Selefî(ci)lik ve Modernizm Üzerine Bazı Gözlemler

postmodernizm-1 Selefî(ci)lik ve Modernizm Üzerine Bazı Gözlemler

 

Tahsin Görgün

Prof. Dr, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi.

“The British connection with the Gulf originated in the early seventeenth century. Över the next three hundred years, British interests multiplied and intensified to the point that British sup- remacy in the Gulf was clearly recognizable by the early deca- des of the present century. By the end ofWorld War I, the Gulf had for ali intents and purposes become a British ‘lake.’Ali the extemal challenges to British supremacy there had been beaten back, and, at the same time, Britain became more closely invol- ved in local politics in order to protect what were increasingly seen as important interests in the Gulf”[3]

Giriş

Yirminci yüzyılda, daha önce girilen ve adına modernleşme de denilen, sö­mürgeleşme döneminde Müslümanların hayatlarında etkin olan terimlerin önemli bir kısmı, hakiki manalarını muhafaza etmelerini sağlayan toplum­sal şartların değişmesi/kısmen veya tamamen yok edilmesi sebebi ile, hakiki manaları dışında kullanılmaya başlanmıştır. Bu terimlerin başında “selefîlik” gelmektedir. Bu yazıda kısaca selefiliğin aslî ve hakiki manasını işaret ettikten sonra (I), bu terimin sömürgeleşme sürecinde kullanılmasının bu aslî mana ile doğrudan alâkası olmayan, sömürge yapısı içerisinde tam aksi bir manada, klasik kullanımda gözetilen maksadın tam aksi neticelerini ortaya çıkaran bir şekilde kullanıldığı üzerinde duracağım. Bu sebeple de sömürge yapısı içe­risinde aslî selefi tavrın suistimaline tekabül eden bu tavrı klasik selefilikten ayırmak için buna “seleficilik” diyeceğim (II). Seleficilik ile modernizmin, gerekçeleri farklı olsa da, kendilerine “düşman” olarak kabul ederek ortadan kaldırmaya çalıştıklarında temel müşterekler olduğunu tespit ettikten sonra, seleficilik ile modernizmi buluşturan esasın ne olduğu hususunda kısa bir de­ğerlendirme yaparak yazıyı tamamlayacağım (III).

1.Selefîlik

Selefîlik, özellikle kelâm ilminin tarihinde, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfatları hakkında yorum yapmadan, onları Cenâb-ı Hakk’ın kasdettiği gibi kabul edil­mesini tercih eden ve bu tavrın da, bu konuda düşüncenin belirli bir sistem kazanmadığı dönemde, ilk dönemlerde, özellikle de sahâbe ve tâbi’în zama­nında, ümmetin yaygın tavrı olduğunu ve tavrın da her zaman tercih edilerek muhafaza edilmesi gerektiğini iddia eden bir mevkıfı ifade etmektedir. Selefî­lik yanında iki ayrı mevkıf daha vardır ki, bunlar kısaca “mütekaddimûn” ve “müteahhirûn” dönemi/mevkıfi olarak isimlendirilir. Buna göre kelâm ilmi­nin tarihinde üç ayrı tavır birbirinden tefrik edilmektedir ki, bu tavırlar bir taraftan zaman olarak biri birini takip etmekte, dolayısı ile bu ilmin tarihinin temel unsurlarını teşkil etmekte; diğer taraftan da birbiri ile irtibatı içinde kelâm ilminin gelişme sürecindeki üç aşamaya tekâbül etmektedir. Bunun teferruatını ele almayı başka bir vesileye bırakmakla birlikte bu üç aşamanın sistematik ve kendi kendisini mevzu haline getiren bilgi manası ile ilmi ön- celeyen ve buna zemin teşkil eden dönem ile, kendi kendisini mevzu etmeye başlayan ve bu çerçevede kendisini diğer ilimlerden hem mevzu, hem mesâil hem de vesâit olarak tefrik eden, bu haliyle de bir disiplin olarak inşa (tedvin ve tasnif) edildiği dönemi ve bundan sonra da, kendisi ile diğer disiplinleri tevhid eden daha üst bir söylem çerçevesinde hem kendi mevzuunu, hem mesâilini hem de vesâitini bu çerçevede yeniden tanzim etme aşamalarını birbirlerinden tefrik edebiliriz. Bunlardan birinci aşama/dönem “selef’ döne­mi, ikinci aşama/dönem “mütekaddimûn” dönemi, üçüncü aşama/dönem ise müteahhirûn dönemi olarak isimlendirilmektedir. Her bir dönemin ele alınarak hususiyetlerinin ortaya konulması bu yazının amacını aşacağı için, başka bir vesile ile üzerinde durmak uygun olacaktır.

II

Selefin ilmi ve akidesi tarih boyunca Müslümanlar tarafından bilinmesi ve dikkate alınması mutlaka gerekli, ancak meselelerin daha sonra daha çe­şitlenmesi ile ilim alanında, başta dilbilimi olmak üzere muhtelif alanlarda ortaya çıkan yeni temyiz ve tefriklerin geliştirilmiş olması sebebi ile, yeterli olmayan bir tavır olarak kabul görmüştür. Toplum hayatında olduğu kadar bu hayatı sistematik olarak mevzu edinerek makul bir şekilde sürdürülmesini sağlayan ilimler, selefin dilini ifade eden, şer’î dilin üstünde, onu daha genel ve epeyce de farklı terimlerle yeniden ifade eden bir terminoloji, ıstılahlar sis­temi veya kısaca “örf’ ortaya çıkarmış idi. Bu örf hem kelam alanında hem de özellikle fıkıh alanında yaygın olarak kullanıldığı gibi, bu durum, toplumsal hayatta ve ilim ve fikir seviyelerinde ortaya çıkan farklılaşmaları dile getiren muhtelif disiplinler/ilimler olarak tedvin edilmiş ve bu süreç kesintisiz bir şekilde devam etmiştir. Bu süreç neticesinde Müslümanların hangi ilimleri geliştirdiklerini görebilmek için Taşköprizâde’nin Miftâhu’s-saâde’si ile Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-zunûn*un yanında Tehânevî’nin Keşşâf-ı Istılâhât-ı Fünûn’u- na bakmak yeterince bir fikir verir. Bu hususta biraz daha teferruatlı malumat edinmek isteyene, 19. yüzyılın başlarında Murtazâ ez-Zebîdî tarafından telif edilmiş olan İthâfü’s-sâdetil-müttekîrı isimli İhya şerhi tavsiye edilebilir. Bu so­nuncu eserin sadece ilim bahsi, kendi başına Müslümanların tarih boyunca ilim ile ilgili geliştirdikleri ıstılah ve tanımları birbiri ile irtibatı içerisinde or­taya koyması açısından, yeterince fikir verebilir.

Ve 18-19. yüzyıl geçişinde Şah Veliyullah ed-Dihlevî (ö. 1762 veya 1766) ve Şevkânî (ö. 1834) gibi âlimlerin elinde ve dilinde gündeme gelen ve kısaca tecdîd ve ıslâh geleneği içinde anlaşılması gereken tavrın burada az da olsa üzerinde durulması gerekmektedir. 18. yüzyılda, sebep ve gerekçeleri ne olursa olsun, bazı şeylerin gereği gibi olmadığını düşünen bazı âlimler ortaya çıkmıştı. Bu şekilde düşünme ve yolunda gitmeyen şeyleri tespit ederek bunu ıslâh etmeye yönelme, İslam tarihinin yapısal bir unsurudur. Bunun anlamı kısaca, İslam tarihinin her döneminde gidişattan memnun olmayan ve yolunda gitmeyen şeyleri, özellikle daha önceden mevcut olmadığı halde sonradan insanların hayatlarına girerek, dini cihetten en azından şüpheli bir durum ortaya çıkaran yenilikleri -bunlara bid’at denildiğini burada söylemeye gerek yok sanırım- bu şüpheli cihetlerini ortaya çıkararak mesele haline getirmek ve bunların halli yönünde çalışmanın bu tarihin ayrılmaz bir parçası olmasıdır. İslah ve hatta tecdîd yönündeki gayretleri ait oldukları tarihin ve mana ikliminin bir parçası olarak muhafaza eden cihet, bu faaliyetlerin sadece Müslümanlar ta­rafından, başka Müslümanlarla ve başka Müslümanlara karşı yürütülmesi ve bunun neticesinde de, hem kazananların hem de kaybedenlerin, Müslüman­lar olması teşkil etmekte idi. İslam tarihi boyunca, buna Moğol istilasının et­kin olduğu dönem de dahildir, ıslah ve tecdîd adına yapılan teşebbüsler hem Müslümanlar arasında olmuş; bu gayretlerle herhangi gayrimüslim bir kişi, grup, dinî veya siyasî bir güç, doğrudan irtibatlı olmamıştır. 18. yüzyıl bu yön­den birden fazla yüze, birden fazla veçheye sahiptir. Bu sebeple de daha önce­ki asırlardan önemli bir noktada ayrılmaktadır: Bu asırda ıslâh ve tecdîd adına yapılan faaliyetlerle doğrudan veya dolaylı olarak gayrimüslimler, öncelikle İngilizler, irtibatlıdır. Vehhâbi hareketi ile ilgili çok sayıda eserin 19. yüzyıl başlarında Batı dillerinde neşredilmeye başlaması, sadece Batılılann İlmî te­cessüsü ile açıklanamayacak kadar dikkat çekicidir. Bu çerçevede yazının ba­şına aldığım uzun iktibası yeniden okumakta fayda mülahaza ediyorum:

İnceleyin:  Kültürün Siyasi Bağlamı

“The British connection with the Gulf originated in the early seventeenth century. Över the next three hundred years, British interests multiplied and intensified to the point that British supremacy in the Gulf was clear- ly recognizable by the early decades of the present century. By the end of World War I, the Gulf had for ali intents and purposes become a British ‘lake.’ Ali the extemal challenges to British supremacy there had been be- aten back, and, at the same time, Britain became more closely involved in local politics in order to protect what were increasingly seen as important interests in the Gulf.”[4]

Bu iktibası biraz daha yakından ele alacak olursak şunu söyleyebiliriz: Selefî- ciliğin etkin olduğu yöreler İngiliz sömürgesi olmuş bölgelerdir. İngilizler bu­ralarda her cihetten kendi çıkarlarını korumak için gerekli tedbirleri almışlar, oluşturdukları sömürge yapısı sayesinde bunu sistematik bir şekilde asırlar boyu geliştirerek yerleştirmişlerdir.

İlk bakışta selefîcilerin dindeki bid’atlere karşı mücadele etmesi ile İngiliz- lerin ne gibi bir çıkan olabileceği sorusu zihne takılmaktadır. Hakikaten de İngilizlerin, insanların mesela kabirleri ziyaret etmeleri ile etmemelerinden ne çıkan olabilir ki? Veya Allah’ın sıfatları konusunda bir görüş sahibi olmak ile bu konuda görüş beyan etmemeyi tercih etmek Ingilizleri niçin ilgilendiri­yor olsun ki? Bu hususlar -ilk bakışta- tamamen Müslümanlan ilgilendiriyor gibi durmaktadır. Ancak bütün bu fikirlerin, Wilfrid Scawen Blunt, Curzon, Lord Cromer veya Vambery gibi yazarların veya İngiliz arşivindeki belgeler ışığında, ne işe yaradığına bakılınca, o zaman her şeyin rengi ve manası değiş­mektedir. Kısaca şunu söyleyebiliriz: İngilizler başından itibaren Vehhabiliği ve Hindistan’daki Ehl-i Kur’ân hareketini, hilafetin ve Osmanlı Devleti’nin taşıyıcı esası olarak kabul ettikleri Hanefî mezhebine karşı, bölücü bir tavır olarak kavramış ve bu çerçevede de, selefîcilik dediğimiz tavırları, onlar bunu dîni bir ıslah hareketi olarak yaptıklarını düşünseler de düşünmeseler de, kendi çıkarları önündeki aslî engel olarak gördükleri Osmanlı Devleti’ni yok etmek için kullanmışlardır. Selefîcilik, Blunt’un ve adı geçen ve burada zik­redilmesi çok uzayacak olan çok sayıda İngiliz görevlisinin dilinde, Osmanlı Devleti’nin zevalini getirecek olan Arap teolojisinin adıdır. Onlar için gayet tabii Arapların neye inandığının hiçbir ehemmiyeti yoktur; sadece Osmanlı Devleti’nden Arapları, başta Mısır olmak üzere, koparmak ve bunu da dini bir ideolojiye bağlı olarak gerçekleştirmek önemlidir.

Kısaca şunu söyleyebiliriz: Selefîlik söylemi, 19 ve 20. yüzyılda, büyük ölçüde Batılı ve özellikle İngiliz siyasi hakimiyeti çerçevesinde sürmüştür. Toplumsal şartlar artık asli ve tabii îslami çerçevenin dışında kaldığı ve sömürge yapısı, yapısal olarak bütün bir söylem kadar bunda kullanılan ıstılahları da kendi çıkarları çerçevesinde anlamlandırdığı için, bu söylemin selefîlik ile isminden ve amacı dışında kullandığı bazı “sembolik” unsurlardan başka müşterek bir tarafı bulunmamaktadır. Sömürge yapısı içinde gerçekleşen selefîci söylem asıl selefi tavrı, sömürge yapısı ve sömürgeci güç lehine ve İslam tarihi ve me­deniyeti aleyhine kullanmaktadır; bu kullanmanın adına suistimal denilmek­tedir. Günümüzdeki selefîci söylem, sadece selefin bir suistimalinden ibarettir. Mezhep düşmanlığı olarak başlayan söylemin arka planım Hanefî mezhebinin Osmanlı Devleti’ni taşıyan ve yaşayan bir medeniyetin etkin örfünü teşkil et­mesi sebebi ile İngilizler tarafından düşman ilan edilmesi ve bunun, en azın­dan 18. yüzyılda, mesela Şevkânî ve onun gibi Ehl-i Hadis’in (hadis uleması anlamında kullanıyorum) yönelişine denk düşmesi, Şevkâni’nin fikirlerini kendinde önemsiz kılmasa da, büyük çerçeve içinde bakıldığında, İngiliz çı­karlarını muhafaza etmek için kullanılmaya açık hale geldiğini söyleyebiliriz.

İnceleyin:  Hamdi Yazır'ın Sosyal Felsefesi'ne Giriş.

Bu noktada Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Elmalılı Hamdi Efendi’ye (Hamdi Yazır) Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirini yaptırırken akidede Ehl-i Sünnet’i, amelde de Hanefî mezhebini esas almasını şart koşması, oldukça manidar gö­zükmektedir.

III.

19.yüzyılda şekillenmeye başlayarak 20. yüzyılda epeyce etkin olan seleficilliğin elde ettiği neticeler ile modernizm ve sekülerizmin ulaştığı neticeler arasındaki benzerlik ilk bakışta oldukça şaşırtıcıdır. Hem selefîcilik hem de modernizm/sekülerizm, dinî ilimlerin ve tasavvufun düşmanıdır. Hem sekü- lerizm/modernizm hem de selefîcilik, İslam medeniyetini farklı gerekçelerle de olsa yok sayma eğilimindedir. Hem selefîcilik hem de modernizm Ehl-i Sünnet’i, bu arada, Fahreddin er-Râzî sonrası İslam düşüncesini ilgi dışında bırakır; bu çerçevede Selçuklulardan itibaren ve özellikle Osmanlı dönemi, yine muhtelif gerekçelerle, yok sayılır.

Selefî(ci)ler ile modernistler arasındaki müşterekleri daha da arttırabiliriz; şa­şırtıcı olan ise, birbirinin tamamen zıddı olması gereken ve birisi “modern”i, yani şimdiyi ve geleceği savunma iddiasında olan bir ideoloji ile adı üstün­de “selef’i, yani önceden gelmiş ve geçmiş, dolayısı ile en azından kronolojik olarak 1300 yıl geride kalmış olanlara ittiba ettiğini söyleyen bir tavrın, nasıl olup da aynı hedeflere yönelip benzer neticeleri elde ettikleridir. Bu sorunun cevabı gayet açıktır: Sömürge sürecinin ortaya çıkardığı yapı, bunu mümkün kılmıştır. Bu yapı her şeyi siyasallaştırmış, yani kendi çıkarları için şu veya bu şekilde kullanılabilir bir hale getirmiştir.

Selefîcilik ile modernizmin, ikisinin de, müşterek olarak karşı çıktıkları dini ilimler ile tasavvuftur. Dinî ilimler derken de hemen hatıra gelen mezhep­ler, tasavvuf denildiğinde de tarikatlerdir. Modernizmin ve selefîciliğin kar­şı çıktığı mezhepler, yani fakihler ve kelam âlimleri, kendi asliyetleri içinde sömürgecilere karşı çıkıp, sömürge düzeni ile hiçbir şartta barışamayacak bir varoluş şeklini öngördüğü gibi sömürgecilere karşı fiili mücadeleyi (Şeyh Şâmil’i, Şeyh Senûsî’yi, Abdülkâdir Cezâirî’yi ve nihayet Ömer Muhtar’ı he­men hatırlamakta fayda vardır), gerekirse savaşarak, yürütenler de tarikatler olmuştur. Bunu dikkate aldığımız zaman modernizmin sömürge süreci ve düzeni ile irtibatını kurmakta zorlanmayanların, selefîciliğin hangi cihetten bu süreçte etkin olabildiğini de anlaması kolaylaşacaktır. Selefîcilerin niyet olarak sömürgecilere hizmet etmek gibi bir yönelişleri olduğunu iddia etmek kolay değildir. Ancak yaptıkları işin, sömürge sürecinin yerleşmesine engel olan yerleşik ve köklü hayat damarlarını zayıflatmakta etkin olduğu fark edil­diğinde, dini ilimlere ve tasavvufa karşı söylemin ve etkinliğin aynı zamanda selefîcilik desteklenerek, yürütüldüğünü de fark etmek çok zor olmayacaktır. Önemli olan bugün sömürge yapılarının teşhis edilerek bir bütün olarak kendi geçmişimize, dinimize ve onun yaşanmasının ilim haline gelmiş şekli olan mezheplere sahip çıkarak, sadece bu yolla kendi normalitemize tekrar kavuşabileceğimizi görebilmektir. Müslümanlar izzet şartlarında kendi var­lıklarını taşıyan sistematik yolun, mezhepler olduğunu ve mezhepleri terk etmenin, bir veya birkaç adım sonra, etkin sistemlere uyumu birlikte getire­ceğinin farkına varmak zorundadırlar. Önemli olan siyaset de dahil olmak üzere her şeyi tekrar yerli yerine koymak ve bütün insanlığın sorunlarını ilim yoluyla halletmenin önündeki engelleri kaldırmaktır. Selefîciliğin ve ikiz kar­deşi modernizmin mesele çözmekten ziyade mesele ürettiklerini, bu sebeple de kendilerinin bir mesele haline geldiğini söyleyebiliriz. Bütün alametlerin 21. yüzyılın, Müslümanların kendi ilim ve düşüncelerini keşfederek, yeniden izzetle muktedir olacaklarını gösterdiğini; selefîcilik ve modernizmin, Müslü­manların sömürge döneminden kalma hatıraları arasına gireceklerini söyle­mek, bir kehanet olarak kabul edilmemelidir.

Modernleşme,Protestanlaşma ve Selefileşme (Editörler:Murteza Bedir,Necmettin Kızılkaya,Merve Özaykal),syf:73-79

[1] John E. Peterson, Defending Arabia (London: Croom Helm; New York: St. Martin’s Press, 1986), 2. (İran Körfezi ile İngilizlerin irtibatı on yedinci yüzyılın bidayetinde başlar. Sonraki üç yüzyıl boyunca İngilizlerin ilgisi ve çıkarları katlanarak artmış ve Körfez’de İngiliz üstünlüğü bu asrın (20. yy.) ilk çeyreğinde bariz bir hale gelmişti. Birinci Dünya harbi neticesinde Körfez her cihetten bir İngiliz “gölü” haline gelmişti. İngiliz hakimiyetine karşı ortaya çıkan bütün harici meydan okumalar hemen karşılığını almış, aynı zamanda, Britanya, Körfez’de önemli olarak görülen çıkarlarını muhafaza etmek için lokal siyasete de daha fazla karışmıştır.)

[2] Peterson, Defending Arabia, 2, (Körfez ile Ingîlizlerin irtibatı onyedinci yüzyılın bidayetinde başlar. Sonraki üç yüzyıl boyunca Ingîlizlerin ilgisi ve çıkarları katlanarak artmış, ve Körfez de İngiliz üstünlüğü bu asrın (20. yy.) ilk çeyreğinde bariz bir hale gelmişti. Birinci Dünya harbi neticesinde Körfez her cihetten bir Ingiliz “gölü” haline gelmişti. İngiliz hakimiyetine karşı ortaya çıkan bütün harici meydan okumalar karşılığını almış, aynı zamanda, Britanya, Kör- fez’de önemli olarak görülen çıkarlarını muhafaza etmek için lokal siyasete de daha fazla karışmıştır.)

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir