerçekte, “demokratik rejim” gibi bir üslûp demokrasinin ruhuyla çelişir. Çünkü, demokraside rejim değil, kurum ve kurallar önemlidir. Demokratik kurum ve kuralların sürdürülmesi vatandaşa rağmen kurucu iktidarın rejimi için değildir; aksine sadece ve sadece vatandaş içindir. Bu bakımdan demokrasilerde “devrim” değil “sözleşme” ön planda tutulur. Cumhuriyet rejimleri ise siyasal yapının formuyla uğraşmaktan kurtulamamaktadırlar. Cumhuriyetler, içerikten çok biçimi öne çıkarmalarına karşılık, demokrasilerde değerler biçimden çok daha önemlidir.
Bütün bunlardan anlaşılan odur ki, Türkiye’de büyük bir yanılgı olarak demokrasi sanki cumhuriyetin doğal bir sonucu olarak gelişmiş ve demokrasi adeta cumhuriyetle birlikte var olmuş gibi düşünce inşa edilmiştir. Bu yanılgının oluşmasında resmi ideolojinin “batılı”, “modern”; başka bir deyişle dünyada yükselen değerleri, iyi olan her şeyi, cumhuriyetin bir eseri ve kazanımı şeklinde takdim etmesinin önemli bir rolü vardır. Halbuki, tarihsel gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, demokrasinin cumhuriyetin bir kazanımı olmadığını, aksine cumhuriyet döneminde siyasal sistemin temeline oturtulan resmi ideolojinin demokrasinin kamil manâda gelişmesine engel teşkil ettiği görülür.
Sistemin demokratik niteliği konusu Türkiye’deki Tek Parti dönemi bağlamında ele alınacak olursa: Cumhuriyet Türkiye’sinin başlangıcını “Hakimiyet bilâ kaydü şart milletindir” hükmünün oluşturduğu malûmdur. Ancak, önceki bölümlerde ayrıntılarıyla açıklandığı üzere, bu şartın gerçekleşmesi için 1946 yılını beklemek gerekecektir ki, ondan sonra da demokrasinin ne oranda gerçekleştiği çoğu zaman tartışmalara açık olmuştur. Dar anlamı dikkate alındığı zaman, Cumhuriyet’in, 1923’ten itibaren Türkiye’nin sistemi olduğu söylenebilir. Gerçi bunu da İsmet İnönü’nün “Değişmez milli şef ’ seçilmiş olması tartışılır kılacaktır. Ancak, tartışılır noktaları dikkate almadan, genel anlamda, 1946’ya kadar yürürlükte olan siyasal sistemin, dar anlamıyla Cumhuriyet olduğunu söylemek kuramsal olarak doğru kabul edilebilir.
Ersanlı’nın tespiti konuyu dönemin genel özellikleri açısından özetlemesi nedeniyle önemlidir: “Parlamenter demokrasinin ana şartı olan muhalif çıkarların ve düşüncelerin temsili 1940’h yılların ikinci yansına kadar yalnızca bir dilek olarak kaldı. Tik parti iktidarı halka daima zorunlu bir geçiş olarak benimsetildi. Bu hazırlık ya da geçiş dönemi anlayışı meşruluğunu 1960, 1972 ve 1980 darbelerinde de sürdürdü”(136). Fakat, 1946’ya kadar olan sistemin demokrasi olmadığında kuşku yoktur(137). Çünkü 1946 yılma kadar demokratik sistemin en önemli özellikleri arasında yer alan muhalif düşüncenin varlığına(138) izin verilmemiş, muhalif düşünceler bastırılarak, kendini ifade edebilme hakkı tanınmamıştır.
Bu noktada cevaplanması gereken soru şudur, Çağdaş uygarlık düzeyi olarak tanımlanan Batılı gibi olmayı gaye edinmiş devrimcî İdarî kadro, 1946 yılına kadar hiçte kısa sayılmayacak bir dönemde “çağdaşlığın” siyasal gereklerinden olan “halk hakimiyetini” inşayı niçin gerçekleştirmemiştir’?” Bu soruya cevap olabilecek mahiyette açıklamalar oldukça çoktur. Ancak en yaygın cevap; örneğini Taner Kışlalı’da bulduğumuz açıklamadır: “Kemalist tek partinin görevi, toplumu çoğulcu bir demokrasiye hazırlamaktı. Tek partili sistem, olayların zorlamasıyla doğmuş, ama sürekli değil, sadece bir geçiş dönemi için öngörülmüştü”(139).
Demokrasiye geçmeyip otoriter bir sitemi ikame etmenin gerekçelerini ifade eden ve ayrıntıya varan açıklamalardan birisi ise şöyledir: “Rejimin gerçekten demokratik olması… kolaylıkla sağlanamaz. Demokrasinin oluşması, için de demokratik rejimin süreksiz olarak işleyebileceği bir sosyal yatağın oluş-masına bağlıdır. Bu yatağın temel unsuru da yerleşmiş vatandaşlarca benimsenmiş,içe girilmiş bir ”demokrasi kültürünün”oluşmasıdır.Bu kültür ise kısa zaman içersinde oluşmaz.Bugünkü ve gelecek Cumhuriyet nesillerinin başta gelen görevi söz konusu demokrasi kültürünü oluşturmak ve bunun yerleşmesi için çalışmaktır. İnsanlarımızın zihniyetlerinde zorunlu değişikliğin meydana gelmesi ve sosyal düzen içerisinde özgürlüğün, temel hak ve hürriyetlere sahip olarak yaşamanın vazgeçilmez bir sosyal değer olduğunun ruhlarda yerleşmesidir; insanların demokratik düzen dışı çareleri, gerçek çözüm yolu olarak telakki etmemek gereğine inanılmalıdır”(140)
Şevket Süreyya’nın konuyla ilgili açıklamaları ise biraz daha farklı bir merkezde ve ilginç sayılabilecek niteliktedir: “Türkiye’nin o ilkel, o çağdışı yapısı, bütün hayat cepheleriyle, hızla ve topyekûn değişmeliydi. Bu ise, kendi üstünlüğünü, asırlardan beri, hemen bütün dünyanın kanlı ve vahşi sömürülüşü pahasına yaratmış ve dünya kaynaklan üzerine oturmuş Batı ülkelerinin, artık Batı’da bile çatışmalar veren usulleri ile başarılamazdı. Batı’da hürriyet, hemen bütün dünyanın, yani bütün sömürge ve yan sömürgelerin hürriyetsizliği pahasına yaşıyordu. Dünya asırlardan beri Batı için çalışmıştı. Halbuki kol gücünden ve alın terinden başka sermayesi bulunmayan Türkiye’nin, kendini bir Batı hürriyeti sarhoşluğu içinde bir Batı demokrasisinin hayaline kaptırması, ancak bir aldanışla neticelenebilirdi. Onun için, bu ülkenin kımıldaması, zeminin tesviyesi ve bu tesviye edilmiş zemin üstünde, içeride milli hakimiyete dayanan, dışarıya karşı siyase- ten hür ve iktisaden istiklâl esasını güden, ileri bir nizam kurabilmesi için, olağanüstü kanunlara, olağanüstü müdahalelere ve düzenlemelere yönelmek ihtiyacı vardı. Bu olağanüstü müdahale ve düzenlemeler ise, disiplin ve müdahale nizamı demekti…. Hülasa o günlerde Yeni Türkiye’nin çok partiye değil tek ve kudretli bir iradeye ve bu iradenin, halka rağmen fakat halk için şefliğine ihtiyacı vardı. Bu şef, ancak Gazi Mustafa Kemal olabilirdi.’‘(141)
Verdiğimiz örneklerden de anlaşıldığı üzere, konu dahilindeki açıklamalar dikkate alındığında 1923-1945 döneminin “vesayet rejimi” olarak tanımlandığı görülür. Buna göre; tek-parti dönemini “vesayet rejimi”, dönemin Cumhuriyet Halk Partisi’ni “vesayet partisi” ve dönemin ideolojisi olan Kemalizm de “vesayet ideolojisi” dir. Vesayet terimi burada rejimin, partinin ve ideolojinin sürekli ve kalıcı bir otoriterlik peşinde olmayıp, aksine, toplumu, modernleşme kuramında anlaşıldığı türden (Batı tipi) demokrasiye hazırlamayı amaçladıkları fikrini içermektedir(142). Yani, buna göre, demokrasi sürecine geçilememesi, planlanan bir durum değil, şartların zorlamasıyla istenilmeden de olsa gerçekleştirilen bir süreç olduğu ifade edilmiş olmaktadır. Hedefleneni gerçekleştirmeyi engelleyen zorlayıcı şartlar ise, öncelikle, halkın bilinçsiz olmasıdır.
Bu resmi söylemi destekleyen kanaate göre: Demokrasi kültürüne yabancı olan halk, eğer demokratik idare kurulmuş olsaydı, bu sistemi hazmedemeyecek ve idareyi yine otoriter bir sisteme dönüştürecekti. Bu bağlamda Toktamış Ateş’in kanaati şudur; “O günlerde günümüz anlamında çağdaş bir referandum yapılsa, padişaha bağlı kitlelerin geniş boyutlara ulaşabileceğini tahmin edebiliriz. Zaten 1924-25 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930 Serbest Fırka deneyimleri bu görüşü doğrular. Bir örgüt olanağı doğduğu anda tepkiler dile gelmiştir. Ancak bu kitleler örgüt olanağını uzun süre bulamayacaklardır. Ve çok önemli bir husus olarak cumhuriyet kendi kadrolarını-vatandaşlarını yetiştirmek için uzun bir zaman bulacaktır”(143). Yani, açıklamaları doğru kabul edersek, söz konusu nedenle devrimci kadrolar demokrasiyi, halkın demokrasi kültürünü öğrenip bu konuda yetişmesine kadar geçici olarak ellerinde tutup, zararlı ellere geçmemesi için emanetlerine almışlardır. Fakat ne var ki bu görüşten hareketle, demokrasiyi emanetlerine alarak koruyan ve zamanı gelince halka devredecek olanların, halk adına korktukları “totaliter” idare tarzını kendilerinin oluşturmasını(144) ve demokrasinin gereği olan muhalefet partisinin kurulmasına ancak iç ve dış şartların zorlamasıyla istemeye istemeye razı olduklarını açıklamak makul bir tarzda mümkün olamamaktadır(145). Bu da “vesayet” kavramı bağlamında yapılan bütün açıklamaların tamamıyla sübjektif nitelikli savunmalar olmaktan başka bir anlama gelmediğini göstermektedir.
Demokrasinin hedeflenmiş olmasına rağmen vesayet sistemi ikame etmenin gerekçesi olarak dile getirilen ikinci görüş ise, fazla yaygın olmamakla birlikte, günün şartlarıyla daha uyumlu görünmektedir. Buna göre; “ Türkiye de Avrupa’yı kasıp kavuran anti demokratik fırtınadan nasibini almıştır”(146). Bu etkilenmenin ise bir çok yönden gerçekleştiğini ve İtalya, Almanya, Rusya’daki totaliter sistemin, dönemin Türkiye’sinde gerek İdarî kesimde ve gerekse aydın kesiminde övgülere konu edilip, beğenildiğini ve model olarak alınmaya çalışıldığı bilgilerimiz dahilindedir. Bu durumda anlaşılan odur ki, ortada demokrasiye geçmek gibi bir düşünce ve niyet yoktur. Bundan dolayıdır ki, sonuçta birçok bilim adamı veya siyasetçi tarafından dile getirilen eleştirel görüşlere hak verecek bir sistem inşa edilmiş, ülke onlarca yıl bu sistemle yeniden inşa edilmeye çalışılmıştır. Konu dahilinde Karatepe’nin tespiti şöyledir: “Cumhuriyetin ilanıyla kişiye bağlı iktidar sona ermeyip sadece isim değiştirdi. Padişahın yerini alan şefler en az padişahlar kadar kendi kişiliklerinin önemini vurguladılar. Tek partili dönem boyunca, “şeflerin emir ve direktifleri, anayasanın ve tüm yasaların üzerinde görüldü. Şeflerin, ülkenin kaderini tek başına ellerinde tutan, sınırsız yetkilerle donatılmış, üstün kişilikler olduğu kabul edilmişti”(147). Fakat bu tespitin sadece günümüzün bir akademisyenine ait olduğu zannedilmemelidir. Bizzat otoriter dönemin bir siyasetçisinin de benzer tanımlama ve açıklama yaptığını tespit ediyoruz: “Türk Milleti padişahları, Allah’tan başka kimsenin kulu olmamak için uğurlamıştır. Halkımız, Padişahların mülkü olan toprakları, yalnız kendinin hakim olduğu mesut bir vatan yapmak davasındadır. Bunun içindir ki her Türk, vatandaş; her vatandaş ise padişah olmak için demokrasi mücadelesine gönül vermiştir. Tekrar kulun kulu olacak idiyse bütün bu macera niye?”(148)
Ahmet Cemil Ertunç – Cumhuriyetin Tarihi,syf;247-293
1.Yazı için bkn:
DİPNOTLAR
1. Çetin Yetkin, 1930-1946 arası Tek Parti Dönemi ile 1923-1930 arası dönem arasındaki farkı, “herşeyden önce 1930 öncesi dönemde ne “Devletçilik”, ne siyasal bir sistem olarak “tek parti” ve ne de “milli şef’ kurumlarının izlerine rastlayamayız.” diyerek açıklar (Yetkin, Tek Parti Yönetimi, s.17).
Bizzat dönemin önde gelen isimlerine ve hatta CHPlilerine göre Tek Parti döneminin genel niteliği “Totaliter” yapılı olmasıdır. Örnek olarak bkz: Irmak, “Avrupa Savaşının Bitmesi ve Memleketimiz”, s.3; Ağaoğlu, îki Parti Arasındaki Farklar, s. 22; Nadi, Perde Aralığından, s. 178; Ayrıca bkz: Burçak, Demokrasiye Geçiş, s. 41,42
Fahir Giritlioglu, Mustafa Kemal’in uotoritesi azami hadde ulaşmasına rağmen; hukuki anlamda kendisine diktatör dedirtme”diğini belirtirken (Giritlioglu, Türk Siyasi Hayatında Cumhuriyet Halk Patisinin Mevkii, s. 57), Bület Daver ise, dönemin uygulamada “otoriter hatta diktatoryal bir yönetim olduğunu”, Mustafa Kemal’in komünist ve faşist diktatörlüğü reddetmekle birlikte kendine has bir otoriter rejim (cumhuriyetçi diktatörlük) uygulamaya çalıştığını ileri sürer (Daver, “Atatürk ve Sosyopolitik Sistem Görüşü”, s. 253,354). Munci Kapani Atatürk dönemindeki idarenin otoriter olduğunu, fakat diktatörlük olmadığını belirtir (Kapani, Kamu Hürriyetleri, s. 104). Kinross’a göre, Mustafa Kemal halkın desteği ile milli Mücadeleyi kazandıktan sonra muhaliflerini ortadan kaldırmış ve sonra diktatörlüğe kaymıştır.
Kinross, Mustafa Kemal’in diktatörlüğe kayma sebebi olarak da, halktan çekinmesini ifade eder. Kinross bu aşamada bir orijinal durum olarak, Mustafa Kemal’in diktatör olarak iktidarı ele geçirmediğini, iktidarı ele geçirdikten sonra diktatörleştiğini söyler (Kinross, Atatürk, s. 657). Philips Price ise Mustafa Kemal’in zamanla “tiranlaştığını” bunu ise Takrir-i Sükûn Kanunu sonrasında gerçekleştirdiğini belirtikten sonra bunun ise halkın gidişatını doğru bir çizgiye” oturtmak için bir süreliğine de olsa gerekli olabileceğini, ancak şahsi öç alma hareketlerine girişmenin yanlış olduğunu belirtir (Price, History of Turkey, s. 134). R.D. Robinson, Mustafa Kemal in modern totaliter bir yapıya sahip olmamasına karşın, siyasi alanda bir diktatör özelliği arz ettiğini belirtir (Robinson, The First Turkish Republic, s. 87,88). H. N. Howard ise, kültürel, dini ve yasal reformların gelişerek devam ettiği bir aşamada, 1925 yılından itibaren, Türkiye’de Mustafa Kemal’in “demir yumruğu altında” bir diktatörlük görünü arzettigini belirtir (Howard, The Partition of Turkey, s. 336). Glasneck ise Türkiye’de inşa edilen otoriter yapının esasında Mustafa Kemal’in kendisinin değil, çevresindeki liderler grubunun uygulamalarıyla inşa edildiğini belirtir (Glasneck, Kemal Atatürk ve Çağdaş Düşünce, s. 227). Klaus Kreiser, Mustaf Kemal’in Türkiye için Batı’daki Doğu imajını sildiğini, onun çağdaş diktatörler arasında yer aldığını, ancak kendisine has bir kişiliğe sahip olduğunu belirtir (Kreiser, “Modern Avrupa Tarihi İçinde Atatürk”, s. 534,536).
Tüm bu tespitleri, gerekçeleriyle açıklaması açısından, Bülent Tanör “gerçek şu ki, Kemalist rejim demokratik değil, otoriter karakterdeydi” tespitinde bulunduktan sonra, bu tespitinin gerekçelerini şöyle açıklar: “Tek Partili sistem bu yönde karşımıza çıkan ilk önemli olgudur… Parti-devlet kaynaşması, özellikle 1935 sonrasının tipik özelliklerindendir… Şeflik sistemi de rejimin otoriter niteliğinin bir göstergesidir… Lider, partiye ve TBMM’ne de hakim olduğundan, hükümet gerçekte yasama meclisinden çok Şefe bağlı ve ona karşı sorumludur… Tek partili meclis, parti yönetiminin ve başkanının otoritesi altında çalışan, disiplinli ve uyumlu bir kuruldur. TBMM aslında CHP meclis grubu demektir. Bu kurulun esas işlevi de, hükümetin ve gerisindeki liderin kararlarını onaylamaktır… yargı organı da gerçek anlamda bağımsız ve güvenceli değildir (özellikle İstiklâl ve sıkıyönetim mahkemeleri). İdari yargının yürütme ve idare üzerinde etkili bir denetiminden söz edilemez. Anayasa yargısı zaten yoktur. Bu nedenlerle, yargının ayrı ve dengeleyici bir güç olması söz konusu değildir; esas işlevi rejimi ve inkılapları korumaktır. Hak ve özgürlükler dünyasında da rejimin otoriterliği kolayca yakalanabilir. Kişi özgürlüğü ve kişi güvenliği, polis ve sıkıyönetim uygulamalarından. Sıkıyönetim ve İstiklâl Mahkemelerinde zarar görmüştür. İskan Kanunları ile (1934,1935) düşünce suçlan (TCK ve Hıyanet-i Vataniye Kanunu), dinsel özgürlüklere müdahaleler (hac izni verilmemesi, dinsel konularda yayın engellemeleri vb.) sendika ve grev yasaklan, basın suçlan ve cezalan (“memleketin umumi siyasetine dokunacak” yayın yasağı (1931 Matbuat Kanunu), demek ve parti kurmanın fiilen (1938 öncesi) “izin sistemi”ne bağlanması, toplantı ve gösteri yasakları, hak ve özgürlüklerin durumu hakkında yeterli bilgi verir. Sosyo-kültürel yaşam denetim ve gözetim altındadır. Basın dünyası sansür, otosansür, kapatma ve mahkumiyet çitleriyle çevrilidir. Sivil toplum canlılığının odaklan sayılan demek faaliyetleri kısıtlıdır… Sosyal sorun (emek-sermaye ilişkileri) karşısında aldığı tavır açısından da rejim otoriter ve muhafazakârdı. Toplumun sınıflardan değil, meslek gruplarından oluştuğunu varsayıyor, sınıf örgütlenmesini ve mücadelesini bastırıyor, meslek grupları arasında çıkar birliğini veri kabul ediyordu. Bu gerekçeyledir ki emeğin bağımsız ve sendikal örgütlenmesi mümkün değildi” (Tanör, Kuruluş Üzerine 10 Konferans, s. 169-173).
4.Hakimiyet-i Milliye, 4 Kanunuevvel 1930
5.Hakimiyet-i Milliye, 11 Teşrinisani 1930
6.Vakit, 14 Temmuz 1931
7.Hakimiyet-i Milliye, 19 Kanunuevvel 1930
8.Vakit, 22 Teşrinisani 1930
9.Vakti, 13 Nisan 1931
10.Cumhuriyet, 28 Mart 1931
11. Vakit, 21 Teşrinisani 1930
12.Cumhuriyet, 18 Nisan 1931
13.Hakimiyet-i Milliye, 29 Teşrinisani 1930
14.Hakimiyet-i Milliye, 7 Kânunuevvel 1930
15.Atay, Yeni Rusya, s. 172
16. Hakimiyet-i Milliye, 19 Teşrinisani 1930
17. Atay, Yeni Rusya, s. 170,172
18. Atay, Moskova-Roma, s. 108,109
19.Cumhuriyet, 3 Teşrinisani 1931
20.Cumhuriyet, 22 Mayıs 1932
21. Cumhuriyet, 3 Haziran 1932
22. Cumhuriyet, 8 Mayıs 1932
23. Cumhuriyet, 26 Nisan 1932
24. Ülkü, C.l, Sayı 3, Nisan 1933, s.241,242
25. Kazım, Paşalar Kavgası, s. 169;
Kendisi de Cumhuriyetin ilk yıllarında ordu mensubu olan N. Nazif’in konuyla ilgili tespitleri şöyledir: “Bütün İttihatçılık devri “Niyaziler, Enverler yaşasın!…” yaygarası içinde geçmişti… İstiklâl savaşında ve Cumhuriyetin ilk merhalesinde de böyle oldu. Halka bir Mustafa Kemal duyuruldu… Bir de İsmet, bir
de Çakmak… İlk ağızda biraz adlan geçmiş olan Kâzım Karabekir, Rauf, Refet gibiler ne yapıldı, yapıldı unutturuldu… Başka memleketlerde olsa heykelleri dikilip operaları oynanacak nice halk kahramanlarının hepsi halka meçhul kaldı. Birinci Meclis’in bütün fedakâr şöhretleri zabıt ceridelerine gömüldü. Halbuki bir Kâzım Karabekir istemeseydi, Mustafa Kemal Erzurum’da kalamazdı ve Dursunzâde Cevad adlı bir genç istemeseydi Erzurum Kongresine giremezdi meselâ… Bir Kâzım Özalp az işler mi başarmıştır?… Kim biliyor? Üç-beş kişi… Söylenince kim inanıyor? Hiç kimse… Bir Fuad Cebesoy Paşa’nın, Fahretin Paşa’nın kaç okula resmi konmuştur? Hiç bir okula… Sivas Valisi Reşit Paşa istemeseydi, Sivas Kongresini pekâlâ dağıtabilirdi. Mustafa Kemal ordu kumandanlığından istifa etmemiş olsaydı dahi gene valinin izni olmadan bir okul binasına yerleşebilir miydi? Ve vali, o beş-on kişilik toplantıyı azametli bir tehdit halinde merkeze aksettirmeseydi de hakikati bildirseydi. Sivas kongresi ve orada seçildiği duyurulan heyet-i temsiliye bir milli kudret halini alabilir miydi? Alamazdı tabi… Ama kim biliyor bunu? Üç-beş kişi. Söylenince kim inanıyor? Hiç kimse.” (Tepedelenlioglu, Ordu ve Politika, s. 328, 329).
26. Aydemir, İkinci Adam, C.II, s.51
27. Nadi, Perde Aralığından, s. 15
28.Peker, İnkılap Dersleri, s. 63,64
29.Ülman, “Alman Nasyonal Sosyalist Partisi”, s. 162
30.Spitz, Antidemokratik Düşünce Şekilleri, s. 250, 251
31.Karatepe, Darbeler, Anayasalar ve Modernleşme, s. 184;
İnönü döneminde CHP Genel Sekreterliği görevini üstlenmiş olan Memduh Şevket Esendal, “şer sisteminin anayasayla ilgisini şöyle açıklar; “Bazı memleketlerin Anayasası yazılmış, bazılarınki ise yazılmamıştır. Türkiye’ye gelince, bizim iki anayasamız vardır. Bunlardan yazılmış olanı, Teşkilatı Esasiye Kanunu’dur [1924 Anayasası], Yazılmamış olanı ise şimdiki fiili durumumuz yani ‘şef sistemi” dır. Bu sistem kuvvetini CHP’den alır” (Akandere. Milli Şef Devri,32
32.Yetkin, Tek Parti Yönetimi, s. 173
33.Yetkin, Tek Parti Yönetimi, s. 167, 168; Ünal, Türkiye’de Demokrasi’nin Doğuşu,s.171
34.Friedrich, Totaliter Diktatörlük ve Otokrasi, s.27,29;
Cahit Tanyol, Mustafa Kemal in zamanla bir inanç konusu haline getirildiğini açıklarken, C. Friedrich- Z. Brzesmskı’nin görüşlerinin pratiğe yansımış halini ifade ediyor gibidir: “Washington Irwing’in, Shakespeare hakkında bir sözü var, onu bir İtalyan azize benzeterek “Tapınanları türbesine o kadar çok mum getirmişlerdir ki, dumandan tanınmaz hale gelmiş put…”der. Bu söz Atatürk için de söylenebilir… Çünkü bir azizin türbesine getirilen mumlar, azizle hayranları arasında özel ve içten bir bağlantı kurar. Halbuki Mustafa Kemal’in çevresinde yaratılan “tabu” katılaşmış, karanlık bir duvar gibi onunla Türk toplumunu birbirinden ayırmıştır.” (Tanyol, Atatürk ve Halkçılık, s. 28) Cahit Tanyol’un belirttiği “tabulaştırmanın ise daha Mustafa Kemal sağken başlatıldığının önemli bir delili ve örneği olarak 1938 yılında yayınlanan ve öğrencilerin Atatürk hakkındaki şiir ve makalelerini toplayan kitaptaki bir iki cümleyi dikkate alabiliriz: “Ey Türkün yaratıcısı… Ey büyük Ata! Ey Tanrı’nın oğlu! On yedi milyon yetiştirdiğin, yokken var ettiğin Türk gençliği senin yurdum için her zaman canını vermeye hazırdır.”, “Tanrı sözüne benzer bir sihir var sesinde; Onları dinledikte işte kurtulduk Atam!” (Cumhuriyet Halk Partisi, Şeref Kitabı XV, s. 17,28)
35. “İnkılâpçı Terbiye”, Vakit, 28 Teşrinisani 1930
36.Yarın, 24.25 eylül 1930
37. Yarın, 16 ekim 1930
38.Peker, “Disiplinli Hürriyet”, s.179
39.Ülkü C. 7, S 39, Mayıs 1936, s. 161,162
40.Bozkurt, Atatürk İhtilâli, s. 137
41.Özer, Mukayeseli Hukuku Esasiye Dersleri, s. 309
42. Parla, Türkiye’nin Siyasal Rejimi, s. 146, 147
43.Arcayürek, Demokrasinin İlk Yılları, s.28-30.
44.Hüseyin Cahit Yalçın, “Milli Şef İnönü , Tanin, 11 ikinci teşrin 1943
45.Falih Rıfkı Atay, “Milli Şef”, Ulus, 11 Son teşrin, 1941.
46. Nadir Nadi, “Onu Dinlerken”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 1939
47.Abidin Daver, “İlham, Feyiz ve Ders Alınacak Bir Nutuk”, Cumhuriyet, 3 ikinciteşrin 1944
48.R. Şemsettin Sirer, “Unutulmaz Bir Yolculuk”, Ülkü, 1 Haziran 1942,
49. Akandere, Milli Şef Dönemi, s. 56
50.Akandere, Milli Şef Dönemi, s. 56
51.Nadir Nadi, İnönü’nün “Değişmez Milli Şef’ ilan edilme nedeniyle ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “O yıllarda totaliter yönetim modası salgın halde idi. Almanya, İtalya, Rusya, Japonya gibi dev memleketlerin yanı sıra iberik yarımadasında Orta Doğu’da ve Balkanlarda irili ufaklı bir para-faşist rejim kurulmuştu. Ufukta belirmeye başlayan savaş bulutlan milletleri koyun sürüleri halinde birer çoban etrafında toplanmaya zorluyordu- (Nadi, Perde Aralığından, s.306
52. Goloğlu, Milli Şef Dönemi, s.6 ^
53. Kunter, “Milli Şefimizin Gençliğe öğütleri”, s. 13 1″ J
54. Sirer, “Unutulmaz Bir Yolculuk”, s.9 II j
55. Tecer, “Halkevleri Yıldönümünde”, s. 1 L’ 1
56. Sirer, “Unutulmaz Bir Yolculuk”, s.7 I 1
57. Tecer, “Dünden Bugüne”, s. 19
58.“Cumhurreisimiz İnönü”, Ülkü, S. 36, 16 Mart 1943, s.l
59.“Ondokuzuncu Yıla Başlarken”, Ülkü, S. 3, 1 İkinciteşrin 1941, s.l;
Tüm bu ifadelerde yer alan düşüncelerin uygulamadaki biçimi ise şudur:
“Sene 1945. [İnönü] elinde mutlak kudreti tutan bir diktatör… Diktatör bir gecekondu diktatörü değil, kuvveti herkes tarafından bilinen bir ordu gözünün içine bakıyor” (Metin Toker, “Bugünkü Vazifemiz”, Akis, s. 301, 30 Mayıs 1960).
İnönü Dönemini, bir gazeteci olarak yaşayan Cüneyt Arcayürek’in o günlere ilişkin bir tespiti şudur: “Kente inişinden önce önlemler alınır, Atatürk Bulvarı boyunca polisler dizilirdi. İnönü’nün yaklaşmakta olduğunu, motosikletlerin gürültüleri iletirdi. Bir dizi polish motosiklet ardından İnönü’nün otomobili, sonra yine motosikletler…” (Arcayürek, Demokrasinin İlk Yıllan, s. 29)
Yakup Kadri’ye göre; İnönü’nün ikamet ettiği Çankaya erişilmez, sarp, yalçın bir dağ, bir Kaf dağı, bir Himalaya idi. İnönü ise Himalaya’da oturan bir “Dalaylama” idi (Karaosmanoğlu, Politika’da 45 Yıl, s. 142).
Nimet Arzık ise, İnönü’yü yedi yüz yıllık Osmanlı bürokrasisinin bir sembolü olarak nitelemiş, onu halkı birbirine kırdırarak hüküm süren son Osmanlı “padişahı” olarak nitelemiştir (Arzık, Bitmeyen Kavga: İsmet İnönü, s. 8).
60. Aydemir, İkinci Adam, C.II, s. 51,52
61. Ahmad, Modem Türkiye’nin Oluşumu, s.94
62. Ahmad, Modem Türkiye’nin Oluşumu, s.94; Ayrıca bkz: Burçak, Demokrasiye Geçiş, s. 13
63.Kaya, “Halkevlerinin 5. Açılış Yıldönümündeki Söylevi”, s.4
64. Nadi, “CHP Kurultayı”, Cumhuriyet, 26 Birincikanun 1938
65.Ülkü, C.13, S. 74, Nisan 1939, s.99
66.Ülkü, c.13, S. 76, Haziran 1939, s.VII
67.Cumhuriyet, 19 Teşrinievvel 1931
68.Cumhuriyet, 25 Mart 1931
69.Ülkü, C.5, S. 28, Haziran 1935, s.46 I
70.Aron, Demokrasi ve Totalitarizm, s. 67
71.Liriz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, s. 25, 154
72.Aron, Demokrasi ve Totalitarizm, s. 283, 284
73.Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, s. 54;
Peter Berger, Totaliter rejimlerin “yirminci asrın gülünç bir olayı” olduğunu ve “gerek sağdaki, gerek soldaki totaliter sistemlerin, modernlikten kaynaklanan hoşnutsuzlukların aşın derecede kurumsallaştırılması önerisi ile ortaya çıkmakta” olduğunu belirtir (Berger, Modernleşme ve Bilinç, s. 208). Elbette ki onun bu tespiti Batı toplumları için geçerli olabilir. Fakat Türkiye gibi modernleşmemiş ve modernleşme ideali taşıyan ülkelerdeki totaliter eğilim ve uygulamaların Batının her şeyini taklit ederek modernleşme inancından veya yönetici kadronun kişisel otoriter eğilimlerinden kaynaklandığını söylemek daha doğru olacaktır.
74. Giritli, “Atatürkçülük İdeolojisi”, s. 19
75.Bkz: Atay, Falif Rıfkı, “İnkılapçı Metodları”, Hakimiyct-i Milliye, 19 Kasım 1930.
76. Vahit, 25 Man 1931; Cumhuriyet, 25 Mart 1931
77..Akyüz, “Türk Ocağı”, s. 202, 203
78. Tanrıöver, “Türk Ocağı” s.199, 200
79. Tanrıöver, Dağ Yolu, C.I, s.32
80. Tanrıöver, Dağ Yolu, C.I, s.34
81. Tanrıöver. Dağ Yolu, C.I, s.33
82.Tanrıöver, Dağ Yolu, C.ll, s.78,79
83.Tanrıöver, “Türk Ocağı Beyannâmesi”, s.19,20
84.Akşam, 11 Eylül 1930
85. “Türk Ocağının Tarihçesi ve iftiralara Karşı Hamdullah Suphi’nin Konuşması”, Türk Yurdu Dergisi, Birincikanun 1930, S. 26-230, s.22
86. Karaer, Turk Ocakları, s. 41
87. Yetkin, Tek Parti Yönetimi, s. 63
88.Vahit, 21 Nisan 1931
89.Akşam, 3 Mayıs 1925
90. Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 137
91. TBMM Zabıt Ceridesi, 9. Dönem 1. Toplantı, 109 birleşim 2. oturum C.9, s.612
92. TBMM Zabıt Ceridesi, 9. Dönem 1. Toplantı, 109 birleşim 2. oturum C..9, s 613
93. Son Posta, 11 Mayıs 1935
94.Cumhuriyet, 26 Nisan 1935
95. “Arsıulusal Kadınlar Birliği Kongresi Dolayısı ile Kadın”, Cumhuriyet, 20 Nisan 1935
96. Bkz: Yetkin, Tek Parti Yönetimi, s. 83
97. Cumhuriyet, 14 Teşrinievvel 1935
98. Kabacalı, Türk Basınında Demokrasi, s. 153
99. Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, s. 137
100. Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s 142
101.Bu ifadeler İçişleri bakanı Şükrü Kaya’ya aittir.
102.1934 yılı Matbuat Almanagı’nda çıkan “Gazete” başlıklı yazı
103. Sertel, Hatırladıklarım, s. 213, 214
104. Evsal, Gazeteciler Cemiyeti ve 40 Yıl, s. 64
105.Toker, Tek Partiden Çok Partiye, s. 27, 28
106.Nadi, Perde Aralığından, s. 101
107.Bkz: Sertel, Roman Gibi, s. 264-267, 270.271
108.Kabacalı, Basın Sansürü, s. 312; Güvenir, 2. Dünya Savaşında Türk Basını, 82.83
109.Kabacalı, Basın Sansürü, s. 312; Güvenir, 2. Dünya Savaşında Türk Basını, 93.94
110. Nadi, Perde Aralığından, s.40
111. Widmann, Atatürk Üniversite Reformu, s. 31
112. Cumhuriyet, 28 Ağustos 1932
113. Cumhuriyet, 28 Ağustos 1932
114.Kadro, C.I, S. 8, Ağustos 1932
115. Haktmiyet-i Milliye, 2 Temmuz 1932
116.Kadro, S. 18, Haziran 1933, s.25
117.Kadro, C.2, S. 14, Şubat 1933, s.5-11
118.Kadro, C.2, S. 15, Mayıs 1933, s. 15
119. Kadro, C..2, S. 17 Mayıs 1933, s. 16
120.Mustafa Şekip(Tunç), “Kadro’ya Açık Mektup”, Yeni Türk Mecmuası, N0- i Teşrinievvel 1932, s.74
121. Raporun tam metni için bkz: Hirsch, Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitelerin Gelişmesi, C.I, s 229-295
122. Yetkin, Tek Parti Yönetimi, s.72-75
123. “1931 yılı sonbaharında bir gece Dolmabahçe Sarayı’nda Mustafa Kemal Pa- şa’nın sofrasında, değişik misafirlerle yemek yiyor ve konuşuyorduk. Maarif Vekili Esat Bey de sofradaydı. Yapılan işleri anlatırken, “Kız öğrencilerin kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun bulmadığını, daha kapalı giyinmelerini bir tamimle duyuracağını” söylüyordu. Sofrada bulunan Doktor Reşit Galip Bey “Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi, bu bir geriliktir, kadınlar artık eski durumda yaşayamazlar, inkılaplardan en mühimi kadınlara verilen haklardır, başka türlü batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.” diye Esat Bey’e karşı çok sert bir konuşma yaptı. Kemal Paşa sofrada vekilin zor duruma düşmesinden hoşlanmadı, olayı kapatmak istedi, “Bu konuyu uzatmayalım burada kapatalım, kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız” dedi. Reşit Galip “Af buyurunuz paşam, bu inkılap ve zihniyet meselesidir, müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim” diye ısrar etti. “Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılaptan zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez” dedi. Mustafa Kemal Paşa bu sert konuşma karşısında Reşit Galip’e “Yorgun görünüyorsunuz, madem konuşmalarda hoşunuza gitmiyor gidip istirahat edebilirsiniz” dedi. Reşit Galip aldırmadı, “Burası milletin sofrasıdır kovulmamalıyım, kendimi iyi hissediyorum, kalkmam” diye cevaplandırdı. Mustafa Kemal Paşa işi uzatmak istemedi “O halde biz kalkalım masayı beyefendiye bırakalım” diyerek kalktı, sofrayı bıraktı ve hemen odasına çekildi. Biz de kalktık ve dağıldık… Birkaç ay sonra Doktor Reşit Galip Bey Maarif Vekilligi’ne getirildi ve üniversiteler reformu onun vekilliği süresinde gerçekleştirildi” (Özalp, Atatürk’ten Anılar, s. 48, 49).
124.Widmann, Atatürk Üniversitesi Reformu, s.39
125.Kadro, S. 20, Ağustos 1933, s.27.28
126. Cumhuriyet, 11 Temmuz 1933.
127. Ülkü, C. II, Birincikanun 1933, s.381
128.Ülkü, C.H, sayı 7, Ağustos 1933, s.8
129.Ülkü, c.I, sayı 5, Haziran 1933, s.353
130.İnan, “Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin Kuruluşu Hazırlıkları Üzerine”
131. “Otoritelerin seçimle belirlendiği modem sistemlerde, iktidan gasp yoluyla ele geçiren kişi, kendisini seçimle meşrulaştırmaya çalışmakta; ama bunu yaparken de seçmenlere, kendisini onaylamama olanağı bırakmamaktadır… Eskiden, güç darbesiyle iktidara gelen diktatör, kendini, dinsel takdisle ya da kral soyundan bir prensesle evlenmekle meşrulaştırmaktaydı. Bugün ise, referandum ya da güdümlü seçimlere başvurmaktadır” (Duverger, Siyaset Sosyolojisi, s, 217, 221).
132.Cumhuriyet-demokrasi karşılaştırması ile ilgili bu bölümün hazırlanmasında büyük oranda Çaha’nın “Cumhuriyet ve Demokrasi” yansından yararlanılmış-
133. Daha geniş değerlendirmeler için bkz: Heyek, Kanun, Yasama Faaliyeti ve öz- gürlük.
134. Spitz, Antidemokratik Düşünce Şekilleri, s. 24
134.Kapani, Politika Bilimine Giriş, s. 56; Akın, Kamu Hukuku, s. 93-97; Dâver, Siyaset Bilimine Giriş, 184-186; Göze, Siyasal Düşünce Tarihi, s.212-215, 240- 243, 587-308; Akad, Çoğulcu Demokraside Siyasal İktidar ve Baskı Gruplan, s. 24-37
135.Ersanlı, İktidar ve Tarih, s.91
136.Mumcu, Siyasal Tarihe Giriş, s. 80; Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, s.84; Gerçi Taner Kışlalı kitabının bir başka sayfasında “Atatürk için, Kemalizmin “cumhuriyetçilik” ilkesi ile “demokrasi” eş anlamlı idi.”(s., 18) demesine karşılık, ağırlıklı tercihi söz konusu dönemin demokrasi olmadığı noktasında düğümleniyor.
137.Spitz, Antidemokratik Düşünce Şekilleri, s. 24
138.Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, s. 24
140. Dönmezer, Toplumsal Değişme ve Atatürk İnkılapları, s. 24
141.Aydemir, Tek Adam, C. III, s.209-211
142.Köker, Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, s. 15;
“Kemalist tek partinin görevi, toplumu çoğulcu bir demokrasiye hazırlamaktı. Tek partili sistem, olayların zorlamasıyla doğmuş, ama sürekli değil, sadece bir geçiş dönemi için öngörülmüştü” (Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, s. 24);
“Atatürk, çoğulcu bir demokratik rejimi nasıl kuracaktı? Bunu istiyordu, ama, ilk önce cumhuriyeti iyice yerleştirmek gerekiyordu. Gene de arada bir demokrasi koşullarının gerçekleşmesi için çalışmıştır. Ömrü yetişse idi, ulusal egemenlik, Cumhuriyetçilik ve biraz aşağıda inceleyeceğimiz layiklik ilkesini iyice yerleştirdikten sonra gerçek demokrasiye geçecekti” (Mumcu, Atatürkçülükte Temel İlkeler”, s. 17).
143.Ateş, Biz Devrimi Çok Seviyoruz, s. 149
144.Ağaoglu, İki Parti Arasındaki Farklar, s. 22
145.Bu konuda elbette ki bazı açıklama ve savunmalara rastlanıyor. Ancak ne var ki, bu savunmalar, söz konusu dönemdeki uygulamaların demokratik bir sisteme yönelişin gerekleri olduğunu ifade etmekten ziyade, anti-demokratik nitelikte oluşunu ifade eder tarzdadır. Bundan dolayı olmalı ki, tarihi gerçeklerle hiç bağdaşmayan açıklamalar anti-demokratik uygulamaları meşru bir zemine oturtmaya çalışılmaktadır. Şu iki açıklama bunun sadece küçük ve sık rastlanan örneklerindendir: “(Serbest Fırka hızla “karşı-devrimci” bir niteliğe kaydı. Ekonomik ve toplumsal görüş farkları arka plana itilirken, rejim sorunu ön plana çıktı. Fethi Okyar bile, konuşmalarında şapkanın “kâfirlik” olduğunu, “fesin ve şeriatın” geri gelmesi gerektiğini savunmaya başladı. Atatürk’ün bu olumsuz gelişimi gördüğü halde, müdahale etmemesi partiyi kapatma yoluna gitmemesi önemlidir. Ama bu kez de Fethi Bey, başında Mustafa Kemal gibi bir ismin bulunduğu parti ile sert bir savaşıma girmekten ve giderek ülkede bir iç karışıklık çıkması olasılığından ürkmüş, partisini kendi elleriyle kapatma gereğini duymuştur.” (Kışlalı, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, s. 24). Buna Toktamış Ateş’ın açıklamaları ise şöyle: Ateş, ısrarla “Laik bir demokrasinin temeli,’’düşünme’’” ve ‘’düşündüklerini açıklama” özgûrlûğû.-(Ateş, laiklik, s. 135) olduğunu, ‘’Demokrasilerde herkes istediği gibî düşûnür ve ya yaşayacagını]… yaşamına bir tecavüz olmadığı sürece, kimse kimseye karışama[yacagını]“( Ateş, Laiklik, s. 140) ve Cumhuriyetin ise “yönetim gücü“nün “halktan“ geldiği yönetim biçimlerine verilen genel isim“( Ateş, Cumhuriyet ve Laiklik, s. 9) olduğunu tekrar tekrar açıklamaktadır. Bu ise kuşku yok ki, antidemokratik uygulamaları meşrulaştırma gayretlerini engellemektedir. Zaten Ateş’te bunu kabul eder: “Hiç kuşku yoktur ki; Türkiye Cumhuriyeti özgürlükçü bir demokrasi değildi. Kimi yazarlarımız “Atatürk döneminde mükemmel bir demokrasi vardı“ gibisinden laflar ederler ama, bunun gerçek dışı olduğu çok açıktır.“( Ateş, Biz Devrimi Çok Seviyoruz, s. 188)
146. Ateş, Biz Devrimi Çok Seviyoruz, s. 188“
147.Karatepe, Darbeler, Anayasalar ve Modernleşme, s. 189
148.Bekata, Birinci Cumhuriyet Biterken, s. 5