Şeyh Es’ad efendinin Mektubatını okurken rastladığım bir cümle beni hem şaşırttı, hem de içimin bir köşesinde eskiden beri kendini bulmasına çalıştığım bir duygumu tazeledi. Esad efendi, bir Hadis-i Şerifin izahı sırasında mû’min-i kâmil için şunu yazıyor: “Bâtıldan gâfıl, Hak ile şâgil bir mü’min-i âkil.” Beni, olgun mü’mi- nin açıklanması noktasından değil, insanın mâsumluğu noktasından, mâsum insanın durumu noktasından ilgilendirdi bu cümle. Başlangıcını tayin edemediğim bir zamandan beri içimde yatan duygu buydu. Ne olabilirdi, neydi bu duygu?. Bâtıldan gâfil olmaktı. Mâsumluktu. Şeytanla tanışmaktan uzak olmaktı. İçi, şeytanla bir an bile tanışmayı istemeyen insanın duyarlığını, beşerî ilişkilerin donduruculuğuna, sertliğine karşı savunmaktı.
Bedenimiz nasıl bir uzvunun özelliğinin korunmasını diğerlerinin tümden ezilmesi, yıpranması pahasına yapıyorsa, yani her şeyin ezilmesine az çok izin verirken beynin ve kalbin zedelenmesine karşı koyuyorsa zihni faaliyetin yıpratıcılığı da bir özün masumluğunun korunması pahasınadır. Çocukluktan gelen duyarlığın yaradılıştaki saflığının bütün ömre uzaması, yaşamayı en karışık ve içinden çıkılmaz zamanlarda bile aydınlatması pahasınadır. Her şey dışanda çarpışacak, gerekirse birbirini ezecekti, şeklini değiştirecekti ama içerdekinin zedelenmemesi için yapacaktı bunu içerdeki, yaradılıştan geldiği, fıtratta olduğu için olaylara ışık tutmasında güven verici bir kendindelik taşımaktadır. Dışandaki her düşünce, bir özün kılı kıpırdamasın diye kendisini yok edecek çarpışmalara girişecekti. Çarpışan düşüncenin yaşama gereği de buydu, ödevi de. Düşündüm ki Âdemoğlunun, taşıdığı, birbiriyle çarpıştırdığı fikirler belki de en karışık zamanlarda bile İlâhi olan özün zedelenmemesi için birer siperdir. Müminlerdeki ihtilâfın rahmet oluşunun bildirilmesindeki hikmetlerden biri belki de budur. İnsan aklının yorumlan değişebilir, birbirini yiyecek derecede farklılaşabilir. Ama bu farklılaşma ve birbirine sürekli saldırma sonunda kazanır ve kaybeder gibi görünen iki taraf varken her ikisinin de ödevi, doğuştan gelen İlâhi özün korunmasıdır.
Zaman zaman iki tarafın da gayesinin bu olduğu açıkça görüldüğü gibi (her zıttın iyilik üzere olduğunu söylemesi) iki tarafın da gayesinin ya da yaptığı işin sonuçta buraya vardığını bilmediği görülmektedir. Yani Ademoğlu aklım kullanmakta en usu olduğu zamanlarda bile yapıp etmelerinin sebebini ve sonucunu unuubilmektedir. Her şey değişmiştir. Değişebilmektedir. İnsan aklının kutuplarındaki çarpışma yine aklın verilerini değiştirebilmektedir. Yorumlan değiştirebilmektedir. Bu değişmelerin bir özellik oluşu, aklen kabul edilebilir oluşu, Vahyin değişmezliğinin de bir tasdiki sayılmalı. Yeter ki Vahiy, Vahiy olarak bilinsin. Kelâm-ı Kadim’in özel bir koruyuşla korunduğuna dair elimizde, kendisinden kaynaklanan kesin delil vardır. Allah Teâlâ bunu açıkça bildirmiştir. Hazret-i Âdemden başlayarak bütün peygamberlere gelen vahyin esası aynı olduğu halde ve dinin tamamlanmış olduğunun en kesin belgesini açıklayan Yüce kitabın, özel bir koruyuşla korunacağına dair nas bulunduğu halde, vahyin değişmezliği için aynca söz söylemeye gerek var mı? Bir Müslüman için bu belge yeter ve aynca söz gerekmez elbet. Madem ki din yaradılışta vardır o halde, Vahiy özü insanın saflığında ve masumluğunda gizlidir. Bu masumluk korundukça insan da ebedî korunacak olanla birlikte korunmuş olacaktır. Akıl alanındaki fikrî çarpışmalar ise bu koruyuşun maddî hayattaki tezahürü sayılabilir. Yani fikirler çarpışacaktır, insan özünde gizli olan doygunluk böylece korunacaktır.
Bârikâ-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar” sözü, birbiriyle vuruşan düşüncelerin, mutlaka hakikati içinde taşıyacağı ve vuruşma kavramına ters olarak, sonunda hakikatin kesinkes ortaya çıkacağı biçiminde yorumlana gelmiştir. Namık Kemal’in söyleyiş tarzına bakılınca ve mesele hep felsefi tartışmalar cihetinden ele alınınca O’nun da bu sözü aynı anlamda (yorumlandığı anlamda) söylediği muhakkaktır; Bu sözü yukarıdaki açıklamaların ışığı altında düşünürsek fikirlerin çarpışmasının, onların belki içinde belki dışında olan hakikati korumak ödevinde olduğunu söyleyeceğiz. Söz, akim birkaç biçimdeki tezahürünün birbiriyle uzlaşmasına gitmek noktasında doğrudur ama mutlak anlamda doğru değildir. Yani her “müsâdeme-i efkâr” hakikati onaya çıkarmayabilir. Diyeceğiz ki bu birbiriyle vuruşma, hakikatin “olduğu yerde” korunmasına yardım eder. Ya açıkça hakikati korumak için çarpışır bu fikirler ya da çarpışmanın şiddeti onları hakikatten uzaklaştırır. Hakikat unutulursa da o olduğu yerde saflığım korur. Çarpışmalar hakikati bulduracak- sa onu saflığı ile bulsun; bu çatışmadan, vuruşmadan ezilmemiş olarak çıksın diye. “Asıl azmaz bal kokmaz” derler. Azıtanlar ortalığı sarmışsa aslolan bu azgınlığın dışındadır. Asıl, azgınlara kanşma- dan, kendi saflığını ve özünü koruyarak beklemektedir. Bekleyecektir. Tâ ki azıtanlar ortalıktan çekilsin; asıl olma özelliği ile yerini bulsun. Yoksa aslolan, özelliğini kaybetmek pahasına ortaya anlamaz. Gelirse özelliği ile gelir. Kendi kendisi olarak gelir. Ameliyatı gerektiren beyin, özelliğini kaybetmek pahasına kafatasından dışan çıkarılamaz. Her çalışma, her koruyucu uzuv, o özelliğini korusun diye- dir. Özelliği ile kalsın (fiyedir. Vücutta hiçbir onarım düşünülemez ki beyin özelliğini yitirmesi pahasına yapılacak olsun.
Şeytanın başlı başma görünen bir varlık olmayıp, hileleriyle, hep olaylara karışma eğilimi göstermesi de böylece insanın mâ- sumluğu ve saflığının yerinde kalmasına, gerektiğinde olayların dışında kalmasına ve olayların dışında aranması gerektiğine bir işarettir. Şeytan bize, zihninde yerleşen, ivazsız-olaysız onu besleyebilen bir yaratık olarak gösterilmemiştir. Yani şeytan böyle değildir. Şeytan tek başma bir gönlü doldurmaya ve doyurmaya yetmez.
Onun gücü sınırsız değildir. Ancak olaylarda tezahür etme özelliğidir ki şeytanın neler yapıp edebileceğini az çok kestirme imkânı verir bize. Şeytanın içinde bulunduğu ve bulunmadığı bunca tartışma, hınkı, gürültü belki de Habil’in masumluğunun savunulması gereğinden, onun masumluğunun ebediyete kadar korunması isteğinin içgüdümüzde yer almış olmasından gelmektedir. Kabil’deki taşkınlığı bir dâva halinde kıyamete dek taşıma içgüdüsünden değil. Şeytanın tek başına kalbi dolduramaması, kalbin ivazsız-olaysız varoluş sebebi olmaması insanın özünde suçlu olamayacağını, onun masumlukla, saflıkla kurulu olduğunu gösterir. Şeytan ilk nüfuz eden değildir. Değil mi ki her Âdemoğlu Hak din içinde yaratılmaktadır. Hatta her varlık Hak din içinde yaratılmış, varolmuştur. Mizaç farklılıkları, hissi çatışmalar bile, bilgilerden gelen birbirine yüklenmeler bile, bir ruh olarak, bir psikolojik hâl olarak masumluğun korunması ile ödevlidir sanki. Zira mâsum öz mizaca göre değil herkese göredir. Duygusal çekişmeler de fikri çatışmalar gibi böylece mâsum Özü yerinde korumakla görevlidir. Çekişmeler bittiğinde meydan saf duyarlığa kalacaktır. “Dünyanın bütün bilgilerini bir çocuğun gözyaşlarına değişmem” diyen Dostoyevski mâsumluğun savunmasını yapmıştır. Tabiatın korunmaya değer özüne en lâyık masumluk kavramına, bir kişi olarak ulaştığı iddia edilmezse de, romancı bu sözü ile mücerret masumluğu savunmuş, doğrudan doğruya onun tarafını tutmuştur. Hücum ettiği ise, bilginin kendisi değil, şeytandır. Şeytanın olaylar ve bilgiler içinde gelip masumluğu yıkmasıdır. Çocuk gözyaşlarında sembollenen masumluğa darbe vurmasıdır. Bu sözü ile Dostoyevski masumluğu korumuş, şeytanı ise yadsımıştır. Hatta şeytanı ince ve duygusal planda taşlamıştır.
İnsan şeytanla çarpışıyorsa özünü korumak için çarpışıyor. Sırf olaylarda, şeytanı yenmiş olmanm sevincini duymak için değil, özü ile şeytanı doğrudan karşı karşıya getirmemek için yapıyor bunu. Rahmanı olan, şeytanla karşılaşmak için tenezzül etmesin diye insan bu tenezzülü yükleniyor. Oysa insanın da özü gibi kendini şeytandan, batıldan koruması gerekir. Bâtılla kanşmaması, masum özüyle kaynaşması gerekir. İnsan kendi özüyle hemhal oldukça hem masumluğunu hem kendisini şeytanla karşılaştırmayacaktır. Şeytanın bulandırmasından uzak kalacaktır.
Goethe, “Faust”unda “İyi bir insanın karanlıklar içinde bocalarken bile doğru yolu müdrik bulunduğunu” şeytana hitaben söyler. “Ve bunu teslim etmek zorunda kalırsan, utan!” der. Demek ister ki: “Ey şeytan! Senin düzenbazlıkların içinde yolunu yordamını şaşırsa bile, iyi bir insan, doğru yolu, hiç değilse nerede olduğunu ve senin ne olduğunu düşünme gücünü yitirmeyecektir. Ve sen sonunda bunu anlayacaksın”. Şeytanın ebedî lânetli olduğunu içinde duyan bir kalb, bir Müslüman kalbi onunla karşılaşmayı arzu eder mi? Olaylar çağırsa da ve insanda bu çağrıya uymak isteyen bir ses olsa da gönül buna razı olur mu? Lânetli olanla karşılaşmak istenir mi? Kimileri dedi ki: “Şeytanın hilelerini bilmek gerekir. Onu tanımak gerekir (Doğru). Künhünü anlamak için olaylara girmek gerekir. Onunla savaşabilmek için.” Bunların birçoğu burada kalmadı. İleri gitti. “Hatta onunla yaşamak gerekir, hayatta tanışmak gerekir” diyenler oldu. “İnsan her şeyi yapmalı” gibi bir özürle şeytanın tuzağında geçen zamanlarını bile savunur oldular.
Bunlar, “şimdi her şeyden sıyrılmış, tertemiz” olduklarını iddia ederken, tuhaf bir biçimde tertemiz olmadıkları anlan bile hayatın onsuz olmaz bir parçasıymış gibi gösterdiler. Anlaşılan bunların “bâtıldan gâfil” olmaya niyetleri yoktu. Şeytandan büsbütün uzak geçecek bir ömrü bunların aklı almıyordu. Hatta böyle bir ömrü eksik buluyorlardı. Onlara göre insan kısa süreyle de olsa şeytanın pasaportuna vize vermeliydi. Bunlar mâsumluğu biçarelik sanıyorlardı. Zavallılık olarak görüyorlardı. Hayatın baştanbaşa mâsum olabileceği düşünülebilecek bir durum değildi. Oysa hayat kuruluşta mâsumdu. Suçsuzdu. Saftı. Oysa insan, şeytanla ülfet etmiş olmak şöyle dursun, onun en ufak şoku ile karşılaşmamış mâsumiyet anıdan görmek istiyor, insan, “işte dostlanmız bunlardır” diye düşünüyor. Biz hepimiz, tüm duygululuğumuz üzerine yürüyüp, kalbimizi nasır bağlamış gibi hissederek savaşa girsek bile insan istiyor ki, bu nasır bağlamış kalb- ler mâsumiyet anıtı kalblere siper olsun. Nasıl ki hücum eden yönümüz, mâsumluğu korumak için yapar bunu. Onlar korunsun.
Olayların kendisi çatışsın, mâsumluk korunsun. Şeytandan ve bâtıldan gafil oluş korunsun. Acaba Şeytanı tanımayan, ona karşı olma arzusundan ve gücünden de yoksun mu olacaktır? Asla! Zira “Hak ile iştigâl” etmek insana öyle peklik verir ki; ya artık şeytanın varlığını duymaz, her hücumuna rağmen duymaz ya da en tabiî korunma içgüdüsü içimizde taşırız. Yukarda sözü geçen şeytanı tanımış olma iddiaları niyet açısından yanlıştır. Yanlışlık, kanıksamada ortaya çıkar. Tanımamak, varlığından habersiz davranmak şeklinde belirir. Şeytanın varlığını her olayda hissetmek -ve pasif kalmak-, ona alışmak gibi oluyor. Yaptığına göz yummak, şeytana karşı yanlış bir bağışıklık kazanmak gibi olduğu da oluyor. Yanlış bir bağışıklık, çünkü: Onun yaptığı ile ilgilenmemek gibi bir bağışıklık yanlıştır. Hep yaptığına, ettiğine rağmen ondan etkilenmemek, kalbi “Hak ile iştigâf’den alıkoymamak anlamında iyi bir bağışıklıksa ancak Hak ile meşgul olmaktan elde edilir. Şeytanla uğraşırken, şeytanın hilesi insanı kendisi ile iştigale çekebilir. Onu yenmek için ise böyle bir ilişki ile masumluğu tehdit etmeğe gerek yoktur. Tek başına Hak ile iştigâl, bu savaşa yetecektir. Şeytanla çarpışmamız, içimizdeki masumiyeti çocukluktaki saflığı ile hayata uzatmak içindir.
İslâm tarihindeki gönül erleri genel olarak suça karşı dikilmiş mâsumiyet anıdan olarak görünmektedir, bize. Onların saf kalbleri yalnız Allah’a açılmıştır. Gönülleri öyle kendiliğinden bir anıttır ki ne şeytan işleyebilir, ne şeytammsılar ne de bunların oyunlan. Biz- lerin de ödevi bir mevhibe olan gönlümüzü, şeytanın olaylara karışarak gelmesinden uzak tutmak, ıvazsız-olaysız, gönlü dolabilecek, kurulabilecek, nihayet insan özünü kavrayabilecek masumiyeti ile, bozulmamış özelliği ile korumaktır. Onu tek başına doldurabilecek olana daima açık bulundurmak, önüne çıkıp yolunu tıkayan şeytanî engelleri kaldırmaktır ödevimiz. Bozuluşa ve tahrif oluşa karşı mâsumluğu savunmaktır.
Ebubekir Eroğlu – Yenileme Bilinci,syf:90-95
0 Yorumlar