Ölüm Sırrı
Bizde bir kıvılcımın parlayıp sönmesini andıran bu hayat, iki hak i kata dayanıyor: Ebedî olmak isteyen bir parıltı ile onu örten bir karanlık. İnsan hayatı, aşk ile ölüm arasında sürekli bir sallantıdır. Her ikisinin dışında geçen bütün hayat varlığımız, sadece ölüme karşı koyan kuvvetleri kullanmaya yarayan bir alışkanlıklar serisinden fazla bir şey değildir. Hayatın kanununa uygun olarak bir seri alışkanlıklar, kendilerini kullanma hususunda bizi zorluyorlar. Böyle zorlanmış olmamız, şuur kazanmadan önce, sadece hayat yükü halinde müphem bir gayeye doğru bizi sürüklerken varlığımı/ etrafında bulduğu hazlarla oyalanıyor; şuur kazandığı yerde ise derece derece usanç, sıkıntı, azap ve çile hallerini alıyor; sonunda bütün duygulu varlıklardan taşan feryad oluyor.
Şu halde hayat, ölümle ölüme karşı koyan kuvvetler arasında bir ömürlük mücadeleden başka bir şey değildir. Bedende olduğu gibi ruhun hayatında da emellerle ümitler ölüme karşı koymak isterlerken, günün birinde ya beden kuvvetleri tükenerek ölüme teslim oluyorlar, ya da onları isteyen ruh kuvvetleri iflâs ettiği için ölümün kucağına sığmıyorlar. Ruh kuvvetlerinin, bir haksızlığa isyan eder gibi kendilerini eriten haller karşısında, ölümü istemekle ondan nefret arasındaki boğuşması, bedbaht bir şaire.
“Bu sıfır nedir hesâb içinde?
Erkanı ona ınkılâb içinde.
dedirtmişti. Bütün çile ile dolu bir hayatın imtihanından sıfırla ayrılmak vicdanın ölçülerine sığmıyor. Acaba ölüm olayının varlığa sunduğu mutlak sıfır mı? Ölüm, hiçliğin kapısı mıdır? Gerçekte bu sıfır, hayat imtihanının sahnesinde de gözüküyor. Herşey,n fani, vefasız oluşu, olayların üzerimizdeki izleri olan hatıraların da zamanla silinmesi, unutmak denilen o müthiş hem de kurtarıcı musibet, daha yaşarken hayat yolunda adım adım öldüğümüzü göstermiyor mu? Herşey bir hiçe doğru götürüyor sanki. Bunca varlıkların gayesi, varlıklarının hikmeti bizi bir yokluğa teslim etmekmiş, ölen varlıktan bir eser, en ufak bir iz, ancak kendinin olan bir unsur kalsa ümit de yaşayacak, sanki ölmeyeceğiz. Lâkın ölüm, bizde bizim olan herşeyi silip süpürüyor.
Kaybedilen sade kendi varlığımız da değil; onunla birlikte bütün kâinatı kaybediyoruz. Her zerresi bizimmiş gibi sahiplik duygu ve iradesiyle yaşadığımız bu kâinatın bir zerresini bile feda edemezken bütününü birden bırakıp da gitmek, insanın kendi gücü ile başaramayacağı bir imtihandır. İnsanın kendinden ve kendi kâinatından ölümün alıp götürdüğü şeyler sayısız denecek kadar çoktur. Bütün hayat boyunca varlığımızı adım adım takibeden ölüm, bu yenilmez düşman, zevkin kendi arkasından bıraktığı pişmanlığı ve her zevkin menhus bahşişi olan acıları alıp götürdüğü gibi, ebedî olan ve varlığımıza ebedilik vaadi sunan aşkı da götürüyor. Ebedîlik yolculuğuna çıkan insanların herbiri yolun bir yerinde yıkılıp kaldığı zaman, kiminin gözünde yaşlar, kimininkinde de rüya parlıyor. Sonsuz yaşansa bile rüyasının lezzetine doyulmayan tabiat gibi, sitemlerine bile hasret duyduğumuz, hem daha yanlarında yaşarken hasretini çektiğimiz insanlardan ayrılmak, insan denen yaratığın katlanamayacağı şeydir. Bâri hâtıralar kalsa…
Hayır, onları da ölüm denen ifritin gömdüğünü sanıyoruz. İçinde sonsuzlukla ebedîliği yaşattığımız şu bir günlük imtihanda sevinç, ümit, hayal, hasret, iffet, aşk ve zafer diye benliğimizde barınan ne varsa hepsini ölümde tüketiyoruz ve hepsinin birlikte yok olacağına inanıyoruz. Ebedîliğe gölge salan akıl ve hikmetle insan yaradılışının tabiî sınırlarını aşan ferâgat gibi, sabır gibi, karşılıksız sevgi gibi, içimizdeki hayvanı hayrette bırakan muhteşem ruhsal yapımızla birlikte yokolacağımıza inanmanın azabı müthiştir Bütün bu kayıpların bir karşılığı olmadığını düşünmek aklın ve adaletin ölçülerine sığmıyor. Gençlik, hikmet, hülya ve sevda gibi sonsuzluk hazinelerini yüklenen insanın bütün bunlarla birlikte yokluğa gömülceğini düşünmek, aklı bir çelişikliğe düşürüyor. Herhalde olum, kendinde bir sırrı saklamaktadır. Hiçten herşeyin çıkmayışı gibi, herşeyden de hiçin çıkmayacağını anlamak güç olmasa gerek.
Herhalde ölüm, sonsuz dileklerle yüklü hayat kervanının ebedîliğe açîlan kapısıdır. Hem o kutsal kapıdır. O kapıdan geçmesek dünya zindanının azaplarıyle işkencelerine dayanamazdık. Ruha musallat olan kirlerden temizlenmek ve hayat ekmeğinin en sevimli atığı olan gaflet uykusundan uyanmak için de bu kutsal kapıdan zafer alayı ile geçmemiz gerekiyor. Hayata mahkûm olmakla ölüme mahkum oluşumuz nasıl tabiî ise, ölümle de ebedîliğe mahkûm olduğumuz öylece hakikattir. Ancak ölümü bozgunluk ve yıkım olmaktan kurtarıp da zafer haline getirmek, ölümünü matem değil de “gelin gecesi” yapmak, ölmesini bilenlerin kârıdır. Ölmesini bilen kahraman, daha yaşarken cesaretle atılıp ölümün koluna giriyor ve onu hareketlerinin içine yerleştiriyor. Cesur adam, kendini bütün ömrünce takibeden en korktuğu düşmandan nasıl kurtulur0 Cesaretle atılır, en büyük korkuyu kendinde yaşatan ve dışardan hiçbir kuvvetle sindirilip bertaraf edilemeyecek olan düşmanın koluna girer, ona dost olur ve hep onunla kolkola yürür.Mesele halledilmiştir.
İşte böyle davranmamız icabediyor. Ölüm’ ta yanına atılıp koluna girmek, onunla kolkola girip her hareketin içinde beraber barınmak ölümü ortadan kaldırıyor. Ölüm kapıdır, demiştim, arkasında ebedîlik vardır. Her hareketin yerleşen ölümle beraber onun bahçesi olan ebedîlik de hareketimizin önüne açılıyor. Ölüm korkusunun yok edildiği bu hareketle beraber hareketlerimiz sonsuza bağlanmış oluyor ve ebedîliğe uzatıyoruz, ölümle hareketlerimizin içinde buluşma, ancak dünya zindanının menfaat ve ilgilerinden kurtarıp da İlâhî mutlak hürriyete kavuşturabiliyor. Ölümün eşiğinde, tam o ¡çın artık ölüm yok, ebedîliğin İlâhî çiçeklerle bezenmiş bahçesi vardır. Bu kapıya nasıl gelinir?
Çocuk, başına temizleyici su dökülürken ağlar. Aklı başında olanlar için, derya yüze yüze geçilir. Dünyanın çocukları, fani varlık için sadece temizlenme kapısı olan ölümün eşiğinde matemli feryâdı koparıyorlar. Bu kapıdan gözleri açık geçenler içinse, zindandan ebedîlik bahçesine geçerken duyulan güllerin kokusundan ve bülbüllerin neşveli nağmesinden başka bir şey yoktur. Yaşarken cesaretle ölümün koluna girebilenler görüyorlar ki, o bir düşman değildir. Belki bu dünyadaki zindan hayatının yarattığı düşmanlıklardan ve korkulardan, en başta yaşama korkusundan temizleyerek kurtarıcı dosttur. O bir dost elidir; kafesin kapısını kırar, zindanın kapısını açar, ruhu hürriyete kavuşturur.
Ona nasıl gidilir? Hayat rüyasının seherinde neşeli nağmelerle yola çıkılır. Yolculuğun uçurumları çılgın ve cesur atletler gibi atlanır. Yolculuk sevinçlerle, teranelerle zafer alayı haline konur. Öyle ki, kendinden geçebilen ruhlar bu yolculukta “ah bütün sevdiklerimle, bütün insanlarla beraber olsam.” diye hasret duyarlar. Akan sularla âh eder, ağaçlarla konuşurlar. Yerlere ve göklere bile, çimlensin de âleme yayılsın diye, kalplerinden sevgi tohumları serperler. Sırtlarına yüklü geçici emellerden ibaret bütün safrayı fırlatıp attıktan sonra, âleme yaygın hareket denilen o tılsımlı merdivenle âdeta kürelerin üstünden atlarlar.
Varlıklarının, âlemden bir parça olmaktan çıkarak bütün âlem olduğunu hissederler. Varlığa i minnetleri kalmaz. Varlık denen kabukların hepsinden sıyrıldıktan sonra, düğünün kırkıncı gecesinde, bütün bir ömür beklenen ve aranan Sevgili ile buluşacakları gece ölüm denen sevgili göründü mü o zaman artık kendilerini kaybederler. O’na çılgın gibi hamle ile koşarlar; Hallâc’ın, kanı ile yıkayacağı darağacım gördüğü zaman ona koştuğu gibi koşarlar.
….. düğün yapıldı. Darağacında kanlı gömlek kaldı. O, başarılan imtihanın bahşişidir seyircilere. Ebedîlik bahçesine geçen, kapıyı arkasından kapadı. Biz onun haline eseflenirken erdi. Büyük Sevgili ile, bize bunca sevgilerde gözüken yüzü örtülü Sevgili ile beraber yaşıyor. Yeryüzündeki bunca sevgilerin muradı, mânası, sahibi olan Sevgili’ye kavuştu. Sevgiler silindi, hepsini kendinde toplayan sevgili bulundu, ölüm, ölüm dedikleri ne büyük düğün, ne büyük sevda çağı imiş meğer! Rabbim, beni aradığım Sevgili’ye kavuşturacak düğünümü şenlendir!
Hareket. VII/75-76, Mart-Nîsan 1972.
Nurettin Topçu,Var Olmak