“Bunca zaman ben bir yalanı mı yaşadım? Mutlu olduğumu zannederken aslında hiç mutlu değil miydim?” Bu soruyu bana yönelten kadın, travmatik bir ayrılığın acısıyla dünyanın yerle bir oluşunu anlatmıyor sadece, hepimizin içinde saklanan ve ancak büyük bir acıyla sorulmayı hak eden o büyük soruyu dillendiriyor. Tolstoy’un kahramanı, ölüm döşeğindeki İvan İlyiç gibi, hayat boyu hakikati hayalle değiş tokuş etmiş olduğunu fark etmenin berbat gerçekliğiyle nasıl baş edebilir insan? Kendisine ülkü bellediği şeylerin yüzeysel, entipüften ve yanlış olduğunu, hayatının ve ölümünün berisinde büyük ve korkunç bir aldanışın saklandığını kendisine nasıl itiraf edebilir? Hayatı ucuz ve sahte ülküler adına kurban etmenin derin umutsuzluğu. Tolstoy bir başka öyküsünde kendini kandırmanın varabileceği boyutlara işaret eder yine, çok iyi bildiğini sandığı bir yolu şaşıran kişi, uzun saatler geçmesine rağmen yanlış yoldan dönmez. “Ne kadar uzağa giderse o kadar itimadı artıyordu ve nihayet yolun doğruluğuna bizzat inandı. İnanıyordu, çünkü geri dönmek istenilmiyordu.”
Bir ömür bir yalan uğruna tüketildiğinde, bir kırılma noktası olmaksızın o yalanın aşikar olması zor. Bu hikayeler bize insan için hayatta önem taşıyan şeyin kendi kendisine, ülkü ve heveslerine sadakat ve dürüstlük olduğunu söyleyecektir. İvan İlyiç, kendi içsel hakikatine kulak vermek yerine, toplumda güçlü gördüklerinin yönergelerini dinlemiş, bu yüzden de yüzeysel ve sahih olmayan bir hayat sürmüştür. Ölüm döşeğinde fark edilen bu sahtelik, hayata cevap veremeyişin, hayat geçip giderken bütün duygu ve duyarlıklarıyla kişinin orada olamayışının da pişmanlığıdır. Bize kendisini açan bir hayat var, bütün renk ve cıvıltılarıyla, elimizi uzatsak dokunacağımız, ruhumuzun pencerelerini açsak içimize doluşacak bir hayat.
Bizden daha büyük bir amaca hizmet eden bir hayat. Güzel bir dizenin bizi ele geçirmesine izin verdiğimizde onun büyüsüne teslim oluruz, onu esinleyen ruhta kaybolur, kendimize kendimizden daha fazla olma izni veririz. Güzellikle her temas, hayatı daha canlı ve yaşanmaya değer kılar. Güzel, bizi kendisinin de ötesini görmeye davet eder, onunla rabıtalı olabilecek her şeyi anlamaya ve tefekkür etmeye çağırır. Güzel, bize öte alemlerden bir selam taşır, içimizdeki hakikati uyandırır ve dünyanın daha geniş bir resmini bize gösterir. Güzellik, uyuyakaldığımız bir dünyada hakikate uyandırma çağrısıdır. Mescid-i Aksa’da dinlediğim ezan, Tac Mahal ve Kabe’yi ilk görüşümde ruhumda ayaklanan coşku, Hızırla Kırk Saat’i okurken içimde cevelan eden duygular beni hep kendimden daha fazla birisi olmaya çağırmıştır. Başka sesleri içimize alarak gelişiriz. Güzelliği içimize alarak daha sahih ve iyi insanlar haline geliriz. Güzelliği fark eden kendisini dünyanın merkezinden uzaklaştırır. Güzelin sesi bizi en derinimizdeki yerlere davet eder ve orada artık “ben” yoktur.
Kendimizin farkında olmak, kendimizi açık seçik görebilmek, başka insanların bizi nasıl gördüğüne dair sarih bir düşünceye sahip olmaktır. Bir maymun muza uzanır, bir insan yıldızlara ve göklere. İnsan kendi içine derinleşebilen, biricik ve harikulade varoluşu üzerine düşünebilen bir varlık. İnsanın farkındalığı bir seferliğine mahsus bir işlem değil, daima kendi içimize bakacak ve kendi kendimizi sorgulayacak bir cesaret ve hüner gerektiriyor. Bir şeyi anlamadığımızı keşfettiğimizde, içimizde bilginin yolculuğu başlar. Zaten mesele, “ben bunu bilmiyorum” diyebilmekte. Çoğu zaman başımızı belaya sokan şey, bilmediğimiz şeylerden ziyade “ben bunu çok iyi biliyorum” dediğimiz şeylerdir. Kendimizi kandırdığımız yerlerden birisi de benliğimize bu dünyada biçtiğimiz büyük vazife. Büyük sloganlardan geri çekilebildiğimizde büyük yaşayışlara sıçrarız. Söze çok gelen, özü sakatlar. Daima kendimizden fazlasıyız, insan değer ve anlamı kendisinin dışında buluyor, başka varlıklarla karşılaşma anlarında, başka ruhların ve elbette İlahi olanın kendi ruhuna dokunduğu ‘doğurgan an’larda. Bu bakımdan ben merkezci kişi, bir yönüyle hayatın çağrısına cevap veremeyen ve bu şehrayine katılamayan kişidir, kendi içine kapanmış, benliğinin sınırlarını aşamayan kişi. Dünyanın çağıltısına katılmak için önce benliğin çitlerinden atlamak gerek. Ötekine gitmek, varlığın içine gizlenmiş hikaye ve mucizeleri dinleyebilmek. Ötekine dikkat, kendimizi kendimizden alıkoyabilmekle olur, benden farklı olana saf ve katışıksız bir dikkatle yönelebilmekle. Egonun iştahını sustur, nefsini yerlere ser ki dünya içeri girebilsin, zira “dikkat cömertliğin en saf ve nadir halidir.”
Geçenlerde Sacred Economics adlı bir kitap okuyordum, bir bölümün girişinde, anonim bir yazara atfen, şu satırlar yer alıyordu: “Bugün büyük evlerimiz var ama küçük ailelerimiz, çok tanıdığımız var ama onlara ayıracak pek az zamanımız, bilgiliyiz ama muhakememiz zayıf, çok ilaç var ama daha az sağlıklıyız, aya gidip geldik ama karşı komşuya gidecek cesaretimiz yok. Etrafımız bilgisayarlarla örülü ama gerçek bir konuşma yürütemiyoruz, nicelik konusunda üstümüze yok ama nitelikten mahrumuz, hızlı yiyor ama yavaş sindiriyoruz, sert adamlar zayıf karakterler, yüksek karlar alçak ilişkiler zamanı bugün. Pencerenin dışında çok şey var ama evin içi tam takır.”
Diyelim hakikati haykıracak gücün ve cesaretin yok ey insan, hiç olmazsa kendine yalan söyleme. Hakikat can acıtır ama asla zayi olmaz, kendisine yoldaş olanı da zayi etmez.
Senden geriye, senden sonrası kalır.
Kemal Sayar – Ölümden Önce Bir Hayat Vardır,syf.51-59
0 Yorumlar