Modernliğin Önerdiği Kimlik

Kimlik-ve-Bellek Modernliğin Önerdiği Kimlik

Herhangi bir din veya ideoloji, yaratmak istediği insan için ken­disinin ideal olarak tanımladığı kimlikler vücuda getirerek insanla­rın bunları icra etmelerini, yerine getirmelerini isterler. Şüphe yok ki bunlar geleceğe ilişkin bir beklentiyi, hedefi; ulaşmak veya elde edilmek istenen önceden tasarlanmış bir “modeli” yakalamak, hâsıl etmek içindir. Fakat aynı zamanda da bu kimlikler, kendisini icra edenleri de kaçınılmaz olarak etkiler. Sahiplendiğimiz bu kimlikler yeryüzünde görece kısa sürecek bir hayat için, “dünya hayatı” için söz konusu bir tercihtir. İnsan, “bir oyun, bir eğlence, bir süs, ara­mızda bir öğünüş, mal ve evlat çoğaltma yarışı olan” [Hadid, 57/20] bu hayatı sürerken tercih ettiği kimliğin öngördüğü rollerin icrasında kimliğin belirleyiciliğinden kurtulmak, aynı kimlik içinde kalarak mümkün olamamaktadır. Eğer var-oluş evrenini/toplumsallığı din­den arındırmadan anlamlandırmak istersek, “tutulan her yolu”, ger­çekleştirilen her “yaşama biçimini” din olarak tanımlamadan başka seçeneğimiz olamayacaktır.

Kimlik, onu taşıyan insanın varlığı yorumlama aynı zamanda da varlık karşısında kendisini konumlandırma biçimi olarak tanımlana­bilir. Yorum ve konumlandırmanın aynı zamanda bu kimlik sahibi için bir hayat biçimi olarak tezahür ettiğini görmekteyiz. Ait olduğu kimlik ile insan kendi özelliğini, kişiliğini bir yönü ile öznel gerçekli­ğini hem kendisi hem de diğeri için bilinir kılmaktadır. Bu kimliğin bir ifade biçimi olarak dışa vurumu sırasında, insanın kendisini re- fere ettiği kaynağın/kaynakların niteliği önem ve belirleyicilik kaza­nır. Çünkü her kimlik onu taşıyanın kararlarım şekillendirmekte, bu da insanın geleceğinin belirlenmesi anlamına gelmektedir, insanın sahip olduğu kimlik ile gerçeği kavrayış ve tanımlayış biçimi arasın­daki kopmaz ilişkiyi göz ardı etmek mümkün değildir, insan sadece varlık dünyasını değil ve fakat aynı zamanda bu dünya içinde bulunan “kendisini” de bu kimlik aracılığı ile tanımaya çalışır ve anlamlandırır.

İnsanın varlık dünyasına bakış biçimi veya bu dünyayı “okuma biçimi”nin neticesinde sosyal gerçekliğin kavramsal inşası olarak ürettiği her bilgi türü, aynı zamanda kendi kimliklerinin niteliğini inşa edip kurmasını sağlamaktadır. Yaşadığımız varlık dünyasının içinde çevremize baktığımızda sayısız “şeylerin” mevcudiyetine tanık oluruz. İnsanın nazarları altındaki bu varlıklar, bir “bakış” için ona bakan karşısında “pasif” bir var-oluş hali ile görünürler. İnsan bun­ları tanımak için inceler, tecrübeye tâbi tutar, sonuçta onları “keş­feder” isimlendirir ve kavramsallaştırır. Bu, çoğu zaman “fiziksel” olanın esas alındığı bir süreçtir; elde edilen bilgi ve tanımlar fiziksel olarak bağımlıdırlar. İnsanın kendi imkânları ile ulaştığı bu neticeyi araçlarım ve imkânlarım çoğaltsa bile, aşması mümkün değildir.

Bu “bakışla” varlıkların pasif halleri onlar üstünde her şeyi gerçekleştirme/yapma gücüne sahip insanın kendisini, diğer tüm varlıklar­dan bir nitelik farkı olarak ve mutlak anlamda koparıp özne/nesne [ben/başkası] ayrımına sebep olduğu söylenebilir. Böyle bir ayırım veya kimliklendirme, özne ve nesnenin [ben ve başkasının] mutlak bir kopuş söz konusu olduğundan bitmesi mümkün olmayan sava­şını doğurmuş olacaktır. Aynı zamanda bu savaş mutlak anlamda birinin yok oluşunu içermektedir. Öte yandan bunlar arasında mey­dana gelebilecek bir uzlaşma “özne”nin “nesne” [ben’in başkası] ol­ması anlamına geleceği için bu bağlamda imkânsızdır. Dolayısı ile savaşın -buna tabiata karşı açılmış savaştan toplumlar arası topyekûn savaşa kadar hepsi dâhildir- bütün kurallarını araçlarını ve hayata ilişkin bütün değerleri bu kimlik, yine tespit ve tanımını kendisinin yaptığı hedefe bakarak belirler. Bundan dolayı denebilir ki modern dünya görüşü -ve bu kimliğin sahibi insan- dünyayı fethetme giri­şimi olarak ortaya çıkar. Bütün varlık bu amaç için bir “araç”tan başka bir şey olarak algılanamaz. Bu hedef misyondan dolayı in­san bu işe koyulurken aynı zamanda bu kimliği ile birlikte ontolo­jik temelli “zâlim” olmak gibi bir özellik kazanır. Böylece bu kim­lik heva ve hevesini dışa vurarak tüm varlık dünyasına bir gerçeklik olarak yansıtmaya başlar.

Öte yandan bu bakış/inceleme biçiminden farklı olan ve sadece dinper]e has ve onların önerdikleri “görme biçimi” de mevcuttur. Bu kez aynı sürece bu “nazarla” baktığımızda; var-oluşun kendisini “pasif olarak sunduğu “half’nin bir yanılsama olduğu anlaşılır. Var­lık “insanın emri altında” olduğu/verildiği için farklı bir varoluş for­muna bürünür; dolayısı ile fizik verilerin ve görünüşün “ötesine” ge­çerek onu aşar ve bir canlı olup Allah’ı teşbih etmeye başlar. Sadece nesne [başkası] değil, sizi gözetleyen biri olarak aynı zamanda öz­neye [ben] dönüşür; bir başka varoluş dünyasında [ahiret de] şahitlik yapmak üzere sizi izlemeye koyulur. Bu kimlik sahibi insanın şimdi yapması gereken iş zâlim olmamak için adaleti gözetmesidir.

Diğer tüm varlıklarla birlikte yaratılmışlığı paylaşan insan, di­ğerlerinden üstün [eşrefi mahlûkat] tutularak varlıkların geri kala­nından ayrılır. Bu ayrılma özne/nesne [ben/başkası] olarak farklı ontolojik düzlemlere ait olarak değil, tersine aynı düzlemi paylaşarak vardır. Fakat bu ayrılmada esas kopuş farklı ontolojik düzlemlerde aidiyet arandığında meydana gelecektir. Böyle bir durumda özne/ nesne [ben/başkası] farklılığından çok, kesin bir gerçeklik tanımla­ması ortaya çıkar. Bunun neticesi olarak gerçeklik tanımlarını iki farklı ontolojik alanda temellendiren, -aynı zamanda da kendi kozmolojileri ile örtüşen- birbirleri için kimlik tanımlarını somutlaştırarak ifade ederler.

İnsan kendi tarihselliği içinde ürettiği bilgi ile kendi kimliğini za­man zaman tanımlamaya çalışmasına rağmen, çok kere dinî bir kay­nakta olmasa bile yine de aşkınlaştırılmış olduğu bir kaynakta onun için anlam, tanım ve meşruiyet aramıştır. Denebilir ki yalnız din in­sana kimliğini kuracak destekleyici sembol sistemleri sunmakta, za­manın akışı ve değişen mekâna rağmen bu kimlik değişmeden kala­bilmektedir; dolayısıyla sunmuş olduğu kozmolojinin dışında, ondan ayrı değildir. Ancak sekülerlikle birlikte bu sistemlere “dünyevî” olan unsurların girmesi ile değişime uğramaya başlayacak ve buna koşut olarak kimliğin algılanışı ile birlikte varlık dünyasını algılamada da kayma ve giderek kopma meydana gelecektir. Oluşmaya başlayan bu durumun, kutsalın yardımı ile dinin meydana getirmiş olduğu ve kendi varlık ve kozmolojisine uygunluk içindeki var-oluş alanının monoli- tik yapısının, sekülerliğin sonucu parçalanarak giderek çoğalan yeni “alan”lara ayrışması nedeniyle meydana geldiği söylenebilir. Buradan itibaren kimlik/ insan artık kutsal olana ait veya ona bağlı bir parça olmaktan çıkmaya başlar. Bu ise insanın kendisini varlık âleminden ayrı, yabancı ve ona rağmen var olan biri olarak algılanmasına, gi­derek buna göre bir kimlikle konumlandırmasına sebep olacaktır.

Varoluş alanındaki varlıkları birbirlerinin “tehdidinden” ko­ruyan, şüphe yok ki tevhidin kendisidir. Kutsal kavramı dinin be­lirlediği içerik anlamında kırılmalara -alanların ayrışmasına- uğra­dığında varoluş alanı da tehditle karşı karşıya kalmış olur. Varoluş veya toplumsalın/dinin -alanın moriolitik- yapısının kırılarak yeni alanlara ayrışması sadece bir tehdit algılaması yaratmaz, fakat aynı zamanda gerçekliğin yeni bir tanımı ve üretimi olarak ortaya çıkar. Çünkü böyle bir tanım giderek kendisine has bir özerklik konumu kazanmaya başlayan parçayı, ayrıldığı bütünden zorunlu olarak ba­ğımsız tanımlayacaktır. Eğer bütünü tanımlayarak böyle bir giri­şimde bulunursa, bu kez mecburen bütünü tanımlayan [din] ile ça­tışma içine girmiş olur.

Gerçeğin bu şekilde farklı tanımı, dolaylı ve zorunlu olarak tevhidle ve sosyal gerçeğin tevhide göre yapılmış kavramsal inşası ile uzlaşamaz ve çatışmayı aşma yolu olarak -İsa ve Kayser ayrımım çağrıştırır bu şekilde- öznel ve nesnel ayırımında bulunur. Nesnel olan herkesin yorumuna açık, öznel olan ise insa­nın özel hayatına ait kılınır. Böylece din ile doğrudan ve sürekli bir savaş önlenmiş olurken aynı zamanda din ile yüz yüze gelmeden ekonominin, sosyolojinin, psikolojinin, anatominin, tarihin, fiziğin, kimyanın sanatın alanları giderek ortaya çıkmaya başlar. Özel ola­nın dine ait kılınması ile nesnel olan üstünde serbestçe hareket etme mümkün hale gelir; böylece kişisel ahlâkın ve dinin müdahalesi ön­lenmiş olur. Bu süreç Kutsal’ın alanının mecburî olarak sınırlandı­rılmasını beraberinde getirecektir, çünkü bu özel ve özerk alanların anlam ve tanımlan insan tarafından yapılmaktadır. Buradan itiba­ren artık din, varlığa bir anlam kazandıran, onu kuşatıp “vareden” olmaktan çıkarak, bu varlık içinde yer alan ve kendine has anlam taşıyan bir “değer”e dönüşür.

İnceleyin:  Sanat Lâdinî Bir Din mi?

Monolitik yapının yolunun tarih içinde en somut şekilde par­çalanmış örneğini Hıristiyanlıkta tanıdığımızı söyleyebiliriz. Bu da karşımıza tarihte farklı formlarda da kendisini gösterdiği İsa ve Kayser’e ait kılman alanlardır. Bu durum siyasal toplum-sivil toplum, özel alan-kamusal alan olarak farklı söylemlerde günümüze kadar uzanmaktadır. Modern Batı için bireysel özgürlük İsa ve Kayser’in [siyasal-sivil toplum] alanlarının ayrışması ve tanımlanması ile var olmuştur. Kendi tarihsel tecrübesi içinde bu iki alan olmadan öz­gürlük tanımı yapamadığı gibi, “iki-alan”ı kendi bünyesinde taşıma­yan dünya görüşlerini de kendisine bakarak total/totaliter olarak ta­nımlanırken, çoğulcu bir toplumun yakın tarihte olduğu gibi totaliter meyveler verebileceğini görmezlikten gelir. İki-alan ile varoluş ger­çekliğinin modern dünyasında nihaî süreçte insanoğlunun bir kim­lik olarak iki tercihi olduğunu söyleyebiliriz.

Dinin önerdiği -kutsal tabanlı- kimlik

Kutsalın monolitik düzleminde kendi içinde bu dünyayı aşar. Yerine getirilen bütün roller aşkın bir ilkeye, İlahî ve kutsal olana atıfta bulunarak kendisini tanımlar ve bu dünya ile sınırlanamaz. Bu dünyadaki her faaliyeti ahiret’in kazananında belirleyici olarak dü­şünül’. Bu kimlik kutsal/ilahî olanda anlam arayışı içinde olduğun­dan erekseldir ve öbür dünyada da [ahiret] kullanılacağına inanır. Varlıkla ilişkisi yaratılmışlar olarak aynı ontolojik düzlemdedir ve adalet ilkesi geçerlidir.

Modernliğin önerdiği -seldiler tabanlı- kimlik

Tüm roller sonuçta seküler tabanda anlamım bulur ve bu dün­yayı aşamaz; aşmamak üzere var edilmiştir. Önceliği fiziksel olana verir; dolayısı ile varlıkla, fiziksel ilişki olarak eylemlerini tanımlar; varlığı bu düzlemde değerlendirirken aynı zamanda kendi kimlik al­gılayışına koşut bir şekilde, varlığı da fizik varlığı içinde kimliklen- dirir ve tanımlar. Eşitlik/eşitleştirme ilkesi geçerlidir. Bu dünyadaki kazanından önceler ve bunun sonucu olarak da bu kazanmaların ürettiği değerler tarafindan tanımlanır.

Dinin Önerdiği -Kutsal Tabanlı- Kimlik

Din, işe başlarken kendine muhatap aldığı varlığa öncelikle bir ad koyar: İnsan -elif, nun, sin- ünsiyet, yani dost olan, paylaşan; varlık dünyasının yabancısı olmayan, İbn Arabi’ye göre “insan, nef­sinde Allah’ın sureti ile âlemin suretini cem eder.” Vurgulanması gereken bir husus “birey” ile inşam birbirlerinden ayırmak gerekti­ğidir; yaklaşık bir kaç yüzyıldan beri birey “insan-anlamı” üstünde hâkimiyet kurmuş durumdadır. Dinin insana sunduğu kimliğin ev­rensel nitelik taşıması nedeniyle, aynı zamanda insana kaynağı farklı olan bir yorumlama bilgisi imkânı sunar. İnsan bu yorumla kendi­sine bir konum kazanır ve -esas yurdu cennet olduğundan- bu dün­yaya duyduğu yabancılığı üstünden atarak, mekânı ve şartları aşan -iman etme “eylemi” sonucu kazanıldığından- kesinliğinden kuşku duymadığı bir kimlik elde eder. Varlık dünyası ile yaratılmış olma bağlamında da aynı ontolojik düzlemi paylaştığından varlık dünyası,kendi adı ve kimliği arasında mutlak bir uyuma ulaşır. Evrende ken­disinin konumlanmasını sağlayan bu kimlik, aynı zamanda bu insa­nın kim olduğunu, nereden geldiğini, nereye gideceğini kozmik ger­çeklik içinde algılanmasını sağlar; Allah’ı bildikçe, bu kimlik sahibi insan başkalarınca “bilinmeye” ihtiyaç duymaz; ölüm, evren tasav­vuru ve hayatın içinde bir “moment” olarak algılanır.

Bu kimlik sahibi insana göre, dünya insan için yaratılmıştır. Var­lık dünyasındaki bütün mevcutlar İlahî bir kaderin elinde olup ve bü­yük bir amaç yüklenmişlerdir; her şey hayat sahibi varlıklar olup yaradanı teşbih etmekte; bütün bu varlık hiyerarşisi içinde bir statüye sahip ve diğerine ulaşan halkalardır, insan ise bu varlık zincirinin hem “en şerefli” hem de “en aşağı” halkasındadır. Bu kimlik sahibi insan evrendeki tüm olayları canlı ve anlam dolu dünyada İlâhî bir amaç ve bağlam içinde yorumlar. Dolayısı ile diğer kimlikten farklı olan bir gerçeklik tanımına ve bilgisine ulaşır.

Olayların anlam dolu dünyasında yaşayan mü’min, sahip ol­duğu kimliği tarafından farklı bir toplumsal ilişkiye davet edilir. Bu ilişkinin sonucu kutsal olanın hayat alanından kovulması demektir, insan bunu yaparken peygamberin -yapıp etme biçimini- sünnetini alarak “ümmet kültürü”nün [bir ümmet kültürü olarak sünnetin] yeniden üretimi ve aynı zamanda da kimliğin ifade edilişi olarak te­zahür eder. Din’in verdiği kimlik dışındaki tüm kimlikler özellikle modernliğin sunduğu alt kimlikler; mesleki, ulusal-eğitim yolu ile yeniden üretilirken dinin sunduğu kimlikle ibadet ile yeniden üre­tilme söz konusudur; çünkü dine göre kimliğin üretimiyle ibadet bir ve aynı şeylerdir.

Modernliğin Önerdiği -Seküler Tabanlı- Kimlik

Kutsalın monolitik düzleminin Hıristiyanlığından tarihî tecrü­besi sonucunda meydana gelen ikiye bölük yapışım sayısız parça­lara bölmek üzere ortaya çıkan ve on yedinci yüzyıldan itibaren şe­killenmeye başlayan modern kimlik, karanlık olarak tanımladığı bir dünyaya karşı güçlü bir başkaldırının sonucu oluşmaya başlar. Bu, aynı zamanda gözlenmesi mümkün olan fizik [görünen] dünyada yer alırken, müşahadesi mümkün olmayan bir “dünyaya” [gayb] mey­dan okuyan yeni bir kimliğin doğuşu demekti. Dini kimliğin gördük­lerini bir bakıma tersten okuyan modern kimlik, Tanrı’nın tartışıla­bilir bir hipoteze ve insanın aklı ile mükemmelleşebileceğine geçiş sayılır. Şimdi kutsal kitap “insana gönderilen ve vahiyle ilişkili ola­rak değil, insanın Tanrı’ya ilişkin arayışının sonucu geliştirilmiş bil­giler” olarak kabul görür. Tarihi yapan ve her şeyin Onun ellerinde bulunduğu bir Tanrı’dan, kendisini ve geleceği yeniden kurmak is­teyen bağımsız özneye geçiş aynı zamanda yeni bir kimlikle karşı­laşma sayılır. Dolayısı ile sadece on sekizinci yüzyıl kendisini aklın çağı olarak görmez, aynı zamanda modern kimliğin inşam da ken­disini akim mahsulü olarak görür.

Şüphe yok ki modern kimliğin kumcu öğesi ve onun altında yatan anlamın kaynağında modern bilginin kendisi bulunmaktadır. Dolayısı ile bu kimliğin kökleri Newton’cu ya da Einstein’cı teori­lerden kopuk değildir. Teleskopun icadı evrenin merkezinin “yer” olmadığım ve cennetin de göklerde bulunmadığını sağlarken yalnız Hıristiyanlığın evren tasavvurunu yıkmaz, dinin kendisine duyulan güveni de sarsmış olur. Sonsuz sayıdaki bağımsız parçaların bir arada çalışması olarak tasavvur edilen dünyanın mekanik hale getirilmesi ile bu dünyaya ilişkin “kesin” bilgiyi üretmek kolaylaşır. Bundan do­layı modern bilginin ürettiği her kuram bu kimliğin insanım yakın­dan ilgilendirir; çünkü kendisi ile beraber varlığa da bir konum ve anlam biçmesi bu bilginin sunduğu değerlere göre olmaktadır. Öte yandan varlık alanına ilişkin olarak her şeyi açıklama iddiasında bu­lunan modern bilginin doğal hâsılası olarak ortaya çıkan bu sonucu, modern kimlik için değiştirmek mümkün değildir. Din, siyaset ve ahlâk’tan arınmış olduğunu iddia eden bu yeni bilgiye refere ede­rek kendisini ve kendine ilişkin doğrulan oluşturan modern kimlik için, bu değerler ulaşmak istediği hedeflerini kolaylaştırdığı ölçüde meşru, aksi halde bu bilgi ile test edilerek yok sayılır.

İnceleyin:  Kadın ve Huzur” Bir arada mümkün mü?

Modern kimliğin uygun gördüğü insan için “yeryüzündeki ha­yatı mükemmel hale getirmek” bilgi ve insanın çabaları ile müm­kün olabileceğine duyulan inancı belirleyici özellik taşır. Aynı za­manda bu faaliyette bulunan insanın da mükemmelleşeceği ön kabulünü taşımaktadır. Diğer yandan bu kimlikle beraber bir ka­rarsızlık, yalnızlık, çekingenlik hali ortaya çıkarak ona arkadaş ola­caktır. Dinin ona biçtiği, sınırlandırdığı, tanımladığı limitlerinin [hududullah] yeni kimlikle anlamsızlaşması sebebi ile şimdi gücüne ilişkin limitleri yeniden belirleme ve tanımlama durumundaki bu kimlik, Peter Berger’in tanımı ile tedirgin bir Promethe’ye benze­mektedir. “Emanetin” reddi sayılabilecek bu “metamorfoz” mo­dern kimliğin insanını birçoğundan biri haline getirir. Limitlerini kaybetmiş bu varlığın ne kendisine ne de dışındaki varlık dünya­sına ne yapacağını kestirmek mümkün değildir. Bütün değerleri dini, siyaseti, sanatı, aileyi, işi, kârı, zararı, tarihi, gerçeği, mahrem olanı hatta zekâyı bile yeniden tanımlayıp, mevcut hayatta kendi­sinin gerektirdiği gerçekliğe böylece uygun hale dönüştürmüş olur. Sonuçta bu kimlik ile birlikte insan, şimdiye kadar tecrübe etme­diği, yaşayarak bilgisine ulaşamadığı “farklı bir güç duygusu” edi­nir.

Her şeyi arzularına göre kendi tasavvurunda oluşturması, an­lamlandırması, bu doğrultuda kullanması, yeniden inşa etmesi ve entelektüel cesareti onun Promethe ruhunun sağladığı enerji ile olur. Bu ruh olmasaydı dünya üzerinde insan mucizelere, tabiatı kendisine boyun eğdirmeye, insanı tüm engelleyici bağlardan/değerlerden koparıp özgür kılmak için toplumu buna göre yeniden inşaya girişmeyecekti. Bu durum onu aynı zamanda dünyayı da değiştireceğine inandırır. Kendisini, hayatmı ve toplumsal ilişkile­rinin tümünü değiştiren bu kimlik sahibi dünyayı neden değiştire­meyecekti ki! Parçalanmış bir bilinç yapısı ile bu kimlik bir yandan “karamsarlık, ümitsizlik diğer yandan ise teknolojiye ilişkin ümit dolu beklenti arasında sürekli bir gerilim yaşar.” Kimliğin düalist özelliği, onu taşıyan insanın oluşturduğu toplumsal yapı ile uyuşsa bile varlık dünyasının aşkın gerçekleri ve boyutu ile çatışmaya sürüklemektedir. Bundan dolayı “şimdi” ile sorunu olmasa bile “geçmiş” ve “gelecek” onu tedirgin etmektedir.

Modern kimlik yeni [şimdi için] ve gelecek adına her şeyi ve özellikle de geçmişi mahkûm ederek hem kendisini var kılıp meş­rulaştırdı; hem de bu “geleceği” dünya ile sınırlayan yeni bir zaman kavrayışı ile yeniden anlamlandırmış oldu. Dolayısı ile her şeyi “şim­diye indirgeyerek” tanımladığı için şimdiyi sürekli kılmak, ancak “önce”den sürekli farklı olmakla mümkün hale geleceğinden bu da ancak farklılığın sürekli üretimi ile mümkün olur. Bunun ise bir par­çalanma olarak kendisini ifade etmekten başka kullanabileceği her­hangi bir formu yoktur. Böyle bir “hal” ise var-oluşun sürekli bir ek­sik oluş olarak kendisini ifade etmesi şeklinde ortaya çıkar. Sürekli bir eksik oluşun ilerleme düşüncesi ile aşılmasının söz konusu ola­cağı kabul edildiğinden; kimliğin ilerlemeye duyduğu derin inanç, sadece buna inanan inşam değil aynı zamanda onun kimliğini de sürekli bir belirsizlik içinde bir kemal arayışı hali olarak, tutacaktır.

Bu kimliğin öncelediği hedef elbette kusursuz bir toplum’a ulaşma halidir; dolayısı ile kimlik böyle bir “asude”liğe ulaşmadan tanım­lanması zor bir olgu olarak sürekli kimliğin aynı alanı aynı zamanda onu taşıyanın dünyayı/varlık alanım yorumladığı değerlerin veya bu yorumun sınırlan ile örtüşme halinin ötesine ulaşamaz. Özellikle de­ğerlerin, varlığın yorumlanmasında kurulacak sembolik insanın ça­tışım oluşturmadaki imkânları ve kapsamı belirleyicidir. Yani varlı­ğın yorumuna içkin olarak kurulan sembolik inşanın sınırlan aynı zamanda kimliğin kendisini aşamaz. Dolayısı ile birey kendisini bi­rey yapan değerleri nasıl kendi içinde sınırlandırıp tanımlıyorsa mo­dern kimlik de varlık yorumunda dünyayı aşamaz; bu ise onun fizikî varlıklar dünyasına kendisini hapsetmesi anlamına gelecektir. Dolayısı ile modern kimlik, mevcudu her defasında yeniden yorumlayan modern bilginin ortaya koyduğu ve sürekli değişim gösteren gerçek­liğe bir karşı koyma “kişiliğinden” çok gereken değişik rolleri üst­lenebilen edilgen bir var-oluştur. Bu, insanın, fıtratına rağmen sür­dürülen çelişkili bir kimliktir.

Modern kimliğin oluşturduğu hayatın karmaşık aygıtını/bütün- lüğünü, -geçmiş veya gelecekte- modern olmayan herhangi bir in­san ve topluluğun kavrayabileceği veya yaşayabileceği şüphelidir. Yine aynı şekilde, modern kimliğin inşam için de, onun modern ol­mayan bir toplumda hayatını sürdürmesinin oldukça zor olduğunu söylemek mümkün.

Genelde ikinci Dünya Savaşı’ndan özelde 1960’lardan itibaren modern kimliğe olan inançları sarsılmış yorgun Prometheler sokakları Hippi kıyafetleri içinde doldurmaya başlar. Yine müzik toplulukları Victoria döneminde oluşmuş rasyonalist/pozitivist değerlere karşı çı­karken, “üçüncü dünyanın” genç kuşaklarınca “geleneği” eleştirme olarak algılanır. Bu barışçıl süreç; 1968’in sıcak Mayıs’ında, öfkeli yumruklarla Batı kentlerinde sol’un farklı yorumlan içinde anlam ararken mevcut dünyanın rasyonalist/pozitivist değerlerine “biz dü­şüncenin Vietkonglarıyız” diyerek karşı çıkarken mücadele de yeni bir safhaya dökülür. Diğer “dünyanın” genç kuşakları ise aynı ide­olojilerle rasyonalist/pozitivist bir toplumu kurmanın kahredici tec­rübesini yaşamak zorunda kalır. Dinin anlam dünyasını terk eden ve kendisinin belirlediği özgürlük ve kurtuluşu bulmak için Newton ile Madonna arasında sıkışıp kalmış bu kimlik kendisini, şimdilerde mekanik bir anlam dünyasında TV ile yeniden üretme mücadelesi içinde seyretmektedir.

Müslüman “aydının” moderniteye karşı takındığı “duruşu”, zihinde kutsalın monolitik düzleminin kırılmalara uğramasını do­ğurur. Buradan itibaren “aydın” yeni bir “kazanım” olarak Müs­lüman dünyada sahneye çıkarken, aynı zamanda muhalif bir güce karşı oluşturulacak İslâmî mücadeleyi de belirlemiş olur. O -tüm iyi niyetiyle- moderniteye karşı oluşturduğu cevap ile varlık dünyasını “iki-alan”a bölerken aynı zamanda da kendi kimliğini korumuş olur. Bu ayırımın doğal bir sonucu olarak “manevî” alan içinde dindar bir Müslüman, şeriatı artık rasyonel/pozitivist bir şekilde algılama ve yorumlama eğilimindedir. Bu bağlamda 1968’in kuşağı nasıl sol ta­banlı rasyonel bir dünya/toplum kurma arzusu ve anlam arayışında bulundu ise şimdi aynı anlam arayışının Müslüman aydınlarca Kur’an tabanlı rasyonel bir dünya/toplumda bulunabileceğine inanılmakta­dır. Bu ise kalkış noktalan farklı olsa bile aynı araçlarla aynı hedefe varmak anlamına gelecektir.

Müslüman “aydın” “manevî” olarak tanımladığı alanda müm­kün olan en güzel ahlâkî davranıştan sergilerken, “maddi” alanda ise bir ahlâkîlikten çok modern/bilimsel bilginin yasalarının söz ko­nusu ve geçerli olduğunu varsayar. Dikkat çeken nokta maddî alana ilişkin tüm faaliyetlerde -fizikî [görünür] dünya ile ilişkili olduğun­dan- ahlâk olgusunun bu alan için, söz konusu edilmediği, bunun yerine sahip olunan bilimsel bilginin “öngörüleri/yasalarının geçerli olması gerektiği kabulüdür. Buna rağmen bütün varlık âleminin bir canlı olarak Allah’ı teşbih ettiğini söylemesi gözden kaçan bir çelişki olur. Bu “iki-alan” ayırımım başarılı şekilde “kurmuş” olan aydınla­rın -özellikle mühendislerin- zihinsel açıdan rahat ve rollerinde/mes- leklerinde “başarılı” oldukları görülür. Dolayısı ile bu Müslüman’ın modernite tarafindan bölünmüş dünyasında belirleyiciliğin “akıl” ta­rafindan yapıldığı İslamcı kimlik ise çoğu zaman bunu gizleyen bir olgu olarak var olmuştur. Hayat alanının -dinin/siyasetin- parça­lanma süreçleri “kemale” ulaştıkça, Müslümanlar da -kanaatimize göre- bireyleşme süreçlerini olgunlaştırmış olacaklardır. Bu ise -gö­rünen o ki- Promethe’nin bu kez Müslüman kılığında geri dönüşün­den başka bir şey olmayacaktır.

1 Kalem ve Onur Dergisi, Sayı; 10, Kış 1996

Abdurrahman Arslan – Yeni Bir Anlam Arayışı,syf:185-196

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir