Tahminler
Paylaş:

 

Dünya tahminlerle dolup taşıyor. Geleceğe dair imgeler her yönden üzerimize fırlatılıyor. Sürekli olarak bizden, geleceğin harikalarım hayal etmemiz, yarının getireceği şeyleri düşleme­miz bekleniyor. Ancak bize sunulan bu düş ve hayallerin pek de hoş olmayan, demokratik olmayan bir alt yapısı var. Gelecekte yaşamın yalnızca tek bir biçimde sürdürülebileceği düşüncesi bize âdeta zorla kabul ettiriliyor; üstelik geleceğin ne getirece­ğine yalnızca teknolojinin karar verebileceği inancı da bununla birlikte empoze ediliyor. Bu nedenle, geleceğin kendisi artık tah­minler ve öngörüler tarafından sömürgeleştirilmiş durumdadır.

Her ne kadar geleceği düşünmek karmaşık ve riskli bir uğraş olsa da bu alan günümüzde büyük bir sektör hâline gelmiştir. Karmaşık, çünkü geleneksel düşünme biçimimiz genellikle ge­leceği kapsamaz. Geleceğin neler getirebileceğini, öngörülen ya da öngörülemeyen olasılıkların uzak ufuklarda nasıl belirdiğini hayal edebilmek için ciddi ve bilinçli bir çaba gerekir. Risklidir, çünkü gelecek her zaman belirsizdir ve yapılan her tahmin büyük bir yanılma payı içerir veya gerçeklikten ciddi şekilde sapma riski taşır. Yani geleceği tahmin etmek hem zor hem riskli. Ama bu, tahmin sektörünün hızla büyümesine engel olmuyor. Ancak tüm bu zorluklara rağmen, gelecek tahminleriyle uğraşan bu sektör, küresel ölçekte bir yangın gibi yayılmaya devam etmektedir.

Ancak gelecek üzerine düşünmenin tek yolu tahmin ve ön­görü değildir. Yani tahminler ve öngörüler, geleceği keşfetmenin yalnızca bir yoludur. Geleceği keşfetmenin başka pek çok yönte­mi vardır, örneğin senaryolar oluşturmak, gelecekteki toplum- ları modellemek ya da alternatif gelecek vizyonları geliştirmek gibi. Tahminlerin bu kadar baskın hâle gelmesinin nedeni, ge­lecekle başa çıkmanın en kolay ve en demokratik olmayan yolu olmasıdır. Ne kadar gelişmiş tekniklere dayanırlarsa dayansınlar -ki bu teknikler giderek daha karmaşık ve incelikli bir hâl almak­tadır- tahminler esasen bugünün geleceğe doğru uzatılmasın­dan ibarettir. Daha açık bir ifade ile tahminler dediğin, şimdinin geleceğe kopyala-yapıştır yapılmasından ibarettir. Çoğu zaman tahminler, seçilmiş bir geçmişi ve ayrıcalıklı bir şimdiyi doğru­sal bir geleceğe yansıtır. Yani tahminler, şimdiki zamanı geleceğe taşır. Bu yüzden gelecek, bugünkü sorunların daha teknolojik bir versiyonundan ibaret kalır. Bu nedenle tahminlere dayalı bir gelecek, mevcut düzenin -tüm eşitsizlikleri ve adaletsizlikleriyle birlikte- yalnızca daha hızlı, daha gelişmiş ve daha etkileyici teknolojilerle devam etmesinden başka bir şey değildir. İşte bu da postmodern çağın ideal düzenidir.

Genel olarak geleceğe dair tahminler iki kategoriye ayrılır: Gelecek ya teknolojik bir ütopya olacak ya da tam anlamıyla bir kabus. Ütopyacı tahminlerde bulunanlar genellikle akademis­yenler, yönetim gurupları, şirket yöneticileri ve reklamcılar olur­ken; distopyacı senaryoları ise çoğunlukla bilim kurgu yazarları ya da sinemacılar üretir. Özetle gelecek ya çok iyi ya da çok kötü gösterilir. İyimser tahminler genelde iş dünyasından, kötümser olanlarsa sanatçılardan çıkar. Gelecek tahminleri ya pembe bir hayal ya da karanlık bir kehanet sunar. Resmî ideolojinin ütop­yalarını akademisyenler ve CEO’lar pazarlarken, distopyaları ya­zanlar hep asi kalemler ve vizyoner yönetmenler olmuştur.

Dünyanın herhangi bir havaalanında kolaylıkla bulunabi­len Megatrendler ya da Gelecek için Yönetim gibi başlıklar taşıyan iş dünyası ve şirket kitapları, önümüzdeki on yıllarda hepimizin internete bağlı olacağını, yüzlerce kanala erişeceğimizi, evden çalışacağımızı ve genel olarak teknolojik bir mutluluk içinde ya­şayacağımızı söylüyor. Örneğin, Geleceği Yeniden Düşünmek adlı derlemede yer alan önde gelen yönetim uzmanları, bilim ve tek­nolojideki gelişmelerin belirsizliği yönetmemizi, yarının avan- tajlarını yaratmamıza olanak tanıyacak yeni yöntemler geliştir­memizi, büyüme stratejileri oluşturmamızı ve rekabetin temelini yeniden şekillendirmemizi sağlayacağını iddia ediyor. Dolayısıy­la, gelecek en az bir açıdan bugünden pek de farklı olmayacaktır: Şirketler egemenliklerini devam ettirmek için yeni teori ve araç­lara sahip olacaklardır.

Açık öğretim’in (Öpen University) ‘Gelecek Gözlemevi’ne göre, gelecekte insanlar rutin olarak beyinlerine mikroçipler taktıracak; bu çipler veri depolayacak ve doğrudan bilgisa­yarlarla iletişim kurmalarım sağlayacak. The Sunday Times’ın ‘Geleceğin Güncesi’ adlı yayınına göre ise önümüzdeki yir­mi yıl içinde sol beyne yerleştirilecek elektronik implantlarla kötülük tedavi edilebilecek, süper bakteriler değerli metalleri çıkarmak için eğitilecek, genetiği değiştirilmiş mikroorganiz­malar değerli merallerin madenciliğinde kullanılacak ve küçük kızlar ‘canlı Barbie’lerle oynayabilecek. Ay’da yaşam başlaya­cak, Mars kolonileştirilecek ve yaşlanmayı geciktiren ilaçlar sayesinde insanlar sonsuza dek genç kalacak. Küresel reklam ajansı Young & Rubicam’ın marka stratejileri direktörü Marian Salzman, Next adlı kitabında, yakında çıkacak yenilikleri şöy­le sıralıyor: Uykusuzlar için uyku makineleri, takıntılı bahçı­vanlar için robot çim biçme makineleri, yemek tutkunları için akıllı mutfaklar ve çocuksuz çiftler için posta yoluyla sipariş edilebilen katalog bebekler… Özetle bilim insanları gelecekte beyin çipleri, Mars kolonileri ve ölümsüzlük vadediyor. Rek­lamcılar ise robot çim biçme makineleri ve postadan bebekler… Hepsi aynı teknoloji hayaline inanmamızı istiyor. Michio Kaku ve Nicholas Negroponte gibi yazarlar ise gelecekte bizi özgür­leştirecek olan şeyin hakikat gibi ‘naif ’ fikirler değil, internetin ta kendisi olduğunu; teknolojinin ise bizi biyolojimizin sınırla­rından kurtaracağını öngörüyorlar. Eğer bu yazarların ve diğer teknoloji tutkunlarının söylediklerine inanacak olursak, çoktan yeni bir dijital Kudüs’e doğru yola çıkmış durumdayız.

Bu mesaj, CNN’in ‘Future Watch’ ve BBC’nin ‘Tomorrow’s World’ gibi televizyon programlan ile otomobil, cep telefonu, dijital ve uydu destekli tüketici ürünlerinin reklamları aracı­lığıyla görsel metaforlar hâlinde bize sunuluyor. Hepsi de bize yalnızca sosyal ve kültürel çevrelerimizin değil, insan olmanın ne anlama geldiğine dair temel anlayışımızın bile yeni teknolo­jilerle nasıl dönüşeceğini düşünmemizi istiyor. Hepimiz, uzayda süzülen küresel çelik topların yer aldığı, alışılmadık bir itiş sis­temiyle çalışan post-Concorde tarzı bir uçağın geçtiği, ışıldayan bir saat kadranının hızla ileri sardığı bir reklamı görmüşüzdür; âdeta uyuşturucu etkisi altındaki bir düş sahnesi gibi sunulan bu görüntülerin verdiği mesaj oldukça basittir: Gelecekte hepimiz yüksek hızda akan, yüksek teknolojili, saf lüksle bezeli bir dün­yada yaşayacağız. Reklamlar bize sürekli ‘gelecek’ satıyor: Daha hızlı, daha lüks, daha bağlı bir hayat. Ama bu gelecek vizyonu aslında hep aynı: daha çok tüketmemiz için tasarlanmış. Nitekim derin ve tok bir ses şöyle der: “Yeni milenyum için tasarlandı.” British Telecom ise, ‘gelecekte’ hepimizin anında iletişim kuraca­ğımıza, sürekli çevrim içi olacağımıza ve her an bağlı kalacağımı­za bizi inandırmak ister; reklam şöyle sona erer: “Öyleyse neden çalışma şeklimizi değiştirmeyelim?”

Teknolojinin zaferini yücelten imgelerin tam zıddında ise, geleceğe dair aşırı karamsar distopik öngörüler yer alıyor. Ulus-devletin çöküşünü ve ardından gelecek ekonomik kaos içinde herkesin hayatta kalma savaşı vereceğini öngören sayısız kitap yayımlandı. Televizyon dizileri de bu karamsar senaryoyu pekiştiriyor; örneğin ‘X-Files’ ve ‘Millennium’ gibi yapımlar ile ‘Armageddon’ ve ‘Comet’ gibi filmler, sürekli olarak ‘dışarıda bir şeylerin’ olduğuna, dünyamızı giderek bir bilim kurgu romanına benzetecek olayların geliştiğine dair mesajlar veriyor. Andrew Niccol’un edebî nitelikteki filmi ‘Gattaca’da ise gelecek, ‘ge­çersizler’ olarak adlandırılan genetik açıdan kusurlu yeni bir alt sınıf ile ayrıcalıklara sahip, genetik açıdan ‘mükemmel’ bireyler arasında keskin bir şekilde bölünmüş durumda. Bazıları teknolo­jik bir cennet vadederken, diğerleri kıyamet senaryoları çiziyor. Filmler ve kitaplar, geleceğin aslında ne kadar korkutucu olabi­leceğini gösteriyor. Bu bağlamda teknoloji, ırkçılık ve adaletsiz­liğin sürdürülmesine hizmet eden bir araca dönüşüyor. Ancak geleceğe dair klasikleşmiş kâbus imgesi elbette ‘Terminatör’dür: Akıl almaz derecede kontrolden çıkmış, geleceğin çılgın siberne­tik organizması…

Ontario şehri için hazırlanan bir reklam, bütün bu anlatı­nın özünü özetler niceliktedir. “Gelecekte,” diye başlar reklam, “akıllı binalarımız olacak.” ve ardından buna benzer başka teklesi şudur: Bu öngörülerin hepsi zaten gerçeğe dönüşmüştür: “Ontario. Gelecek burada.” Tam da mesele bu. Gelecek, daha biz onu şimdiki zaman olarak deneyimleme fırsatı bulamadan gelmiş bulunuyor. Michael Lewis’in kitabı ve ona dayanan BBC dizisinin başlığında açıkça ifade edildiği gibi: “Gelecek zaten oldu.”

Her şey son derece hızlı gelişiyor; hatta bazı durumlarda çok­tan gerçekleşmiş bile. Gelecek, ister beğenelim ister beğenmeye­lim, gerçekleşecek olan özerk bir varlık haline gelmiş durumda. Ve bu duruma karşı elimizden hiçbir şey gelmiyor. Bu mesajın durmaksızın tekrarlanması, gerek görsel gerek düşünsel açıdan büyük bir güçle dayatılması, geleceğe dair bilincimiz üzerinde derin etkiler yaratıyor. Reklamlar bize ‘gelecek’ diye bir şey satı­yor, ama aslında gelecek çoktan geldi. Artık her şey o kadar hızlı ki, insanlar geleceği yalnızca teknoloji reklamları gibi düşünü­yor. Bu nedenle, insanlığın büyük çoğunluğunun geleceği sadece reklam klişeleri, şirket stratejileri ve şaşırtıcı teknolojik aygıtlar üzerinden düşünmesi hiç de şaşırtıcı değil.

İnceleyin:  İmtihanımız Amerikan Yaşam Tarzı İle..

Gelecek tahminleri, insanların hiçbir rolünün olmadığı, her şeyi teknolojinin belirlediği özerk bir gelecek fikri üzerine ku­ruludur. Bu oyunun tek gerçek aktörleri ise, yapılan tahminleri kâra dönüştürebilenlerdir. Bu nedenle tahminler, sıradan insan­larda çaresizlik duygusunu artırır. Tahmincilik, geleceği tekno­lojiye ve paraya endeksler. Sıradan insanların söz hakkı yoktur. Doğası gereği, toplumun tüm bireylerinin demokratik beklen­tilerini içine alabilecek bir yapıya sahip değildir. Çünkü sadece bugünden doğrusal bir geleceğe kolayca ve güvenli biçimde ak­tarılabilecek unsurlarla ilgilenmek zorundadır.

Böylece tahmincilik, geleceği şimdiden tüketilebilen bir meta- ya dönüştürür. Tahminler sayesinde -eğer böyle bir şey gerçekten mümkün olsaydı bile- geleceği yalnızca bilmekle kalmaz, aynı za­manda onu elimizde tutabilir, dokunabilir, hissedebilir ve otur­ma odamızın konforunda bir teknolojik aygıt gibi inceleyebiliriz. Gelecek, hazır paketlenmiş, ambalajlanmış ve hediye paketi hâline getirilmiş şekilde sunulur. ‘Futuroscope’ reklamında da belirtildi­ği gibi, ‘geleceği Fransa’daki tatilinizin bir parçası olarak’ ziyaret edebilirsiniz. Hatta işi daha da ileri götürüp ‘Ariel Future’ adlı bir çamaşır deterjanıyla kirli çamaşırlarınızı bile yıkayabilirsiniz. Ge­lecek artık bir tüketim malzemesi. Onu tema parklarında eğlence, deterjan reklamlarında pazarlama aracı yaptılar.

Gelecek bir metaya dönüştürülürken, gelecek tahminciliği de bir ideoloji oluverdi. Teknolojik öngörülerin bu kadar önem kazanmasının nedeni, tüm ideolojilerin -özellikle de güçlü bir öngörü bileşenine sahip olan Marksizmin- etkisini yitirmiş ol­masıdır. Hatta liberal sekülarizm bile cazibesini kaybetmekte ve muhtemelen artık ‘son kullanma tarihini’ doldurmuş durumda­dır. Bu ideolojik boşluğu tahminler ve öngörüler dolduruyor; çünkü hızla değişen zamanlarda bir nebze de olsa kesinlik ve kontrol duygusu sunuyorlar. Tahminler, geleceği belirli sınırlan ve şekilleri olan güçlü bir nehir gibi hayal eder; bu nehir sabit bir doğrultuda akmaktadır. Artık ideolojiler etkisizleştiği için, in­sanlar gelecek tahminlerine sarılıyor. Tahminler bize geleceğin nasıl olacağım değil, onu nasıl yöneteceğimizi söylüyor. Bizim yapmamız gereken tek şey, bu nehrin içindeki ani ve tehlikeli akıntıları ‘yönetmek’; tahminlerin işlevi ise bu akıntıların nerede olduğunu bize göstermektir.

Gelecek tahminlerinin ideolojisi iki temel varsayıma dayanır: Birincisi, her şey değişir. Aslında yalnızca değişim değil, bu deği­şimin hızı da giderek artmaktadır. Yani, değişim oranının kendisi bile hızlanmaktadır. Geleceğe dair düşüncenin temel taşlarından biri olan bu argüman, zihin dünyamızın o denli sıradan bir parça­sı hâline gelmiştir ki, artık onu sorgulamadan kabul ederiz. Oysa ‘sürekli hızlanan değişim’ fikrine dair temel bazı sorular sormak mümkündür. Örneğin, eğer değişim gerçekten hızlanıyorsa, ne­den gerçekte geriye gidiyoruz? 1973—1992 dönemi ekonomik büyüme oranı, 1950-1973 dönemine kıyasla belirgin şekilde daha düşüktür. Asya kaplanları ekonomik zirve dönemlerinde olağanüstü bir büyüme göstermiş olabilir; ancak kriz sonrası, neredeyse büyüme öncesi koşullara geri dönmüşlerdir. Zenginle fakir arasındaki uçurum yalnızca Kuzey ve Güney arasında değil, Batı toplumlarının kendi içlerinde de giderek derinleşmektedir. Birleşmiş Milletler’in Yıllık İnsani Gelişme Raporu, küresel tü­ketimin altı kat artmasına rağmen, Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yoksulluğun gerçekte arttığını ortaya koymuştur. Afrika da ise son on yılda mutlak yoksulluk neredeyse sürekli bi­çimde yükseliş göstermiştir. Bu durum bizi bir paradoksla karşı karşıya bırakıyor: Evet, her şey hızla değişiyor olabilir, giderek daha fazla zenginlik üretiyoruz gibi görünebilir; ancak 1960’lar- dan bu yana sürekli yavaşlayan bir büyüme süreci yaşanmakta ve insanoğlu kolektif olarak, belki de hiçbir zaman olmadığı kadar kötü durumda bulunmaktadır. Kısaca değişimin hızlandığı söy­leniyor, ama aslında batıyoruz. Servet artıyor, fakat yoksulluk da öyle. Teknoloji ilerliyor, lâkin insanlık geriliyor. Bu, modem çağın büyük yalanı; her şeyin hızlandığı iddia ediliyor, ama eko­nomik büyüme yavaşlıyor. Daha çok üretiyoruz, gel gör ki daha çok yoksullaşıyoruz. Bu bir çelişki değil mi?

İkinci varsayım ise şudur: Her şey daha hızlı, daha küçük ve daha bağlantılı hâle geldikçe, aynı zamanda daha iyiye evrilir. Oysa bu da sorgulanması gereken bir iddiadır. Giderek hızla­nan otomobiller bizi aslında hiçbir yere götürmüyor; yalnızca doğrudan trafik tıkanıklığına sürüklüyor. Londra’da trafiğin, at arabalarının kullanıldığı dönemlere kıyasla daha yavaş olduğu tahmin ediliyor ve o dönemlerin ulaşımı çevre açısından da çok daha dostaneydi. Daha hızlı, daha akıllı ve ‘kusursuz’ bilgisayar­lar, çözüm üretmekten çok yeni sorunlar yaratıyor: Burada yal­nızca virüslerden, hızlanan bilgisayar suçlarından ya da bilgisayar korsanlarının ve kötü niyetli kişilerin ağ temelli toplumu çökert­me yeteneklerinden söz etmiyorum. Piyasaların bilgisayarlaştı- rılması, yani yazılımların piyasa koşullarına göre otomatik ola­rak alım-satım yapacak şekilde programlanması, bizi birçok kez ekonomik çöküşün eşiğine getirdi. İngiltere’de, bakanların par­mak izleriyle hükümet belgelerine erişmesini sağlayan elektronik ‘kırmızı kutu’ sistemi, çok karmaşık, pek güvenilir olmayan ve tüm o ileri teknolojiye rağmen yeterince güvenli bulunmadığı için iptal edilmek zorunda kaldı. British Rail’in sinyal sistemi­nin bilgisayarlaştırılması ise âdeta bir fiyaskoya dönüştü. London Transport’un elektronik bilgilendirme sistemiyse artık yer altı trenlerini kullanan yolculara sık sık yalnızca ‘Tren önünü kontrol edin’ uyarısını yapıyor. Hızlı hareket etmek, aslında hiçbir yere varamamanın göz boyayıcı bir yanılsamasından ibaret.

Bağlantılı olmak, neredeyse tamamen ortadan kalkmış ger­çek bir topluluğun yerini alan bir ikamedir. Tüm biyoteknolojik ilerlemeler, neredeyse çözümsüz etik paradokslar ve kâbus gibi yan etkiler barındırır. Gerçekte, teknolojik bir platoya ulaşmış durumdayız. Yeni teknolojiler daha iyi, daha hızlı ve daha umut verici görünebilir; ancak gerçekte ne yaşamlarımızı iyileştiriyor­lar ne insanlığın çoğunluğuna daha fazla maddi fayda sağlıyor­lar ne de bizi daha mutlu kılıyorlar. Sayısız tahminde geleceğe yansıtılan baskın eğilimler, kendi zamanımızda barış, refah ve bolluk dolu bir dünya yaratmadı. Aksine, neredeyse her açıdan harap ve küçülmüş bir dünya ürettiler. Gelecekte bunun farklı olacağına dair hiçbir neden yok. Açıkçası teknoloji bizi birbirine bağlı, ama yalnız bıraktı. Yeni icatlar hayatı kolaylaştırmıyor, sa­dece yeni sorunlar ekliyor. Gelecek vaatleri boş çıktı. Ekran bağ­lantılarımız, kaybettiğimiz insani bağların solgun bir yansıması. Laboratuvarlardaki her buluş, yeni bir ahlaki girdap doğuruyor. İlerleme diye koştuğumuz şey, aslında olduğumuz yerde saydığı­mız bir oyalanma.

Gerçekte ilerleme, üstel eğriler şeklinde değil, ekonomik döngülerdeki iniş çıkışlar gibi, zirveler ve çukurlar aracılığıyla gerçekleşir. Geleceğe doğru bu tür engebeli yolculuklarda tesel­liye ihtiyaç duyarız ve tahminler tam da bu teselliyi sağlar. Bu ne­denle, mevcut durumdaki iyi ya da kötü unsurları sürekli olarak geleceğe yansıtırız, ya bir cennet umuduyla ya da bir kâbus kor­kusuyla. Bu umut ya da korku ise, teknolojiye olan inancımızdan ya da inançsızlığımızdan kaynaklanır. İşte bu yüzden, tahminler teknolojik gelişmeyi bir fetişe dönüştürmüştür.

Ancak tahmincilerin teknolojiye olan takıntısının bir başka nedeni daha vardır. Gelecekle şimdi arasındaki mesafe hızla kı­saldıkça, yalnızca birkaç yıl sonrasını hedef alan tahminler daha az riskli hâle gelmektedir. Hatta bazı tahminler -özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerine ilişkin olanlar- daha yapılmadan gerçek­leşmektedir. Orta vadeli tahminler de, kendi kendini gerçekleş­tiren bir etki sayesinde, gerçekleşme alışkanlığı kazanmaktadır.

Tahminler ve öngörüler, anlam yüklü gelecek temsilleri yara­tır. Yakın gelecekte bizi nelerin beklediğine dair bir betimleme, tıpkı reklamlarda gördüğümüz gelecek imgeleri gibi, anlam ta­şıyan bir resimdir. Bu anlam çoğu zaman bir reçeteye dönüşür. Böylece, tahminler birer reçete hâlini alır; gelecek imgeleri ise görsel reçetelere dönüşür. Bu nedenle bir süreklilik ortaya çıkar: tahmin, reçete, imge. Bu süreklilik, özellikle teknolojik nitelik­teki tahminlerin gerçekleşme olasılığını artırır.

İnceleyin:  Hayati İnanç ile Bir Sohbet

Dolayısıyla, örneğin gelecekte kendimizi klonlayacağımıza dair yapılan tüm tahminler, aslında insan klonlamasının olağan hâle geleceği bir gelecek yaratmaktadır. Klonlamayla ilgili ahlaki sorunların ötesinde, bu tahminler klonlamanın kaçınılmaz oldu­ğu yanılgısını doğurur; klonlamaya götürecek teknoloji imgeleri ise bu yanılgıyı halkın zihninde daha da kökleştirir. Artık geriye kalan tek şey, bu yanılgının toplumsal terimlerle meşrulaştırıl- masıdır: çocuk sahibi olamayan heteroseksüel çiftler, genetik hastalığı olan çocuklar, tasarım bebekler için sıraya giren tüketi­ciler sahneye çıkar. Böylece ahlaki tartışma devre dışı bırakılır ve gelecek, tam da tahmin edildiği biçimde karşımıza çıkar.

Böylece tahminler ve öngörüler, çok ince ama etkili bir şe­kilde tartışmayı ve fikir alışverişini susturur. Teknoloji kendi kendine işleyen ve arzu edilir bir güç olarak sunulur; gelecek ise kaçınılmaz bir olgu olarak projekte edilir. Teknolojinin iste­nen ürünleri daha fazla arzu yaratırken, istenmeyen yan etkileri bunları çözmek için daha fazla teknoloji gerektirir. Bu durum, sürekli bir geri besleme döngüsü yaratır: gelecek, sürekli olarak teknolojik şimdiden beslenir. Bu kendini yeniden üreten ivme­nin bizi doğrusal, tek boyutlu bir yörüngede kilitlediğini fark et­mek için teknolojik belirlenimci olmaya gerek yoktur, çünkü bu durum, aslında geleceği elimizden almıştır. Gelecek artık sadece ‘olması gerekendir, başka türlüsü mümkün değildir. Bu nedenle, bu tür öngörüler -ütopik olsun ya da olmasın- doğası gereği de­mokratik değildir. Nitekim, tahmin etme fikri bile çoğulculuğa karşıdır, tekil ve doğrusal bir gelecek fikrini dayatır.

Gelecek, şimdinin bir devamı olmak zorunda değildir. Ge­leceği yalnızca teknoloji bağlamında ve sonra da sadece ütopya- a ya da distopyacı perspektiflerle görmemizi gerektiren hiçbir mantıksal zorunluluk yoktur. Teknolojik olarak baskın, ama dar görüşlü bu ikili projeksiyonun boğucu etkisini kırmak için, ge­leceği çoğulcu terimlerle düşünmemiz gerekir. Gelecek, güçlü bir nehir olmak zorunda değildir; aynı kolaylıkla bir okyanus da olabilir. Bu okyanusta, neredeyse her yöne, her istikamete yelken açabiliriz. Bu nedenle, ‘gelecek’ diye tekil bir şey yoktur; sayısız gelecek vardır. Üstelik, geleceğin ne olabileceği ya da ne olaca­ğıyla değil, ne olması gerektiğiyle, onu ne şekilde arzuladığımız­la ilgilenmemiz gerekir. Gelecekte kaçınılmaz ya da önceden be­lirlenmiş hiçbir şey yoktur. Gelecek, hepimizin arzularına göre birlikte inşa edip şekillendirebileceği bir alandır.

Geleceği demokratik ve çoğulcu olasılıklara açmak, oda­ğa teknolojiyi değil insanı yerleştirmemizi gerektirir. Gelecek -hangi gelecek olursa olsun- hepimizi etkileyecektir; dolayısıyla hepimizin onu şekillendirme sürecine katılma hakkı vardır. Bu durumda, gelecek üzerine düşünmek toplumsal katılımın bir ala­nı hâline gelir: politikaları tartışmak ve değerlendirmek, politika yapımına katılmak, toplulukların gelecek bilincini artırmak, on­ların gelecek umutlarını ve arzularını dile getirmek ve vatandaş- ları kendi geleceklerini şekillendirme çabalarına dâhil etmek bu sürecin temel unsurlarıdır.

Arzu edilen geleceği şekillendirmek ise, tahminlerle değil; se­naryo ve vizyonlarla mümkündür. Hem senaryolar hem de viz­yonlar, ‘Her şey zaten değişir’ düşüncesinin pasifliğini reddeder. Bunun yerine, değişimi istenen yönde aktif biçimde gerçekleştir­meye odaklanırlar. Tahminlerin öngördüğü ‘kaçınılmaz’ gelece­ği reddederek, seçim yapma Ve arzu edilen bir geleceği inşa etme konusunda paha biçilmez katkılar sunarlar.

Senaryolar, alternatif olasılıkları temsil eder. Geçmişten gele­ceğe uzanan kalıpları dayatan tahminlerin aksine, senaryolar ma­kul, ilgili ve alternatif hikâyelerdir ve politika oluşturmak için kullanılabilirler. Yerel halk; kendi bölgeleri için alternatif gele­cekler geliştirmek Ve bunlara ulaşmak adına senaryolardan ya­rarlanmıştır. Tahminlerde öne sürülen açık olasılıkların ötesinde, başka nelerin mümkün olduğunu sormak ve bugünkü kararlan alternatif gelecek sonuçlarıyla ilişkilendirmek yoluyla, senaryo­lar genellikle yalnızca sorunların göründüğü yerlerde yeni fırsat­lar yaratabilir.

Amerika’daki birçok Şehirde, kronik işsizlik, evsizlik ve fela­ket öngörülerine maruz kalan şehir merkezindeki toplulukları, içinde bulundukları bataklıktan çıkmak için senaryolar kullanıl­mıştır. En başarılı örneklerden biri, zamanı değiş tokuş sistemiyle sosyal sermaye yaratan ‘Time Dollars’ (Zaman Parası) girişimi­dir. İnsanlar başkalarına yardım ederek (Zaman Parası) kazanır ve bu parayla temel mal ve hizmetleri satın alırlar. New York’un Suffolk County bölgesinde, kamu yardımı alan vasıfsız anneler bilgisayar satın almış, ileri düzey bilgisayar becerilerini edinmiş ve istihdam edilebilir hâle gelmişlerdir. Bu bilgisayarların taksit­lerini, bilgisayarlı bir Zaman Parası ilan panosu aracılığıyla kom­şulara sundukları hizmetlerle ödemişlerdir. Zaman Parası senar­yosunun bir diğer sonucu da, ‘Habitat for Humanity’ adlı bir kuruluştur. Bu kuruluş, evsizlere sabit süreli topluluk hizmetleri karşılığında ödeme yaparak sahip olabilecekleri evler satar.

Hawaii’de, senaryolar yargı sistemini yeniden ‘icat etmek’ için kullanılmıştır. Eski mahkemeler, ‘adalet’ ya da hızlı yargılama­lardan çok, otopark sorunlarıyla ilgilenmekteydi. Bu durumdan bunalan vatandaşlar bir araya gelerek şu soruya dayalı alternatif senaryolar geliştirdiler: Mahkemeler, Hawaii için yaşanabilir bir gelecek oluşturmakta hangi işlevleri üstlenebilir? Ortaya çıkan bu senaryolar, politika oluşturmak için kullanıldı ve valinin yargı sistemini halkın denetimine açık bir ‘kamu kurumu’ olarak yeni­den yapılandırmasına, daha da önemlisi, vatandaşların yaşam ko­şullarını değiştirme ve iyileştirme amacı güden bir kurum hâline getirmeye zorlanmasına yol açtı. Benzer şekilde, Colorado eya­letinin Denver kentinde bir topluluklar ittifakı, senaryoları kul­lanarak yerel sağlık sistemini dönüştürdü. Washington DC’deki toplu taşıma sistemi ise, topluluklardan oluşan bir koalisyonun yaratıcı senaryo çalışmasına çok şey borçludur.

Vizyonlar, arzu edilenlere odaklanır ve tahminler gibi, onlar da kendi kendini gerçekleştirme potansiyeline sahiptir. Vizyonlar, bir topluluğun oluşturacağı geleceğe yönelik ortak taahhüdüdür. Toplulukların olası ve arzu edilen gelecek vizyonları, değişimin gerçek tohumlarım besleyerek hakiki ve çoğulcu bir dönüşüm başlatabilir. Radikal değişim nadiren ana akımdan çıkar; nere­deyse her zaman çevreden doğar. Geleneksel olarak, vizyonlar peygamberlerin -merkeze dışarıdan gelip onu dönüştüren bilge ve alışılmışın dışında insanların- alanı olmuştur. Günümüzdeki peygamberler ise sesi bastırılmış topluluklardır: Batı dışı toplum­lar ve kültürler, kent içindeki yoksullar, kadınlar ve çocuklar ile göçmenler, şairler, sanatçılar ve filozoflar gibi ‘dışlanmış’ birey­ler. Bunlar, Beyaz Batı Teknoloji Geleceğinden etkilenmeyen; insanlığımızı, toplumsal adalet ve eşitlik gibi sıradan, ama temel değerlere sahip çıkmaya daha çok önem veren insanlardır.

Vizyonlar genellikle uzun vadeli bakış açılarına dayanır. Yir­mi, otuz yıl sonrasında gerçekleşebilecek potansiyelleri ve olası­lıkları hayal etmek için kullanılırlar. Peki, vizyonlarımızı nasıl gerçeğe dönüştürürüz? Planlama, politika üretimi ve yönetişim süreçlerinin, vizyonlarımızın temel unsurlarım içermesini sağla­yarak… Bu nedenle vizyonlar soyut fikirler değildir; somuttur ve doğrudan politika ve planlama sonuçları doğurur. Dünya ge­nelinde Toronto, İstanbul ve Madrid gibi birçok şehir, Dünya Sağlık Örgütünün ‘Sağlıklı Kentler’ girişiminin desteğiyle kendi gelecek vizyonlarını oluşturmuştur. Bu vizyonlar, çevre, ulaşım, halk sağlığı ve diğer kentsel politikaların şekillendirilmesinde te­mel dayanak olarak kullanılmıştır. Vatandaşlar, hem bu vizyon­ların geliştirilmesini hem de bunların hayata geçirilmesini sağla­yacak plan ve politikalar için mücadele etme sürecinde aktif rol oynamaktadır.

Elbette, vizyonlar ve senaryolar kendi başlarına birer amaç değildir. Ancak şunu vurgularlar: Geleceği, olduğu gibi pasif bir şekilde kabullenmek zorunda değiliz. Sıradan vatandaşların geleceği şekillendirme sürecinde önemli bir rolü olduğunu vur­gularlar ve böylece geleceği hem gerçek hem de simgesel mü­cadelelerin alanı hâline getirirler. Gelecek -ya da daha doğrusu, gelecekler- bir eylem sahasına dönüşür: Yeni alternatiflerin ve seçeneklerin yaratılabileceği, insanın seçim alanının gerçekten genişletilebileceği, siyasi, toplumsal ve kültürel amaçların yeni­den düşünülebileceği ve insanlığı bölen toplumsal patolojilerin sınırlanabileceği ve aşılabileceği bir alan.

İnanıyorum ki, insanlığa hâlâ inanan herkesin görevi, gele­cekte ‘kaçınılmaz’ olarak sunulanı sorgulamak ve tersine çevir­mektir -ki bu, nihayetinde yalnızca ‘yarın’ın başka bir adıdır ve başka bir şey olamayacağı varsayılan, dünden doğrusal olarak uzatılmış bir projeksiyondur. Bir dahaki sefere bir tahmin ya da öngörüyle karşılaştığınızda, onu görmezden gelin. Bunun yeri­ne, dışarı çıkın ve geleceği değiştirin.

Ziyaüddin Serdar – A’dan Z’ye Postmodern Yaşam,syf:243-257