Kur’ân’da ve Tefsirlerde Ehl-i Kitap ve Fetret Ehli
Paylaş:

kuran-neden-tefsir-edilir-300x244 Kur’ân'da ve Tefsirlerde Ehl-i Kitap ve Fetret Ehli

Mâtürîdî & İbnü’l-Cevzî &Kiyâ el-Herrâsî & Fahreddin er-Râzî & Bikâ’î & Bursevî & Âlûsî

Kur’ân’da ve Tefsirlerde Ehl-i Kitap ve Fetret Ehli

çev. Muhammed Coşkun

Hak dinin hangisi olduğu, âhirette kimlerin kurtuluşa ereceği, Hz. Muham– med’e iman etmenin kurtuluş için gerekli/zorunlu olup olmadığı gibi temalar, nüzûl koşullan çerçevesinde Kur’ân açısından anlamlı ya da tartışmaya açık temalar olarak görünmemektedir. Çünkü yeni bir dinin inşa edildiği bir aşa­mada muhataplara başka kurtuluş seçeneklerinden söz etmek ya da bu me- yanda teorik bir tartışmaya girmek olası değildir. Bu kapsamda Kur’ân açısın­dan özellikle Allah’ın birliği (tevhid) ve Hz. Muhammed’in peygamberliğinin kabulü, dinin aslî iki unsuru olup Müslüman olmanın belirleyici nitelikleridir. Bunların kabul edilmediği bir inanç sisteminin Kur’ân tarafından meşru görül­mesi, özellikle nüzûl sürecinde, Hz. Muhammed’in bütün davet ve inşa çaba­sını çelişkili hale getirirdi. Bu nedenle İslam dışı inanç sistemlerinin doğruluk iddiaları, kurtuluş meselesi ve buna bağlı olarak gelişen tartışmalar doğrudan Kur’ân üzerinden değil, İslam kültürünün ilerleyen dönemlerinde Kur’ân etra­fında gelişen tefsir literatürü üzerinden takip edilebilir. Öte yandan hak dinin yani İslam’ın mesajını duymamış insanların da kurtuluşa erebileceği düşünce­si Kur’ân metninde açıkça ifade edilmeyen, ancak tefsir literatüründe dolaylı yoldan ele alınan bir temadır. Dolayısıyla bu bölümde Hz. Muhammed’in pey­gamberliğine inanmayanların ve fetret ehlinin durumu iki ana başlık altında ele alınacaktır. Çağdaş tefsirlerde konu çok sayıda Kur’ân âyeti çerçevesinde tartışılıyor olsa da klasik dönemde bu tartışmalar daha sınırlı âyetler etrafın­da cereyan etmekte ve kimi zaman içerik tekrarı söz konusu olmaktadır. Bu nedenle burada literatürdeki diğer âyetler çerçevesinde yapılan yorumlan da temsil edici olduğu dikkate alınarak, Hz. Muhammed’in peygamberliğine inan­manın zorunluluğu meselesi Bakara 2:62, fetret ehlinin durumu ise îsrâ 17:15 ve Câsiye 45:31 ile sınırlı tutulmuş, konu yalnızca bu âyetler çerçevesinde ele alınmıştır. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944), Îbnü’l-Cevzî (ö. 597/1201), Kiyâ el-Herrâsî (o. 504/1110) ve Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 606/1210) yanı sıra Burhaneddin el-Bikâ’î (ö. 885/1480), İsmail Hakkı Bursevî (Ö. 1134/1725) ve Şihâbüddin Mahmud el-Âlûsî (Ö. 127’0/1854) gibi daha geç dönemde yaşamış isimlerin tefsirlerinden de belirli pasajlar metne dâhil edilmiştir.

 

A.Hz. Muhammed’in Peygamberliğine İnanmayanların Durumu

 

1.“Şüphe yok ki, iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîler, on­lardan her kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder ve salih amel iş­lerse elbette Rableri katında onların ecirleri vardır, onlara bir korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.” (Bakara 2:62)

1.Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân

Yahudi ve Hıristiyanların bu âyetin zâhirini kendileri için delil olarak kullana­bilecekleri, çünkü onların “Biz Allah’a ve âhirete iman ediyoruz, o halde bizim için de korku ve hüzün yoktur” diyebilecekleri söylenmiştir. Ancak buna birkaç şekilde cevap verilebilir:

i.Allah Teâlâ bu âyette mü’minleri “iman edenler” şeklinde ifade etmiştir ki onların bu imanlarının kapsamına nelerin girdiği] başka bir âyette şöyle ifa­de edilmiştir: “Peygamber, Rabbinden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Mü’minlerin de hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. ‘Biz Allah’ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız, duyduk ve ita­at ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır’ dediler” (Ba­kara 2:285). Oysa Yahudi ve Hıristiyanlar “Kimine inanır kimine inanmayız”(Nisa 4:150) şeklindeki sözleri ile peygamberler arasında aynm yaptıkları gibi Allah’ın gönderdiği kitaplar arasında da aynm yapmışlar, onların kimine ina­nıp kimini inkâr etmişlerdir. Oysa Allah’ın bu âyette zikrettiği kimseler bütün peygamberlere ve kitaplara inanan kimselerdir, imanları böyle olduğu için de onlara herhangi bir korku ve hüzün yoktur.

ii.Ayette Allah Teâlâ’ya iman zikredilmiştir ki bu onun bütün peygamber ve kitaplarına iman etmeyi de kapsar. Ancak Yahudi ve Hıristiy anlar [bu anlamda] hakikatte Allah’a iman etmez, onu tanımazlar.

iii.Âyette “Salih amel işleme” şartı zikredilmiştir ki peygamberlerin bazıla­rını inkâr etmek salih amel değildir.

İşte bütün bu nedenlerle onların bu âyeti delil olarak kullanmaları geçersiz­dir. Doğrusunu Allah bilir.

2.İbnü’l-Cevzî, Zâdul-mesîr fi ilmi’t-tefsir[*]

Bu âyetin muhkem mi yoksa mensûh mu olduğu konusunda iki görüş vardır. Mücâhid ve Dahhâk gibi tâbiin âlimlerinden nakledilen görüşe göre bu âyet muhkemdir, yani neshedilmemiştir ve anlamı da “Yahudi ve Hıristiyanlardan iman edip Müslüman olanlar” şeklindedir. Bir grup müfessirin dile getirdiği ikinci görüşe göre ise bu âyet, “Kim İslam’dan başka bir din ararsa/seçerse bu ondan asla kabul edilmeyecektir” (Âl-i İmrân 3:85) âyeti ile neshedilmıştir.

 

B.Fetret Ehlinin Durumu

 

1.“Biz peygamber göndermedikçe, azap edecek değiliz.” (îsrâ 17:15)

1.Kiyâ el-Herrâsî, Ahkâmü’l-Kur’ân

Bu âyet Ehl-i hakk’ın şeriatın bildirimi gelmeden önce mükellefiyetin gerçekleş­meyeceği, peygamber gönderilmeden önce herhangi bir dinî zorunluluğun (rücübiyet} olmayacağı, insan aklı ile iyi (Hüsn) ve kötünün (kubh) bilinmeyeceği yönündeki görüşüne delil teşkil eder, Ehl-i hakk’ın muhalifleri aklı, yükümlü­lüklerin bilinmesi ve helal-haram, mubah gibi hükümlerin tespiti için bir araç olarak görürler.

Bazıları bu âyeti [Arap] yarımadası halkının İslam’dan haberdar oldukları zaman iman edecekleri, ama geçmişe yönelik bir mükellefiyetleri olmayacağı konusunda delil olarak kullanırlar ki bu doğrudur. Kendisine davet ulaşmamış olan kimse bize göre, aklen, azaba müstahak değildir. Ebû Hanîfe’nin bu konuda farklı bir düşüncesi vardır, ancak onun Mu’tezile’nin görüşlerinden faydalan- maksızın, fakîhlerin düşüncesine uygun ve kendine ait bir dayanağı bulunmak­tadır. Bu sebeple hiç kimse Ebû Hanîfe’nin bu konudaki görüşlerini Mu‘tezi- le’nin ilkelerine dayanarak oluşturduğu yanılgısına kapılmamalıdır. Zira Ebû Hanîfe Mulezile ilkelerinden uzaktır.

2.Fahreddin er-Râzî. Mefâtîhu’l-gayb

Mezhep büyüklerimiz “Nimet verene [yani Yaratıcı’ya] şükretmenin gerekliliği akılla değil, şeriatla sabit olur” demişlerdir. Bunun delili “Biz peygamber gönder­medikçe, azap edecek değiliz” (İsrâ 17:15) âyetidir. Şöyle ki, zorunluluğun [yani yükümlülüğün] mahiyeti ancak terkine karşılık bir ceza söz konusu olduğu za­man yerli yerince tahakkuk eder. Bu âyetin hükmüne göre, şeriat gelmeden ince herhangi bir ceza söz konusu değildir. Öyleyse şeriattan önce zorunluluğun [yani yükümlülüğün] tahakkuk etmesi de söz konusu değildir. Ayrıca mezhep büyük­lerimiz bu âyete ilave olarak şu iki âyet ile de kendi görüşlerini pekiştirmişlerdir: “Peygamberleri müjdeciler ve azap habercileri olarak gönderdik ki, peygamber­lerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın” (Nisâ 4:165); “Eğer biz, onlan bundan (peygamber veya Kur’ân’dan) önce bir azap ile yok etseydik, muhakkak ‘Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de alçak ve rezil ol­madan önce âyetlerine uysaydık, olmaz mıydı?’ diyeceklerdi” (Tâhâ 20:134).

(…) İmdi biz deriz ki, bu âyettin izahı] hakkında iki görüş vardır. İlkine göre âyet zâhiri üzere anlaşılır ve şöyle deriz: Akıl Allah’ın yarattıklarına elçisidir, hatta o öyle bir elçidir ki, eğer mevcut olmasaydı, peygamberlerin hiçbirinin risâleti gerçekleşemezdi. Dolayısıyla akıl aslî elçidir. Dolayısıyla âyetin manası, “Biz akıl elçisini göndermedikçe kimseye azap etmeyiz” şeklinde olur. İkinci görüşe göre âyetin umumî ifadesini tahsis eder ve şöyle deriz: Burada kastedilen an­lam, “Biz ancak şeriat ile bilinebilecek amellerden dolayı hiç kimseye, peygam­ber göndermedikçe azap etmeyiz.” Bu şekilde umumî ifadeyi tahsis etmek her ne kadar âyetin zâhirinden uzaklaşmak olsa da deliller mevcut olduğu zaman bu seçeneğe yönelmek gerekmektedir ki biz daha önce üç delili zikrettik. Kaldı ki eğer aklî yükümlülüğü reddedecek olursak bu durumda şer‘î yükümlülüğü de reddetmemiz gerekir. Doğrusunu Allah bilir.

Bil ki, bizim kabul edip razı olduğumuz görüş şudur: Akıl tek başına, fay­dalı işleri yapıp zararlı olanları terk etme konusunda bizi yükümlü kılmak için sebeptir. Fakat akıl tek başına, herhangi bir şeyin Allah için zorunlu olduğuna  delâlet etmez. Çünkü bizler fayda temin etmeyi ve zarardan kaçınmayı isteme tabiatıyla yaratılmışızdır. Dolayısıyla akıl bize yükümlülük yükleme konusunda tek başına yeterlidir, ama Allah Teâlâ fayda talep etmek ya da zarardan kaçın- i mak gibi şeylerden münezzehtir. Bu yüzden aklın herhangi bir fiilin yapılma­sının ya da terkinin Allah için zorunlu olduğu yargısına varması imkânsızdır.

3.Burhaneddin el-Bikâ‘î, Nazmü’d-dürer fi tenâsübi’l-âyât ve s-süver

[Âyet şu anlama gelmektedir:] Her kime elçinin daveti ulaşır da o kimse elçinin M emrine muhalefet edip ona tâbi olma konusunda büyüklenirse, ona hak ettiği  azabı veririz.

Bu husus Hz. Âdem’in ve ondan sonraki peygamberlerin bütün milletlere gönderilmesi ile tahakkuk etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ’nın “Andolsun ki biz her ümmete, Allah’a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının diye bir peygam­ber gönderdik” (Nahl 16:36) ve “Hiçbir ümmet de yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı geçmiş olmasın” (Fâtır 35:24) âyetlerinde ifade edildiği üzere peygamberlerin daveti yayılmış, bütün bölgeleri kapsamış ve her tarafta tanınır olmuştur. Nite­kim Hz. İsmail’den sonra kendilerine herhangi bir elçi gelmemiş olan Kureyşliler Kur’ân’ı duyduklarında “Biz bunu son dinde işitmedik” (Sâd 38:7) demişlerdir ki H bu sözden onların bunu daha önceki dinde işitmiş oldukları anlaşılır. Dolayısıyla kendisine peygamberlerden herhangi birinin daveti bir şekilde ulaşan, fakat bu daveti araştırıp inceleme konusunda kusurlu davranan kimse kâfirdir ve azaba müstahaktır. Bu konuda sakın fetret ehlinin kurtuluşa ereceğini söyleyen pek çok kimsenin sözüne aldanayım deme! Zira Hz. Peygamber câhiliye devrindeki atalarının cehennemde olduğunu haber vermiştir. Şâfîî mezhep büyüklerinden ve önemli İslam âlimlerinden biri olan Ebû Abdillah el-Huleymî [Hüseyn b. Mu- hammed b. Huleym el-Buhârî] Minhâcü’d-dîn isimli eserinin başında “Kendisine davet ulaşmamış kimse” başlığı altında şöyle der:

İnceleyin:  Başka Ülkelerde Doğan veya Farklı Dinlere Bağlı Olan İnsanların Durumu Ne Olacak?

“Fetret ehlinden aklı başında ve mümeyyiz olan bir kimse düşünüp taşındı­ğı, nazar ettiği halde dinî inanca sahip olmamış ise kâfirdir, çünkü bu kimse Hz. Muhammed’in davetini duymamış olsa da ondan önceki peygamberlerden herhangi birinin davetini illaki duymuş olmalıdır. Çünkü bu peygamberlerin sayıları çoktur, davetleri çok uzun döneme yayılmıştır, onlara inanan da inan- mayıp muhalefet eden de çoktur. Nitekim bir haber, onu tasdik edenin diliyle yaygınlaştığı gibi ona muhalif olanın diliyle de yaygınlaşır. Bu durumda bir insan kendisini Allah’a çağıran bir âyet/delil işitse ve yeterli nazar ve akıl yürütme kapasitesine sahip olduğu halde bu delilin sıhhati üzerine nazar ve akıl yürütme faaliyeti yapmayı terk etse, böyle yapmış olmakla davetten yüz çevirmiş ve kâfir olmuş sayılır. Doğrusunu Allah bilir. Ancak eğer olur da hiçbir peygamberin davetini, hiçbir dinin haberini işitmemiş, âlemde bir ilâ­hın varlığını kabul eden kimseden haberdar olmamış olursa -ki böyle birinin var olacağını sanmıyorum- bu durumda o kişinin hali ihtilaflıdır. Yani sadece akılla iman yükümlüğünü kabul edenlerle nakil olmadan iman yükümlülüğü olmaz diyenler arasında bu durumda olan kimsenin hali ihtilaflıdır.”

Huleymî’nin söylediği bu görüş İmam Şâfiî’den de nakledilmiştir. Zerkeşî Minhâc şerhinin “Diyât” bölümünün sonunda şöyle der: “Şâfiî davetin ulaşma­ması ihtimalinin zorluğuna işaret edip şöyle demiştir: Herhangi bir kimseye da­vetin ulaşmamış olacağım sanmam, belki Mâverâünnehir civarlarında bazı ka­vimler için bu durum söz konusu olabilir.” Demîrî de Şâfîî’nin “kendisine davet ulaşmamış kimse kalmamıştır” dediğini nakleder.

4.Şihâbüddin Mahmud el-Alûsî,

Rûhu’l-Me’ânî fi tefsîri’l-Kur’ni’l-azîm ve’s-sebi’l-mesânî

Bu âyeti delil olarak kullanan sadece Mu‘tezile değildir, aksine Ehl-i sünnet’ten Hanelilerin bir kolu olan Mâtürîdîler ve Semerkant meşâyihinin geneli de âyeti delil olarak kullanırlar. Çünkü onlar her ne kadar Mutezile gibi aklın iyi (hüsn) ve kötüye (kubh) hükmedebileceğim söylemeseler de onun bu iki konuda bilgi kaynağı olduğunu ve Allah Teâlâ’nın aklın bu iki konudaki sahih nazarının aka­binde bilgiyi yaratacağını söylerler. Bu nedenle onlar [şeriat gelmemiş olsa bile] aklın Allah’a iman edip ona tazimde bulunmasını bir yükümlülük olarak görür, çirkin işleri Allah’a nispet etmeyi haram sayarlar. Hatta rivayete göre Ebû Hanî- fe “Allah Teâlâ hiçbir peygamber göndermemiş olsaydı bile insanların onu bilme­leri onların üzerinde bir yükümlülük olurdu” demiştir. Nitekim bu ekolden pek çok âlim aklın Allah’ın insanlar üzerindeki hüccetlerinden biri olduğunu, şeriat gelmeden önce de insanın akıl delili ile Allah’ı bilmekle mükellef olduğunu açıkça ifade etmiştir. Onlar bu konuda Allah Teâlâ’nın Hz. İbrahim’den naklettiği, babasına hitaben Ben senin ve toplumunun apaçık bir sapkınlık içinde olduğunu düşünüyorum” (En‘âm 6:74) sözünü delil olarak gösterirler. Zira burada Hz. İb­rahim “Bana böyle vahyedildi” dememiş, bunun yerine “erâke” (görüyorum, dü­şünüyorum) demiştir. Yine Hz. İbrahim’in yıldızlara bakarak akıl yürütmesi ve onlan kavme karşı Allah’ın birliği konusunda delil olarak kullanması, benzer şe­kilde diğer bütün peygamberlerin toplumlarına karşı aklî deliller ile tartışmaları da bu kapsamdadır. Bunun örneği şu âyetlerde mevcuttur: “Peygamberleri on­lara dediler ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?” (İbrâhîm14:10), “Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa -ki bu hususla ilgili hiçbir delili yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir” (Mü’minûn 23:117). Nitekim bu son âyette “Her kim kendisine vahiy geldikten ya da davet ulaştıktan sonra Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa” denilmemiştir. Yine Hak Teâlâ’nın cehennemliklerden haber veren şu âyeti de bu kapsamda bir delil­dir: “Dediler ki: Eğer dinleseydik veya aklımızı kullansaydık biz şu ateşin halkı içinde olmazdık” (Mülk 67:10). Zira burada cehennemlikler işitmedikleri ve akıl­larım kullanmadıkları için cehennemlik olduklarım bildirmektedir.

Bu konuda onların diğer delilleri şunlardır:

(i) Bu âyetlerde sözü edilen kimseler eğer şeriat gelmeden önce akıllarını kullanacak olsalardı sonlan cehennem olmazdı, (ii) Şer‘î delilleri ancak aklî de- lillendirme ve akıl yürütme ile birlikte delil olurlar, (iii) Davet ulaştıktan sonra bile mucize ancak aklî delil ile bilinebilir, (iv) Âfâk ve enfüsteki [yani kâinat­taki ve insanın kendisindeki] delillerin yaratıcıya delâleti, mucizenin kitabın Allah’tan olduğuna yönelik delâletinden daha kuvvetlidir, (v) Akıl mucizenin ve­receği bilgiyi zaten verebildiğine göre Allah Teâlâ’ya dair bilgiyi de verebilir, (vi) İslam ümmeti bütün kâfirleri İslam’a davet etmekle mükelleftir. Bilindiği gibi Dehrîlere Allah’ın kelâmı ya da peygamberin sözleri ile delil getirmek mümkün değildir, dolayısıyla geriye sadece akıl delil olarak kalmaktadır.

Bu durumda bu görüşte olanlara şöyle denebilir: Eğer insanlar peygamber gönderilmeden önce de Allah’ı bilmek ve ona iman etmekle mükellef iseler o zaman peygamber gönderilmeden önce de Allah’ı inkâr eden kâfirlere azap edil­mesi gerekir, çünkü Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasımn affedilmeyeceği­ni bildirmiştir. Oysa yukarıdaki âyette kendilerine peygamber gönderilmemiş kimselere azap edilmeyeceği ifade edilmektedir. O halde demek ki kendilerine peygamber gönderilmeyen kimselerin Allah’ı bilmek ve ona inanmak gibi bir yükümlülükleri yoktur. Zira sonucun yokluğu sebebin de yokluğunu gösterir.

Fahreddin er-Râzî bu âyeti delil olarak kullanmamn zayıflığına değindikten ve yükümlülüğün aklî temelini ispat ettikten sonra bu âyetin tefsiri ile ilgili iki ihtimal zikreder. İlki âyetteki “elçi” (rasûl) kelimesinin akıl olarak anlaşılması,

İkincisi ise ise âyetin umumî ifadesinin tahsis edilmesi ve kastedilen anlamın Biz ancak şeriat ile bilinebilecek amellerden dolayı hiç kimseye, peygamber göndermedikçe azap etmeyiz” şeklinde olduğunun düşünülmesidir. Ardından Fahreddin er-Râzî şöyle der:

“Bil ki bizim kabul edip razı olduğumuz görüş şudur: Akıl tek başına, faydalı iş­leri yapıp zararlı olanları terk etme konusunda bizi yükümlü kılmak için sebep­tir. Fakat akıl tek başına, herhangi bir şeyin Allah için zorunlu olduğuna delâlet etmez. Çünkü bizler fayda temin etmeyi ve zarardan kaçınmayı isteme tabia­tıyla yaratılmışızdır. Dolayısıyla âkil bize yükümlülük yükleme konusunda tek başına yeterlidir, ama Allah Teâlâ fayda talep etmek ya da zarardan kaçınmak gibi şeylerden münezzehtir. Bu yüzden aklın herhangi bir fiilin yapılmasının ya da terkinin Allah için zorunlu öldüğü yargısına varması imkânsızdır.”

Oysa sen âyetteki “elçi” kelimesinin akıl anlamında kullanılması hakkında söylenen görüşleri bilirsin, zira bu yorum söz konusu kelimenin Kur’ân’daki kul­lanımına uygun değildir. Nitekim cehennem meleklerinin kâfirleri azarlarken “Akıl sahihi değil miydiniz?” demeyip “Sîzlere elçileriniz apaçık delillerle gel­medi mi?” (Mü’min 40:50) demeleri, bu yorumu iyice ihtimal dışı bırakır. Çünkü böyle bir metin içi bağlamda “elçi” kelimesine akıl anlamını vermek, bizzat akim kendisinin kabul edeceği bir yorum değildir. Öte yandan Fahreddin er-Râzî’nin bizzat kendisi ikinci yorumda sözünü ettiği tahsisin âyetin zâhir anlamından uzaklaşmak olduğunu ve fakat yeterli delil olması durumunda bunu yapmanın zorunluluğunu ifade etmiş ve yeterli delillerin mevcut olduğunu iddia etmiştir.

Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve takipçileri bu âyette sözü edilen azabı dünyevî helâk [yani bir toplumun bütünüyle helâk edilmesi] şeklinde anlarlar. Onlara göre fetret döneminde yaşayanlar Allah’a ve onun birliğine inanmadıkları tak­dirde azaba uğrarlar. Fetret dönemi ise iki peygamber arasında kalan ve ilk peygamberi de İkincisini de görmeyen, bilmeyen toplumlar demektir.

Nevevî de Sahîh-i Müslim şerhi el-Minhâc?da fetret ehlinin azap göreceği fikrine itimat eder ve şöyle der: “Fetret döneminde yaşayıp da Arapların müş- riklikleri üzere ölen kimse cehennemdedir. Ancak bu durum kendisine davet ulaşmamış kimsenin hesaba çekilmesi anlamına gelmez. Çünkü bu kimselere Hz. İbrahim ve diğer peygamberlerin daveti ulaşmıştır.” Açıktır ki Nevevî bir kimsenin iman ile mükellef olması için ona herhangi bir peygamberin davetinin ulaşmış olmasını yeterli görmekte, doğrudan bir peygamberin gönderildiği top­lumda yaşamasını şart koşmamaktadır. (,,,)

Ancak Eş‘arî kelâmcılan ve Şâfiî fıkıh usulenlerinin görüşü, fetret ehlinin azaba uğramayacağı yönündedir. Onlar bu konuda herhangi bir kayıt koymaz, F gelen ilkeyi ifade ederler. Ancak fetret ehli oldukları halde azaba uğrayan bazı kimselerle ilgili sahih hadisler de mevcuttur. Ancak bu hadislerin [mütevatir I t düzeyinde olmadıkları, yani] âhâd oldukları, bu nedenle de peygamberlikten  önce azap olmayacağı şeklindeki kat‘î hükme karşı delil teşkil edemeyecekleri | ? söylenebilir. Ayrıca fetret ehli olup da azaba uğrayanların kendilerine mahsus sadece Allah’ın bileceği özel durumlarının olduğu da söylenebilir ki bu durumda bu örnekler Hızır’ın küçük yaşta bir çocuğu öldürmesi örneği gibi genele teşmil edilemeyen hususî durum haline gelir. (…)

Bu noktada kalbin meylettiği görüş şudur: Akıl yaratıcı olan Allah Teâlâ’yı ve onun birliğini, onun evlat edinmekten münezzeh olduğunu bilme konusunda, şeriatın gelmesinden önce de hüccettir. Yukarıdaki deliller ve başkaları -her ne kadar bu deliller hakkında kimi tartışmalar söz konusu olsa da- bunu gösterir. Bu durumda peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi ya Allah’tan bir rahmet ya da akılla bilinemeyecek ibadetler, had cezaları gibi hususların beyanı olarak anlaşılabilir, bu yüzden de “Eğer akıl hüccet olsaydı Allah pey­gamber göndermez, insanlara akıl vermiş olmakla yetinirdi” şeklinde bir itiraza yer yoktur. Kaldı ki buna cevaben şöyle denilmiştir: Yeniden diriliş ve âhirette karşılık görme gibi hususlar akıl için çok karmaşık hususlardır, akıl bunları ancak çok ciddi teemmül süreçleri sonucunda kavrayabilir ki bu da ortalama bir insan için mümkün değildir. Bu nedenle Allah, doğrudan yaratıcıyı tanıtmak üzere değil, dinin kendisi ile tamama ereceği bu hususları beyan etmek üzere peygamberleri göndermiştir. Çünkü yaratıamn bilinmesi aklın apaçık ilkeleri ile mümkündür. Devenin ayak izi deveye, insanın ayak izi insana delâlet ediyor iken şu devasa burçlarla dolu gökyüzü, türlü yer şekillerine sahip yeryüzü, dev dalgaları ile denizler latif ve habîr olan Allah Teâlâ’ya delâlet etmez mi?

İnceleyin:  Mucize, Keramet, Sihir ve Hile

Yine Hz. Muhammed’in peygamberliğinin kıyamete dek yeterli oluşu örne­ğinde olduğu gibi tek bir peygamberin gönderilmesi hüccet için yeterli olmasına rağmen Allah Teâlâ insanlara tek bir peygamber göndermekle de yetinmemiş­tir. Tabii ki bu durum ilk gönderilen peygamberin yeterli delil teşkil etmediği anlamına gelmez. Aynı şekilde Allah Teâlâ bizleri tek bir açıklama {beyân) ile bırakmamış, aksine bize olan lütfü ile çok sayıda âyeti, delil bahşetmiştir ki bu da tek bir âyetin/delilin yeterli hüccet olmayacağı anlamına gelmez.

“Sîzlere elçileriniz apaçık delillerle gelmedi mi?” (Mü’min 40:50) âyetinde ce­hennem meleklerinin cehennemliklere yönelik kınaması ifade edilmekte olup akim yeterli delil olmadığı anlamına gelmez. “Peygamberleri müjdeciler ve azap habercileri olarak gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın” (Nisa 4:165) âyetinde de onların “Ey Rabbimiz! Bize bir peygamber gönderseydin de alçak ve rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık, olmaz mıydı?” (Tâhâ 20:134) şeklindeki bahaneleri kastedilmiş olabilir. “Çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir” (En/âm 6:131) âyeti de dünyada bir toplumun peygamber inkârcılığına ceza olarak bütünüy­le helâk edilmesi olarak anlaşılabilir ki bu durumda küfrün cezasının âhirette bâki olduğu düşünülebilir. “Biz Peygamber göndermedikçe, azap edecek değiliz” (îsrâ 17:15) âyetinin tefsiri hakkında da aynı şey söylenebilir. Dolayısıyla fet­ret döneminde yaşayan kimse akıl sahibi, mümeyyiz, akıl yürütme kapasitesine sahip ise o zaman Rabbini bilmemesi konusunda mazeret sahibi değildir. Hele de herhangi bir peygamberin daveti bir şekilde kendisine ulaşmış ise o zaman hiç mazur değildir. Kaldı ki daha önce Huleymî’nin ifade ettiği üzere1 kendisine davet ulaşmamış kimse kalmış değildir. Kimileri yeni dünya diye isimlendirilen Amerika’da hicri 1000 yılı civarlarında Kolombo diye meşhur Kristofun oraya göçünden önce böyle kimselerin var olduğunu söylemiştir. Söylendiğine göre o dönemde o bölgenin halkı hiçbir peygamberin davetini duymamışlardı.

Sonra büyük âlimlerin sözlerinden anlaşılan odur ki, tartışma aslında furû‘ meselelerinde değil, Allah’a iman konusundadır. Zira furû‘a dair meselelerin an­cak peygamberin davetine muhatap olanlar için yükümlülük teşkil edeceği ko­nusunda bir ihtilaf yoktur ki meselenin zahir, apaçık yönü budur. Evet, dinlerin ortak olduğu furû‘ meseleleri de Allah’a iman gibi değerlendirilir mi, önceki tar­tışmaya dâhil edilir mi? Bu konuda ihtilaf vardır. Peygamberimiz Hz. Muham- med’e iman konusu ise kendisine davetin ulaşmadığı kimse için bir yükümlülük değildir, zira akıl sahibi hiç kimse için gizli kalmayacağı üzere, bu husus aklın alanına dâhil değildir. Hatta Gazzâlî şöyle demiştir:

“Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilmesinden sonra yaşayan insan­lar üç gruba ayrılır, (i) Kendilerine hiçbir şekilde davetin ulaşmadığı kimseler. Bunların cennetlik oldukları kesindir, (ii) Peygamberimizin davetini, elinde mucizelerin zuhûr ettiğini, onun sahip olduğu yüce ahlâkî erdemleri, üstün sıfatlan duyup bunlardan haberdar olmuş, fakat yine de ona iman etmemiş olanlar. Müslüman toplum içinde yaşayan kâfirler böyledir. Bunların cehen­nemlik olduktan kesindir, (iii) Peygamberimizin davetini duymuş, ama bu ko­nudaki haberleri bizden birinin deccâl hakkında haberleri duyması gibi işit­miş olanlar. Elbette ki Hz. Peygamberin yüce değeri deccâl ile kıyasla namaz. [Ama haberin duyulma şekli benzerdir.] Bu grupta yer alanların cennetlik olacaklarını umarım, çünkü onlar kendilerini Peygamberimize imana teşvik edecek bir şey işitmemişlerdir.”

Belki de ilk gruptakilerin kesin cennetlik olduklarının söylenmesi ve son gruptakilerin cennetlik olmalarının umulması, bunların Allah’a iman etmeleri şartına bağlıdır. Ona da iman etmiyorlarsa, o zaman durumları ihtilaflıdır.

2.“Ama inkâr edenlere gelince onlara: Âyetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip suçlu bir toplum olmuştunuz, değil mi? denilir.’’ (Câsiye f 45:31)

1.İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-beyân fi tefsîri’l-Kur’ân

Semerkandî Bahru’l-ulûm isimli eserinde şöyle der:

“Eğer “Bu âyet Rum diyarının uzak bölgelerinde yaşayanları, Türkleri, Hint­lileri ve kendilerine davet ulaşmamış ve Allah’ın âyetleri okunmamış diğer kimseleri de kapsar mı? Bu kimseler çöldeki kumlardan daha fazlalar! Bun­lar hakkında ne dersin?” diye soracak olursan şöyle derim: Hayır, aksine bu kimseler mazurdurlar, affedilmişlerdir, Allah’ın geniş rahmeti onları kuşatır. Hatta ben derim ki, Allah’ın geniş rahmeti fetret ehlinde yaşayıp ölenleri, ah­maklan, bunaklan, aklı ermezleri, sağır ve dilsizleri de kuşatır. Ebû Hürey- re’nin naklettiği bir hadiste peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Dört grup in­san Allah’ın huzuruna hüccet sahibi olarak gelir: Fetret döneminde ölen kimse, İslam’ı bunamış haliyle idrak eden kimse, kör ve sağır kimse, ahmak kimse ” Ey soru sahibi! Allah’ın rahmetini geniş belle, çünkü bizden önce şeriat sahibi [yani Hz. Peygamber] Allah’ın rahmetinin geniş olduğunu ifade buyurmuş, onu daraltmamıştır. O halde sen sakın tek azıklan fikıh ilmi olan ve işleri güçleri insanları tekfir edip sapkın addetmek olan kimseler gibi ya da “Bizim kitap­larımızdaki tafsilatlı delilleri ile akâidi bilmeyenler inkâr ve küfür batağında yüzerler” diyerek Müslüman halkı tekfir eden kelâmcılar gibi dilini ve kalbini insanları tekfir etmekle, onları sapkın ilan etmekle meşgul etme.” (…)

Usûl”de ifade edildiği üzere kendisine davet ulaşmamış kimse sadece akıl ile mükellef olmaz. Herhangi bir şeye iman etmemiş ve herhangi bir şeyi de inkâr etmemiş olarak ölürse mazurdur; tabii eğer yeterli düşünme ve akıl yürütme imkânına ve zamanına sahip değilse; mesela bir dağ başına çıkıp [orada dünyayı görüp de düşünüp akıl yürütecek zamanı bulamadan] derhal can veren kimse gibi. Ama Allah ona tecrübe sahibi olma konusunda yardım eder ve her şeyin akıbetini idrak edecek kadar süre tanırsa, o zaman artık kendisine davet ulaşmamış olsa bile mazur değildir. Çünkü verilen süre ve düşünme müddeti, kal­bini gaflet uykusundan uyandırması konusunda onun için peygamber davetinin ulaşması konumundadır. Eğer düşünme ve akıl yürütme konusunda kusur işler­se artık mazur değildir. Ancak verilen bu sürenin miktarım belirleme konusun­da güvenilir bir delil yoktur. Mürtedin tekrar Müslüman olması için kendisine verilen üç günlük süreye kıyas yaparak bu sürenin de üç gün olduğunu söyleyen görüş kuvvetli değildir, çünkü bu tecrübe kişiden kişiye değişir. Zira insanların akıllan farklıdır. Kimi akıllı insan vardır ki başkalarının çok uzun sürede bu­lamadığı hidayeti kısa bir sürede bulur. Dolayısıyla bu sürenin takdiri Allah’a havale edilecek bir meseledir, herkesin kapasitesini bilen odur.

Eş‘arîlere göre fetret döneminde yaşayan kimse ölene kadar sahih itikattan gafil kalsa, hatta şirk koşsa bile, kendisine davet ulaşmamış olduğu için mazur­dur. Çünkü onlara göre asıl olan akıl değil, şer‘î delildir. Buna göre kim kendisine davet ulaşmamış bir kimseyi öldürse, diyetini tazmin eder. Çünkü onlan küfrü Eş’arîlere göre affedilmiştir, dolayısıyla tazmin konusunda Müslümanlarla aynı hükme tâbidirler. Bize göre ise her ne kadar böyle bir kimseyi öldürmek haram olsa da öldüren kimse diyeti tazmin etmez, çünkü onların düşünecek kadar sü­reye sahip olduktan sonra yine de imandan gafil olmaları artık affedilir değildir. Dolayısıyla onların öldürülmesi ehl-i harb durumundaki kadınların öldürülmesi ile aynı hükme tâbi olup tazmin gerektirmez. (…)

Bu fakir [İsmail Hakkı Bursevî] bu konuda şöyle der: Bütün bu değerlendir­melerden anlaşılan odur ki, kendisine davetin ulaşmadığı kimse ya [tabiî] delil­lerden yola çıkarak tevhidi bilecek kadar bir düşünme süresine sahip olmuştur ya da olmamıştır. Eğer bu süreye sahip olmadıysa mazurdur, ama eğer bu süre­ye sahip ise mazur değildir. Tevhidi bilme konusunda da şerî iman şart değildir, sadece bilmesi yeterlidir. Eğer şirkten uzak bir şekilde Allah’ın birliğini bilmiş ise cehennemden kurtulur.

Editör:Ercan Alkan-Rahim Acar – Din Felsefesinin Ana Konuları,c.5,syf:49-60

Kaynak metin: Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, nşr. Bekir Topaloğlu v.dğr., İstanbul: Mizan Yayı­nevi, 2005, e. I, s. 145-146.

[***] Kaynak metin: İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr fi ilmi’t-tefsîr, Beyrut: el-Mektebü’l-îslâmî, 1984, c. I, s. 92.

Kaynak metin: Kiyâ el-Herrâsî, Ahkâmü’l-Kur’ân, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1983, c. H, s. 249-253.

Kaynak metin: Fahreddin er-Rftzî, Mefâtthu’l-gayb, Beyrut: Dârul-fikr, 1981, e. XX, a. 174-175.

Kaynak metin: Burhaneddin el-Bikâ‘î, Nazmü’d-dürer fi tenâsübi’l-âyât ve’s-süver, Kahire: Dâ- ru’l-kitâbi’l-îslâmî, ts., c. XI, s. 388-390.

* Kaynak metin: Şihâbüddin el-Âlûsî, Rûhu’l-me’ânî fi tefsîri’l-Kur’âni’l-azîm ve’s-seb’i’l-mesâni, nşr. Fevvâz el-Meşhedânî v.dğr., Beyrut: Müessesetü’r-risâle, 2010, c. XIV, s. 432-444.

[10] Huleymî’nin görüşü Bikâ’î’den nakledilen bölümde daha önce geçmişti.

* Kaynak metin: İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-beyân fi tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut: Dâru’l-fikr, ts., c. VIHI, 8. 455-456.