…
En baştaki vahim soruya dönelim. Tanrı neden ısrarla kullarından yalvarmasını istiyor?
Bu soruya Batı düşüncesindeki aydınlanmacı kafanın cevabı ukalaca olmuştur. Buna göre tanrı egoisttir ve kullarının ezikliğinden zevk almaktadır. Batı edebiyatının en önemli ve en büyük yapay destanı sayılan Paradise Lost (Yitik Cennet)’i yazan John Milton’un tanrı kavramı durumu özetler gibidir: “Milton’un Tanrısı, yüce bir varlığa candan inananlarda bile sevgi duyguları uyandırmayan, acıma nedir bilmeyen, kaskatı bir mantıkla davranan soyut bir kavramdır. Tanrıdan çok, asık suratlı bir yargıcı, hatta kimilerine göre zorba bir kralı andırır. Onu nerdeyse Havva’nın gözüyle, yani çevresi hafiyelerle sarılı bir ‘yasaklayıcı (forbidder) olarak görürüz.”8
Aydınlanmacı düşünceyle gelen ve modern zamanlara hâkim olan tanrı düşüncesinin baskın olarak Milton’un tanrı kavramıyla örtüştüğü söylenebilir. Tanrı’nın kullarını cezalandırmaktan zevk aldığı inancı eski paganist düşüncenin bir kalıntısıdır. Hatta hümanizm fikrinin bu düşüncenin tam tersini savunmak olduğu da aşikârdır. Yani tanrı yerine insanı tutmak ve onu ön plana çıkarmak. Daha somut söyleyelim, Zeus’a karşı Prometeus’un yanında yer almaktır hümanizm.
Bu düşüncelerin yaygınlığı dolayısıyla günümüzde de yazımızın başındaki o vahim soru güncelliğini muhafaza emekte ve yanlı-yansız pek çok tartışmanın fitilini ateşlemektedir. İşin ilahiyattaki kelami ve akaidî tartışmalarını bir yana bırakalım ve bu soruya Necâtî’nin cevabının ne olduğuna bakalım:
Necâtî: Benlik şarap, zikir karanfildir
İnsanda aşkın gördüğü bir varlığı yüceltme güdüsü vardır. Bu bazen bir put, bazen bir siyasi, dinî lider, bazen bir sanat ve düşünce insanı, bazen eş, sevgili, bazen toplumları etkileyen popüler şahsiyetlerden biri, bazen ve belki de en tehlikelisi olarak kişinin bizzat kendi beni, egosu olur. Bir de buna ilaveten Tanrı’yı yüceltme, en aşkın varlık olarak ona tapmayı ilave edelim.
Ama kanımca şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Tanrı dışında bütün yüceltmeler bizi küçültür, icat ettiğimiz aşkın varlık karşısında kendimizi bir hiç ve yok hissederiz; hayranlık bizi cüceleştirir, hayranlığımız bizi etkisiz ve eylemsiz kılar; aşağılık kompleksine iter, bizi pasifize eder.
Ama Allah’ı yüceltme bizi büyütür… Allah’a yalvarır ve onu yüceltirsek biz de yüceliriz, büyürüz, kimse karşısında eğilmez, kimseye eyvallah demeyiz. Allah’ı yüceltme aslında insanın yücelmesinin yegâne yoludur. Çünkü bu insanın Allah dışında hiçbir varlıktan korkusu kalmaz, kendine karşı öz güveni her zaman üst düzeydedir.
Buna tasavvufta kulluk makamı denir. Modern zamanların literatüründe kulluk daima küçümsenmiş, modernizmin kulluğu yok etmek ve insanı özgürleştirmek için geldiği söylenmiştir. Oysa durum tam tersi olmuş, modern insan çok daha karmaşık varlıkların ve duyguların kölesi hâline gelmiştir.
Nedir kulluk makamı: “Tasavvufta, aşağıdan yukarıya doğru manevi yükselişi ifâde eden makamların başına tevbe, en üst zirvesine de kulluk konulmuştur. Kul olun kişi gerçek hürriyet sahibidir. Zira o, Rab’dan başka kimseye boyun eğmez. O, sadece Allah’ın emirlerine sarılır. O’ndan başka her şeyden bağımsız ve hür olur. Allah’ın emirlerine uzak kalan kimse, nefis veya şeytanın esareti altında demektir. Mutasavvıflar, abd lafzını er-Rabb mukabilinde kullanırlar. Ubudiyet salih kula mahsus olup, Allah onu birine nasip etti mi, artık o, Allah tarafından yardım görmüş demektir. Bu şekilde kulun nefsinin ve nevasının hazları örtülür. Sonunda, Allah onu kulluk nimetlerine daldırır ve sadece kendisi ile meşgul eder.”9
Kavramlar nasıl da tersine çevrilmiş! İşte Necâtî bu tür bir kulluk bilinci ve övme ile kişinin durumunun ne olacağını açıklıyor.
Dembedem benlik şarâbı kokusun def’ itmege
Vasf-ı hâlün düşmez ağzumdan karanfildür bana10
“Her an benlik şarabının kokusunu ortadan kaldırmak için senin ben’inin vasıfları benim ağzımdan hiç düşmeyen bir karanfildir!”
Her beytin anlam arka planında muhakkak yaşanan hayatın bir anına gönderme vardır. O an, o inanç, o gönderme çözülmezse anlam bir sis perdesi arkasında buğulu olarak netliği kayıp bir hâlde kalacak demektir.
Yukarıdaki beyitte şarap içen insanların âdetlerine bir gönderme var ki bugün de hâlâ geçerlidir. Şarap içen insanların ağızlarında doğal olarak kötü bir koku kalır. İnsanlar bu kokuyu izale etmek için karanfil çiğnerlermiş. Bugünlerde bu daha ziyade işkembe veya paça çorbası içince uygulanıyor. Demek ki karanfilin kokusu ağızdaki kötü kokuyu gideriyor. Beytin zeminindeki bu inancın bilinmesi gerekiyor.
Peki, şairin amacı bu mudur? Şüphesiz bu değildir, ama bu gönderme şairin niyetini çözmek için açıcı bir anahtar işlevi görecektir. Divan şiirinde bütün soyut söylemler muhakkak bir somut varlıkça somutlanır ki bu da okuyucunun zihninde düşüncenin daha net belirginleşmesini sağlar. Bu yüzden divan şiiri soyut değil aksine son derece somut bir şiirdir. Yukarıdaki beyitte egoizm, narsizm, kendini beğenme olarak açıklayabileceğimiz benlik duygusu şarap ile o benlik şarabının kokusunu gidereceği söylenen sevgilinin beni(ni zikretmek) ise karanfil ile somutlanmıştır. Şarap nasıl insan ağzında kötü kokular bırakır ve insanlar o hâlden rahatsız olursa egoizm de insanda öyle kötü bir iz bırakır; hiç kimse egoisti sevmez, ondan yana çıkmaz.
Şarabın kokusunu izale için nasıl karanfil çiğneyeceksek, benlikten kurtulmak için de sevgilinin benini anmak gerekir ki kurtuluşa erelim. Peki, bizleri benlikin pis kokusundan kurtaracak olan hâl, yani sevgilinin beni nedir ve insandaki egoyu nasıl yok etmektedir?
Vahdet gösterileni olarak ben
Divan şiirinde sevgilinin yüzdeki ben’i siyah olduğu için, siyahi varlıklarla somutlanır. Mesela esmer olduğu için Hindu denir, siyah küçük bir halka olduğu içi karanfil olarak adlandırılır. Her somutlama beytin felsefî arka planında bir anlam alanı yaratır. Eğer benler Hindu ise, bu benlerin âşığın gönlünü bir istilacı ordu gibi yağmalayıp mahvetmesine vurgu yapılır. Tabii ki bununla sınırlı değil, divan şiirinde benin (hâl; nokta, dane, fülfül (karabiber), Habeş, sinek, sultan, Bilal-ı Habeşî… gibi onlarca gösterileni vardır ve her gösterilen yeni bir anlam seferi yaratır. Bütün bunların ötesinde yüzdeki benin, yani hâlin tasavvufi bir terim olarak bambaşka gösterilenleri vardır. Bunlar işin içine girdiği zaman şiir çok daha zenginleşmekte, çoğalmakta ve yepyeni anlam iklimleri ortaya çıkmaktadır.
Birinci anlamıyla şairin benlik şarabının kokusundan kurtulmak için sevgilinin benlerini sürekli anmasının nasıl bir hâli somutladığı sorulabilir. Yorum şunu söyler: Aşkta benlik olmaz. Aşkta asıl olan sevilendir. Âşık kendi varlığını yok etmiş, sürekli sevgili ile uğraşmaktadır. Kendini ön plana çıkarmak, kibir anlamına gelir ki aşkın doğasına aykırıdır. Hakiki aşk nihayet sevgilide yok olmaktır. (Aslında yokluk âleminde yok olmak ve bu suretle sevgilide var olmaktır.) Bunun için de kişinin benliğini yok etmesi gerekir. Âşık sürekli sevgiliyi anarak kendini yok eder, kendinden değil sürekli sevgiliden bahsederek kendini silikleştirmiş olur. Bazen iş o dereceye gelir ki, âşıklar Fuzulî gibi demeye başlar:
Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünya nedir
Ben kimem sâkî olan kimdir mey-ü sahbâ nedir
Âşık, bunları söyleyecek makama gelmedikçe, dilediği o vahdet makamlarına çıkamaz. Vahdete ermek için de ikilikten kurtulmak gerekir. Normalde sevgili ve âşık diye iki varlık vardır. Peki, iki varlığın olduğu yerde vahdet mümkün müdür? Tabi ki değil. İşte bu yüzden aşkta vuslata imkânsızdır demişlerdir. Sebebi şu: “Vuslat, fikret gibi şeyler daima iki kişi arasında olur. Varlık âleminde yalnız bir tek zât olunca bu haller nasıl olabilir?”11
Peki, bir de şu soruyu soralım, âşık benlik şarabının kokusundan kurtulmak için neden başka bir varlık alanını değil de özellikle hâli, beni zikrediyor? Bütünden parçayı seçimin bir nedeni vardır: “Bütün yerine parça metonimisi durumunda bütünün yerine geçebilen birçok parça vardır. Hangi parçayı tercih edeceğimiz bütünün hangi boyutuna odaklanacağımızı belirtir.”12 Bunun şarap-karanfilin gündelik pratikteki ilişkisinden veya ego anlamına benle, yüzdeki siyah nokta anlamına benin sessel ve anlamsal yakınlığından dolayı olduğu söylenebilir tabii ki ama sadece bu değil! Zira hâlin tasavvufi literatürdeki karşılığı vahdettir, varlığın neşet ettiği noktadır:
“O yüzde zâhir olan ve bir noktaya benzeyen tek beni bütün varlığı çeviren dairenin aslıdır, hem merkezi.
İki âlem dairesini meydana getiren çizgi ondan hâsıl oldu. Âdem nefis ve kalb dairesi ondan meydana geldi.”13
Hâfız Divanı’nı şerh eden Konevî Mehmet Vehbî’nin şerhinde ise hâl, yani ben doğrudan zât-i ilâhî olarak şerh edilmiştir.14 Bütün bunlardan şu anlam çıkıyor: Mutlak güzelliği yüceltemeyenler, muğlak güzellerin peşlerinde ömürlerini harcamaktan kendilerini alamazlar. Kişi muhakkak bir yüceltme eylemi tercihinde bulunacaktır, mesele bunun hangi odağa yönleneceğidir. Kişinin benlik ve ego şarabının sefih kokusundan kurtulması için sevgiliyi (Zât-ı zül-celâli) zikretme karanfilini ağzından düşürmemesi gerekir. Kişi eğer sevgiliyi (Allah’ı) zikir ve tesbihten gafil olursa, zikir ve tesbihten kurtulmuş olmuyor, aksine kendisine sahte bir tanrı edinip onu yüceltmekle meşgul oluyor. Kişinin ben’in kibir ve gururundan salimen kurtulması ve yücelmesi ancak yaratıcıyı zikirle mümkündür. Çünkü bu zikir, kişiyi yüceltmekte ve varlığa karşı müstağni bir hâle getirmektedir.
Tezkiretü’l-Evliyâ’da Feridüddin-i Attar’ın aktardığı, Hz. Ömer ile Veysel Karani arasında geçen şu diyalog tam da bu hâli anlatmaktadır: “Hz. Ömer Üveys’ten nasihat istedi: Üveys: Ya Ömer Allah’ı bilir misin? Ömer: Bilirim. Üveys: Allah’tan başkasını bilmeyesin, sana yegrektir. Ömer: Öğüdü artır! Üveys: Allah seni bilir mi? Ömer: Bilir. Üveys: Allah’tan başkası seni bilmezse daha yeğrektir.”15
Necâtî, bir başka beytinde bu durumun başka bir veçhesine değiniyor:
Eksüklügin bilenler olur âkıbet temâm
İrişdirür tabîbe kişiyi sekâmeti 16
Mükemmelliğe erişen kişiler, eksikliklerinin farkında olan ve bunu tamamlamaya çalışan kişilerdir. Bu, doktora giden kişinin durumuna benzer. Eğer kişi hastalığının (noksan kalışın) bilincinde olmazsa ve doktora hastalığının (eksikliğinin) ne olduğunu söylemese nasıl iyi olabilir ki?
Kişinin yaratıcıyı tesbih ve zikirle yüceltmesi aslında en büyük eksiklik bilincinde oluşu değil midir?Necâtî’nin, bu övme ve yüceltme bahsinde, yine benleri merkeze alarak yazdığı bir başka beyti daha vardır ki bu beyitle şair şu çetrefil soruya da cevap vermiş olmaktadır: Kimi o benleri büyük bir aşkla övmekte iken, kimi neden bunları asla ağzına bile alamamaktadır?
Ol hinduvâne benleri ögmek kolay mıdur
Virilmese idi lutf ile nazm-ı hasen bana 17
“O hindu gibi benleri övmek hiç de kolay değildir. Eğer bana güzel bir nazm yeteneği lütfedilmese idi ben onları nasıl övecektim?”
Demek ki her isteyen övemiyor, kendi kusurlarının farkında olamıyor, o kusurlardan kurtulmak için kendi varlık ve eksiklik hesabına düşemiyor. Kendini tam ve kusursuz görenler, Hakkı zikretmeyi kendilerine zül sayıyor. Hakkı zikri zül görenler bu sefer bir batılın zikirden, fikirden, yüceltmeden kendini, alamıyor. Benlik şarabının kötü kokusundan kurtulmak mı istiyorsun, sevgilinin vahdeti simgeleyen ben karanfilini ağzından eksik etme. Sen bu karanfile ister zikir de, ister şükür de, ister virt de, isterse fikir de. O karanfil ağzında oldukça egonun da egoistin de, en büyük ben davacısı Azazil’in de şerrinden eminsin. Bu seni öyle bir makama çıkartır ki varlıktan darlığın kalmaz ve hiçbir şey sana zerrece korku salamaz!
Yani Tanrıyı övüp yüceltme Tanrı’ya haşa bir şey katmıyor ama bizim için egoizm hastalığından kurtulmanın en tesirli ilacı oluyor. Tanrı’ya yalvarmak, bizi onun kullarına yalvarmaktan ve kendimizi bir şey sanma çukuruna düşmekten koruyan en büyük silahımız oluyor! Aslında onu yüceltenler kendilerini yüceltmiş oluyor…
Tanrı’nın yüce kullarının kibrin zerresini kabul etmez o muazzam alçakgönüllülüğü; korku bilmez cesaretleri; öz güvenleri; adaletsizlere, zorbalara, tiranlara, despotlara karşı hakkı söylemedeki vakur duruşları; nefislerine ve şeytanlarına meydan okuma güçleri nerden geliyor dersiniz?
Dursun Ali Tökel – Divan Şairi Diyor ki,syf:
Dipnotlar:
8 Mina Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Altın Kitaplar, İstanbul 1986, s. 371. “Cehennemde hüküm sürmek cennette hizmet ediyor olmaktan daha iyidir; Better to reign in hell than serve in heaven” ve ayrıca “Cehenneme gidebilirim, ama böyle bir tanrı hiçbir zaman benim saygımı kazanamaz.” sözlerinin de ona ait olduğu söylenir.
9 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, abd maddesi, bkz:, http://dosyalar.semazen.net/e_kitap/TASAVVUF_TERIMLERI_VE_DEYIMLERI_SOZLUGU.pdf
10 Necatî Divanı, (Haz: Ali Nihat Tarlan), MEB. Yay., İstanbul 1997, s. 154, 15. gazel, 3. beyt.
11 Fahrüddin Irakî, Lemaât, (Çev: Saffet Yetkin), MEB Yay., İstanbul 1992, s. 18.
12 George Lakoff-Mark Johnson, Metaforlar: Hayat, Anlam ve Dil, (Çev: Gökhan Yavuz Demir), İthaki Yay., İstanbul 2015, s. 68.
13 Şebusterî, Gülşen-i Râz, (Çev: Abdülbaki Gölpınarlı), MEB. Yay., İstanbul 1989, s. 65-66, 788789. beyitler.
14 Bkz. Agâh Sırrı Levend, Divan Edebiyatı: Kelimeler ve Remziler, Mazmunlar ve Mefhumlar, Enderun Kitabevi, İstanbul 1980, s. 46.
15 Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, (Çev: Mahmud Sami Ramazanoğlu), Erkam Yay., İstanbul 1984, s. 24.
16 Necatî Divanı, (Haz: Ali Nihat Tarlan), MEB Yay., İstanbul 1997, s. 514, 589. gazel, 5. beyt.
17 Necatî Divanı, (Haz: Ali Nihat Tarlan), s. 154, 16. gazel, 4. beyt.
“Tanrı Neden Yalvarmamızı İstiyor?”için bir yanıt
Ahmed YAHYA
28 Haziran 2023
Tüm yazılar için teşekkürle.Rabbim ilminizi ve hizmetinizi müzdad eylesi