Nihilizmin Panzehiri:Teslimiyet

teslimiyet-nasil-gerceklesir-170402-300x144 Nihilizmin Panzehiri:Teslimiyet

 

Yazar: Hüseyin Etil

Girizgâh:

Edebiyat alanında yaşanan gelişmeleri her zaman ciddiye almalıyız. Çünkü edebiyat olayları politik ve toplumsal olayların ön habercisi olma işlevi görmektedir. Şairler ve romancılar sahip oldukları güçlü sezgileri sayesinde toplumsal alandaki en ufak hareketlenmeleri bütün bedenleriyle duyumsayarak yüreklerinde hissederler. Bu hislerini ise ancak edebî biçimler altında topluma iletirler. Böylelikle hissettikleri duyguların kitleselleşmesine, belli duyguların memetik etkilerle çoğaltılmasına neden olurlar. O nedenle, edebiyatın verdiği mesajların ciddiye alınıp iyi analiz edilmesi gerekmektedir. Michel Houellebecq’in İtaat adlı romanın içerdiği politik ve toplumsal mesajlara odaklanacak ve yaydığı, kitleselleştirdiği duygulara dikkat kesileceğiz.

Avrupa Üzerinde Bir Hayalet Dolaşıyor!

Ancak onun öncesinde Avrupa’nın genel iklimine dair bir şeyler söylemek gerekmektedir. Nice zamandır Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolanıyor. Biz bu hayaletin giderek cisimleşmesine tanıklık ediyoruz. Önümüzdeki on yılların Avrupa üzerinde dolanan hayaletin tecessüm yılları olarak tarihe kazınması yüksek bir olasılıktır. Avrupa’nın bastırdığı güçler hayaletler, canavarlar, korku dolu senaryolar olarak geri dönmektedir. Freud’un bastırılanın geri dönüşü dediği türden bir olay deneyimleniyor. Bastırılan güçler patolojik biçimler altında tarih sahnesine dönüyorlar. Liberal Avrupa’nın sahip olduğu iyimserlik yerini giderek radikal sağ duyguları köpürten güçlerin derin kötümserliğine bırakıyor. Bu radikal sağcı duyguları çoğaltan entelektüellere göre Avrupa derin bir krizin içindedir. İyimser Avrupacılık gerilerken, kötümser Avrupacılık hızla yayılıyor, derinleşiyor, nüfuz alanını genişletiyor. Başka bir ifadeyle, kötümserlik duygusu marjinal entelektüellerden halka doğru yayılarak kitleselleşiyor. Avrupa düzeyindeki bu genel çöküş psikolojisi tek tek ülkeler için de geçerlidir. Örneğin, Fransa, pesimist yazarlara göre intiharın eşiğindedir. Pesimizmin edebiyat kanalıyla yaygınlaşması politikanın dönüştürülmesiyle sonuçlanıyor. İntiharın eşiğinde olan bir Fransa için herkes topyekûn seferberliğe davet ediliyor. Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik ilkeleri bir kez daha pratik tarafından olumsuzlanıyor. Sözgelimi, Eric Zemmour’un Fransız İntiharı (Le Suicide français) kitabı, Oswald Spengler’in Batı’nın Çöküşü’nden sonra Almanya’da yaşananları akla getirmektedir. Fransa’nın öldüğünü ilan eden kitaplar hızlıca çok satanlar listelerinde yerini alması gelecekteki günlere dair önemli ipuçları vermektedir. Bu kötümserlik yer yer akademik tespitler olarak da karşımıza çıkıyor.

İslamcılık hakkındaki analizleriyle bilinen Oliver Roy’nın, Fransa’daki son on yılda yaşanan gelişmeleri, “İslamcıların radikalleşmesi”nden ziyade “radikallerin İslamcılaşması” olarak okuması, gerçek sorun alanının İslam olduğunu topluma akademik biçimler altında vazediyor. Radikal sağın entelektüel hegemonyasının genişlemesi liberal ya da solcu yazarların sağcılaşması sonucunu doğuruyor. Müslüman göçmenler son gelişmelerle birlikte Batı’daki entelektüel ittifaklarını da yitirip, kamusal tartışmadan dışlanmaya ve tecrit edilmeye çalışılıyor. La Figaro gazetesinin radikal sağcı yazarları solun ve sağın çeşitli fraksiyonlarını korkaklık ve körlükle suçlayarak yeni bir iklimin yaratılmasına çaba sarf ediyorlar. Hatta şöyle söylenebilir: Fransa’da entelektüel merkez, merkez solun yayın organı Le Monde’dan radikal sağın yayın organı La Figaro’ya doğru kaymaktadır. Fransız radikal sağı, 68 kuşağının kültür devrimiyle olan mücadelesi, solcu entelektüalizme duydukları nefret, liberallerin Avrupa Birliği düşüncelerine karşı kınayıcı görüşleri ve kapitalizmin yıkıcı boyutlarına olan itirazlarını Müslüman göçmen karşıtlığı ile eklemleyerek kendi etki alanlarını genişletmektedirler.

Günümüz Fransa’sının ölüm döşeğinde olduğunu düşünen yazarlar, Fransa’nın emperyal bir güç ve medeni kuvvetini yeniden elde etmesi gerektiğini nostaljik biçimler altında kamuoyuna sunuyorlar. Çürüme, yozlaşma, ölüm, intihar gibi temalar korkunun kitleselleşmesini sağlıyor. Siyasal ve kültürel bedenin hasta ve ölmekte olduğunu ileri sürdüğünüzde içeriden bir çürümeyi vazetmiş olmaktasınız. Çürüme bünyenin içinde ise siyasal çözümler de ona uygun olarak radikalleşmektedir. Bu histerik bilincin yayılması, siyasal sahnenin radikal sağın egemenliğinde yeniden tanımlanmasına neden oluyor. Sistemin içeriden çürüdüğünü düşünmek artık sorunun de-politikleşmesinden başka bir şekilde çözülemez olduğunu ileri sürmektir. Bu durumda geriye, politik muarızı, kriminal bir vakaya dönüştürülerek sürek avına çıkmak kalıyor. Fransa tarihinde düşüş ve çürüme söyleminin güçlendiği dönemler her zaman yeni bir cumhuriyetçi dalga ile karşılanmıştır. Her şeyin parçalandığı duygusu günümüz edebiyatının da giderek hâkim düşüncesi olmaya başlamıştır. Fransız özünün parçalandığı hissiyatı sağduyunun kaybolmasıyla sonuçlanıyor. İşte tam da, bütünün parçalandığı duygusunun egemen iklimi yarattığı koşullar altında yeni bir ruh arayışı gelişiyor. İşte Avrupa’nın üzerinde dolanan yeni hayalet yeni ruh arayışının bir semptomu olarak gündeme geliyor: Faşizm, Avrupa’nın kapısını bir kez daha çalıyor. Houellebecq de bir nevi, Fransız devriminin Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik şiarlarını Aile, Çalışma ve Kutsallık sloganı ile yer değiştiren Vichy hükümetine duyulan yüksek özlemi dile getiriyor.

Hazcılığa karşı Teslimiyet

Avrupa’nın genel bağlamından romana geçersek; 2015 yılında Fransa’da, Charlie Hebdo saldırılarının yaşandığı gün piyasaya çıkan kitap, 2021 yılında dilimize kazandırılmıştır. Michel Houllebecq “intelligence” ile “intellectual” arasındaki farkların silindiği bir isimdir. Türkçeye İtaat olarak çevrilen kitabın aslında en doğru çevirisi “teslimiyet” olmalıdır. Çünkü “itaat” olarak çevrildiğinde Fransızcadaki anlam katmanı ve yazarın kastı kayboluyor. Fransızcadaki “soumission” ile “İslamiyet” kavramı arasındaki etimolojik bağı vermek için en doğru çeviri “teslimiyet” olmalıdır. Ancak bu sayede, roman boyunca işlenen teslimiyet krizine İslam’ın sunduğu teklifi doğru bir şekilde kavramış oluruz. Yazar, kendi döneminin eğilimlerini saptayarak yarattığı yarı-fantastik, yarı-gerçek edebiyat evreninde, 2022’de yapılacak Fransız Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Müslüman Kardeşler kazanıyor. Müslüman Kardeşlerin adayı Ben Abbes’in iktidara gelişini ve iktidarı aldıktan sonra yavaş yavaş Fransız Cumhuriyeti’nin İslami bir monarşiye dönüşme sürecini anlatıyor. Yazarın temel niyeti, Müslümanların güçlenmesinin yol açacağı “tehlikelere” işaret etmekten çok, Fransa’daki sosyal, kültürel, politik ve ideolojik düzlemlerde yaşanan derin bunalımın altını çizmektir. Başka bir ifadeyle yazar, İslam’ın yükselişini değil, Fransa’nın (ve dolayısıyla Avrupa’nın) çöküşünü resmediyor. Romanın başkarakteri, 19. yüzyıl dekadan edebiyat uzmanı François de dekadan bir karakter olarak çöküş sürecinin insan tipi olarak karşımıza çıkıyor. François, Fransa’nın zaafı, kesip atılması gereken bir ur, her yeri sarmış kangren bir tip olarak sunuluyor. Yazara göre François tipi, Fransa’yı çöküşe götürüyor. Sistemin her noktasına sinmiş çöküş, bunalım ve çürüme gerçekliği, Ben Abbes’in iktidara gelmesini kolaylaştıran tarihsel zemin olarak roman boyunca sorgulanıyor.

Peki, yazara göre, nedir Avrupa’nın zaafı ve İslam’ın Avrupa’da yükselişini kolaylaştıran ve mahkûm edilmesi gereken unsurlar nelerdir? Yazara göre Fransa artık tanıdık olmaktan çıkmıştır. Fransa’da edebiyat gerilemiş, sosyal güvenlik rejimi çökmüş, gençlik tipolojisi yozlaşmış, sosyal ilişkiler çözülmüş, siyasal partiler sistemi tıkanmış, aile değerlerinden eser kalmamış, Katoliklik yok olma noktasına gelmiştir. Houellebecq işte, romanın başkarakteri olan François’yı böyle bir genel çöküş tablosu içine yerleştirir ve roman boyunca karakterin çıkış yolu arayışlarını okuruz.

İlk olarak Fransa’da edebiyat büyük bir gerileme içindedir. Yazara göre Fransa’nın, hatta Batı dünyasının en temel sanatsal formu edebiyattır. Fransa’nın kültürel iklimini edebiyat kurmaktadır. François yalnız, alkolik, mutsuz, hedonist, kinik bir tip olarak edebiyattan kendisine bir çıkış yolu aramaktadır. Günümüz edebiyatına olan iştahsızlığı onu 19. yüzyıl edebiyatına yönlendirir. Doktora tezinin başlığı Joris-Karl Huysmans ya da Tünelden Çıkış, kahramanın tünelden bir çıkış yolu aradığını anlatır. Ancak Huysmans’nın bulduğu çıkışı kendisi bulamayacaktır. Huysmans, natüralist edebiyattan dekadana geçiş yapmış, ömrünün sonuna doğru ise nihilizme tepki olarak keşişliği tercih ederek tünelden çıkış yolunu bulmuştur. Houellebecq usta bir şekilde kendisi için artık keşişlik yolunun kapalı olduğunu anlatmaktadır. Bu manada, romanın konu ve estetik biçimi örtüşür: Hayal kırıklığı yaratmaya mahkûm bir kitap bir hayal kırıklığının hikâyesini anlatmaktadır. Natüralizmin iyimserliğinden dekadan romanın karamsarlığına saplanan François, kitabın sonunda ancak teslimiyet yolunda teskin olacaktır.

İnceleyin:  Serbest, Serseri, Özgür

Sosyal devletten neo-liberal kapitalizme, cumhuriyetten demokrasiye, politik toplumun belirleyiciliğinden sivil toplumun egemenliğine dönüşümü yazar, bir yıkım, çürüme ve yozlaşma olarak takdim eder. İşte bu yozlaşmanın sonucu François gibi tipler türemiş ve her yanı kaplamıştır. Fransa’nın kaderi François gibi dekadan tiplere kalmıştır. Aslında tam da onun şahsında gördüğümüz olgu, Fransız küçük burjuvazisinin giderek daha derinden refah toplumunu altın çağ olarak nostaljikleştirmesidir. Ancak karakter güçsüz, yabancılaşmış, yozlaşmış biri olduğu için altın çağı yeniden kazanacak güçten yoksundur. Aslında Durkheim’dan beri bildiğimiz Fransız problematikler; anomi, intihar, toplumsal dayanışma arayışları ve Cumhuriyet değerlerinin restorasyonu roman boyunca karşımıza çıkıyor. 1789’dan 1968’e kadar devrimci, jakoben bir kültüre sahip Fransız Cumhuriyeti gençliğinin bugün için iradesi kırılmış, yaşam enerjisi yitmiş durumdadır ve âdeta dünyanın altında ezilmektedir. Yaşama dönük atılımın yoksunlaşması yenilenme imkânlarını ortadan kaldırır ve yaşam irademizi kırarak bizi intihara meyilli amaçsız tiplere çevirir. Hâlbuki gençlik fikri hayata karşı isyan ve coşku ile tanımlanması gerekiyorken, romanda karşımıza çıkan gençlik apolitik, tutku ve isyan duygusunu yitirmiş, uysal, konformist ve hazcıdır. Böylece, isyancı gençlikten intiharın eşiğine gelmiş bir gençlik tipine büyük bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Jakoben iradecilik yerini kiniklere özgü bir lakaydiliğe bırakmıştır. Houellebecq’e göre gençlik sadece ruhunu değil bedenini de kaybetmiştir.

Bedenleri de sıfırı tüketmiş olan gençlik, zayıflamış, pörsümüş, tutkularını yitirmiş derin bir üzüntü içinde tasvir edilmektedir. Bunun sonucu olarak ise sosyal ilişkilerin niteliği başkalaşmıştır. Kesin karakterli ilişkilerin yitirilmesi en çok da aile kurumuna zarar vermiştir. François’nın derin ve yoğun bir yalnızlık içinde tarif edilmesinin temel nedeni aile kurumunun çökmesidir. Sosyal varlığın cinsel bedene indirgendiği günümüzün cari ilişki modunda, çağdaş oğlanları ve kızları bekleyen muhtemel son kesin yalnızlık, derin bir üzüntü ve sosyallikten dışlanmışlıktır. Yazara göre ailenin çöküşü sosyal sistemde geri döndürülemez yaralar açmıştır. François’nın bu konuda tavrı son derece nettir: “Çocuklu aileler vardı, şimdi işler tersine döndü” (s.29). Ona göre çağın kadın imgesi büyük bir yara almıştır. Yüksek düzey edebî zevke sahip olmasına rağmen bu kadar maço tavırlar sergilemesini eleştiren arkadaşına şöyle cevap veriyor: “Burada paradoks falan yok, sadece sen psikolojiyi kadın dergilerinden okuduğun kadarıyla biliyorsun ki onların sundukları tipler de bir tüketici tipinden başka bir şey değildir: çevreci bohem-burjuva, havalı burjuva, gay-friendly clubber, satanist geek, tekno-zen, her hafta yeni tipler icat ediyorlar. Bense bu tüketici tiplerinden hiçbirine uymuyorum, hepsi bu” (s.29). Ona göre çift olmak bir dünya kurmaktır: “Çok daha geniş bir dünyada, kimsenin erişmesine izin verilmeyen otonom ve kapalı bir dünya. Fakat yalnızken mayın dolu bir tarladayım” (s.100). Ve başka bir yerde de ümitsizlik içinde şunları kaydeder: “Eskiden insanlar aile kurardı, yani üredikten sonra birkaç sene daha çalışır didinir ve çocukları yetişkinliğe eriştiği zaman Hakkın rahmetine erişirlerdi. Şimdiyse bir çiftin beraber yaşamaya başlamak için yaşlanmış, çökmüş bedenlerin güven verici ve iffetli bir aile ilişkisine ihtiyaç hissettiği zaman, yani elli ya da altmış yaş” (s.85). Bütün bu anlatımlarla yazarın vermek istediği mesaj şudur: Yaşlanmış Avrupa, dünyanın genç milletleri tarafından istilaya açık hâle geliyor.

Merkezlerin Çökmesi ve Radikal Sağın Yükselişi

Akademik ilgileri zayıflamış, sosyal ilişkileri bitme noktasına gelmiş, dünyada olan bitene karşı kayıtsız François beklenileceği üzere politikaya karşı da duyarsızdır. Politik yeteneklerini yitirdiği için Fransa’da gerçekleşen büyük dönüşümleri kendi başına değerlendirmekten yoksundur. François, siyasal aklı körelmiş, olayları değerlendirme yeteneğini kaybetmiş Fransız yurttaşını temsil ediyor. Cumhuriyetçi modelin politik yaşama katılan erdemli yurttaşı yerini kinik bir hayvansallığa bırakmıştır. François, kendini sorguladığı belli aralıklarda kendisini “insan” olarak temellendirmediğini, bu hâliyle hayvandan bir farkı olmadığını yazıyor. “Peki ama bu bir hayatı doğrulamaya yeter mi? Bir hayatın neden doğrulanmaya ihtiyacı var? Hayvanların tamamı, insanların ezici çoğunluğu en küçük bir doğrulama ihtiyacı hissetmeden yaşıyor” (s.35). Nihilist François’a kendini yeniden olumlamak adına önüne çıkan bütün seçenekleri yoklar; edebiyata sığınır, radikal sağcı bir akım olan kimlik hareketiyle ilişkilenmek ister, Fransız taşrasına çekilir, Orta Çağ’ın dinsel geçmişine geri dönmeyi dener, en son uzmanı olduğu Huysmans gibi keşişliği tercih eder ama bir türlü kendini yeniden onaylamanın yolunu bulamaz.

Politika konusunda kinikliğini devam ettiren François, “Kendimi ancak bir tuvalet kağıdı kadar politik buluyordum.” (s.37) biçiminde bir cümle sarf ettiğinde Fransa’da politik katılımın düşüklüğüne vurgu yapılmaktadır. Yazar esasen Beşinci Cumhuriyet’in iki katalizör siyasal akımı olan merkez sağ ve merkez solun derinden başarısızlığına dikkat çekmektedir. Avrupa’da 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, merkezcil siyasetlerin çöküşüne, radikal sağ partilerin ise yükselmesine tanıklık ediliyor. Avrupa taşralaşıyor. Avrupa taşralaştıkça taşra epiğinin daha çok etkisi altına giriyor. En son sarı yelekliler isyanında görüldüğü üzere Avrupa’nın “yerli halkları” seferberlik duygusuyla hareket etmektedir. Avrupa düzleminde neo-liberal ekonomik yapıların yerleştirilmesi sosyal demokrat ve liberal sağ partiler eliyle gerçekleştirilmesi merkezî siyasal partiler ile halkın geniş çoğunluğu arasındaki bağları kopma noktasına getirmiştir. Houellebecq, Avrupa’nın değişen siyaset sosyolojisini romanında derinden işlemektedir.

Yeni durumda, kitleleri mobilize etme kapasitesini yitirmiş politik sisteme tepki olarak iki yeni fraksiyon, iki radikal hat giderek yükselmektedir; ulusal cephe ve Müslüman Kardeşler. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura ulusal cephe ve Müslüman Kardeşler kalmıştır. Merkez sol ve merkez sağ partiler oylarını Müslüman Kardeşler’den yana kullanır. Yazar, özellikle merkez solun politik körlüğüne karşı çıkmaktadır. Ona göre, Le Monde gibi genel olarak merkez-sol gazeteler, Müslüman göçmenler ile Batı Avrupa’nın yerli halkları arasında bir iç savaş çıkacağını öngören Kassandralar’a karşı çıkıyorlardı. Yunan mitolojisinde Kassandra geleceği gören ancak Apollon’un lanetiyle ona kimsenin inanmadığı bir miti temsil etmektedir. Yazar aslında kendisini, belli ölçüde edebiyatı gelecekten haber veren bir güç olarak görmekte, ancak onun söylediklerine kimse inanmamaktadır. Kassandra sonradan gerçekleşen kötümser öngörüleri temsil ediyor. Kassandra nasıl ki Truva savaşında Agamennon’un ölümünü söyleyerek Truvalı yurttaşları uyarmıştı, Houellebecq de Paris’i bekleyen “tehlikeye” karşı uyarmaktadır. İtaat kitabını okuyanlar da Houellebecq’e inanmayacaklardı. Ancak o, olacakları haber vermektedir:

Bugünden geriye dönüp bakıldığında, merkez-sol gazetecilerin de Truvalıların körlüğünü tekrar edip durmaktan başka bir şey yapmadığı görülüyordu. Tarih bu türden körlüklerle doludur: Hep bir ağızdan Hitler’in “en sonunda aklın yolunu bulacağını” söyleyen 1930’ların entelektüelleri, politikacıları ve gazetecilerinde de bu körlük vardı. Belli bir toplumsal sistemde yaşamış ve gönenmiş insanların, bu sistemden hiçbir beklentisi olmayıp yıkılacağını korkusuzca öngörenlerin bakış açısını tahayyül etmeleri muhtemelen imkânsızdır (s. 41).

İnceleyin:  Ev, Aile ve İşbölümünün Değişmesi

İntiharın Pençesinde Avrupa İmgesi

Demokratik değişimin pek de bir “değişim” manasına gelmediği sinik iklimde, politik sıradanlığı bozan, büyük değişimleri arzulayan iki radikal çizgi gelişim gösterir. Radikal sağ ve radikal İslamcılık gençliği ve kitleleri daha büyük bir coşkuyla siyasal süreçlere sokar. Ölümü beklerken gelen radikal teklifler François’nın ilgisini çekmeyi başarır. Özellikle dinin çöktüğü, toplumsal dayanışmanın ortadan kalktığı, aile kurumunun yozlaştığı, gençlik enerjisini yitirmiş bir toplumda, siyasal eylemleri yoğun bir gençlik hareketine dayanan, yardım kuruluşları ve kültürel kurumlarla geniş bir network içinde hareket eden Müslüman Kardeşler daha ikna edici bir çizgiyi temsil etmektedir. Sinik ve kinik François’yı ise daha çok etkileyecek teklif buradan gelecektir. Bu iki çizgiden ilk olarak kimlik hareketine meyletmektedir. Avrupa düzleminde örgütlenmiş kimlik hareketi Avrupa’nın yerlileri ile Müslüman göçmenler arasında bir iç savaşa hazırlanmaktadırlar. Yayınladıkları bildiride kendilerini şu şekilde tanımlıyorlar: “Biz Avrupa’nın yerlileri, bu toprakların ilk sahipleriyiz ve Müslüman kolonileşmesini reddediyoruz; aynı şekilde Amerikan şirketlerini ve Hindistan’dan, Çin’den vs. gelen yeni kapitalistler tarafından kültürel mirasımızın satın alınmasını reddediyoruz” (s.52). Kimlik hareketi Avrupa çağında iç savaş olasılığını şu argümanla açıklıyor:

Tezleri, aşkın bir güce inananların genetik bir avantaj sağlıyor olması: Üç büyük dinden birine inanıp kurallarını uygulayan, ataerkil düzenin değerlerini takip eden çiftler ateist ya da agnostik çiftlere oranla daha fazla çocuk sahibi oluyorlar; bu kadınlar daha az eğitimli, daha az hedonist ve daha az bireyci (…) bu insanlar büyük çoğunlukla içinde yetiştikleri metafizik sisteme sadık kalıyorlar. Laik “birlikte yaşama” ilkesi üzerine kurulu ateist hümanizm kısa vadede başarısızlığa mahkûmdur (s.52).

Radikal sağı doğrudan eleştirmese de Houellebecq, politik şiddete başvurmayı aslında fikir kavgasının yitirilmesinin sonucu olarak görüyor. Nihilist hareketlerin şiddet çağrıları tam da kimlik hareketinin herhangi bir tekliften uzak olduğunun işareti olarak yorumlanıyor. Şiddet, Avrupa’nın en derininde yatan yok olma arzusundan başka bir şey değildir. Houellebecq’e göre Avrupa’da fikir mücadelesini liberal sağ kazanmıştır. Bu krizin bir örneğini François’nın anne ve babası hakkında değerlendirmelerinde görülür. İki baby boomer kuşağından tipler olan anne ve babası dizginlenemeyen bir bencilliğin pençesindedir ve François bir iç savaşın bile ailesiyle arasını düzeltebileceğine inanmamaktadır. Bu yöntemle toplumsal ve siyasal birlik ruhunun uyandırılabileceği konusunda oldukça karamsardır. Çünkü kriz, politik şiddetle sorunun çözülmesinden çok daha derinlerdedir. François bütün seçenekleri tükettikten sonra Sorborne İslam Üniversitesi’nin, kendisi de İslam’ı seçmiş rektörü tarafından İslamiyet’e ikna edilir. Nietzscheci Jüdiger, Avrupa’nın krizi hakkında şu düşüncelere sahiptir:

Faşizm bana her zaman hayalî, kâbusvari bir girişim ve yanlış bir ölü uluslara yeniden nefes üfleme girişimi olarak geldi; Hristiyanlık olmadan Avrupa ulusları ruhsuz bedenlerden, zombilerden, başka bir şey değildi. Peki ama Hristiyanlık yeniden dirilebilir miydi? Buna inandım, buna birkaç yıl, artan şüphelerimle beraber, inandım; Toynbee’nin uygarlıkların katledilerek ölmediği, intihar ederek öldükleri fikrini gittikçe daha fazla benimsedim (…) Avrupa çoktan intihar etmişti (s. 191).

Yazarın öldürülmekten çok intihara vurgu yapmasının nedeni çürümeye, organizmanın topyekûn yok oluşuna dikkat çekmek istemesidir. Roman aslında başta da vurguladığımız gibi İslam’ın yükselişini değil, Avrupa’nın çöküşünü anlatmaktadır. Ve bir Cassandra olarak Avrupa’yı olacaklar Müslüman Kardeşler’in Avrupa’da insanları ikna ederek seçimleri kazanacak kadar etkili olabilmesini uygarlığın intiharıyla açıklamaktadır. İtaat konusuna ise romanda şu şekilde açıklık getirilir: “‘İtaat’ dedi sessizce Rediger. ‘Daha önce hiç bu kadar güçlü ifade edilmemiş basit ve altüst edici bir fikir. İnsan mutluluğun zirvesine mutlak itaatle varılır.’” (s.194). Bu argümana göre, uygarlığın yeni organik fazının inşası için gerekli mücadele Hristiyanlık adına değil ancak İslam adına yürütülebilirdi. Avrupa’nın ahlaki ve ailesel olarak yeniden silahlanması için tarihsel bir şans olmuştu, eski kıta için yeni bir altın çağ fırsatı açıyordu. Hümanist, rasyonalizmin etkisi altında Avrupa uygarlığı ölmüştü. Muhafazakâr değerlerin Avrupa’da yeniden yükselmesini ancak İslam sağlayabilirdi.

Ne Fransız devriminin idealleri, ne yurtseverlik duygusu, ne Péguy’nin vatanseverlik şiirleri, ne Müslümanların kuzeye ilerleyişini engelleyen efsane kahraman Charles Martel efsanesi, ne Orta Çağ’ın gerçek kutsalı olan Bakire Meyrem heykeli, ne de vaktiyle Huysmans’ın ömrünün sonunda kapandığı Ligugé manastırı neo-liberal kapitalizmde yalnızlaşmış bireyin krizine şifa olabilmiştir. Toplumsal alanda tek tek bireylerin oluşturduğu yataylık, toplumsal birliğin oluşmasının önündeki en büyük engeli teşkil etmektedir. İslam’ın sahip olduğu toplumsal ve aşkınsal dikeylik, kaybedilen birlik hissini yeniden ayağa kaldırabilecek yegâne güç olarak sunulmaktadır. Roman boyunca yazarın başardığı şey aslında kendisi açısından dis-ütopik bir anlatıyı sanki ütopik bir kurgu olarak sunabilmesindedir. İslam’ı esasen bir tehdit olarak görmekle birlikte, İslam’ın gerçek tehdidini sahip olduğu teklif kapasitesinde görür. Boşlukta anlamsızca salınan, kendi yaşamını olumlayacak hiçbir gücü kendisinde bulamayan, niçin yaşadığının cevabını bilmeyen nihilist, dekadan, hedonist ve kinik François, Batı’nın kendisini sunduğu tüm olanakları yoklamasının ardından romanın sonunda Paris İslam Camisi’nde Müslüman olarak dine dönüş yapmaktadır. Dekadan edebiyatçı bu kez 21. yüzyılda tünelden çıkış yolunu teslimiyette bulmaktadır.

Cassandra mı Ajit-Prop Aydın mı?

Sonuç itibariyle Houellebecq’e göre Fransız toplumu çökmektedir. Ona göre Fransa’yı dinde çare arayışına iten, bireyi zevk peşinde koşan bir bağımlıya dönüştüren olgunun hiper-tüketimci bir toplum tarafından üretilen sosyal ilgisizliktir. Romanın dile getirdiği toplumsal kriz, artık karar vermeye muktedir olmayan bir toplumu ima eder, tam da bu kararsız kolaycılık sayesinde İslam’ın tezlerini kabul edilebilir kılmaktadır. Houellebecq, Avrupa’nın derinlerinde yaşayan krize dikkat çekmekle birlikte aslında ortalama bir Avrupalının İslam hakkındaki önyargılarına seslenmekten geri durmamaktadır. Edward Said’in Avrupa edebiyatında “Doğu’nun çarpıtılmış temsili” olarak eleştirdiği egzotik Doğulu basmakalıp önyargısını yinelemekte ve bu klişeyi güncel koşullara uyarlamaktadır. Roman, Fransız toplumunun İslam’a karşı korku ve fantezilerini yeniden güncellemektedir. Şu farkla ki “egzotik Doğulu” figürü artık ne egzotiktir ne de Doğu’dadır. Avrupa’nın göbeğinde Fransa’da iktidara yürümektedir. Sömürge döneminin rolleri yer değiştirmiştir. Kolanizatör kapitalist Avrupalı, “Avrupa’nın yerlisi”, Doğu’nun yerli halkları ise Avrupa’yı istilaya çıkmış kolonizatörler olarak tasvir edilir. Avrupa metropolünün yazarı da kendisini “yerli” gibi hissetmektedir. Başka bir deyişle metropol yazarı taşralı yazara dönüşmüştür. Avrupa edebiyatı taşralı tipler üretmektedir. Houellebecq, geleceği gören bir Cassandra değil, kitlenin duygularını köpürterek karanlık bir gelecek inşası için çabalayan ajit-prop bir aydındır: Avrupa’nın yerlilerini iç savaş tehlikesine karşı uyarmaktan çok militarist seferberliğe çağırmaktadır. Sıradan Avrupalının sahip olduğu kendi ülkelerinin İslam’ın istilasına uğrayacağı fobisini güçlendirerek kamuoyunda radikalleşmiş bir tartışma ekseni oluşturma çabasındadır. Fransa’nın son yıllardaki İslamo-goşizm tartışmalarını, askerlerin iç savaş uyarılarını ve meclisten geçirilmeye çalışılan “İslamcı bölücülükle mücadele ve Cumhuriyeti güçlendirme yasalarını” düşündüğümüzde, Houellebecq’in Cassandra mitinden başka bir şey olduğunu anlamak zor olmasa gerektir.

Sabah Ülkesi Dergisi,sayı:69,syf:126-132

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir