Kur’an ve Bilim İlişkisi Ama Nasıl?
Paylaş:

kurani-kerim-300x244 Kur'an ve Bilim İlişkisi Ama Nasıl?

Modern bilim, bilim adamının fiziksel evreni ve insan ger­çekliğini rasyonel bir şekilde kavramak için başvurduğu bir yöntemin adıdır. Bu anlamıyla modern bilimin tamamen seküler veya laik karakterli olduğu tartışmasızdır. Bilimsel ger­çeklerin doğrulanması ve kanıtlanması için ilahi bir otoriteye başvurma söz konusu değildir. Bırakın başvurmayı, İlahî bir yönlendirme, İlahî bir ilham, İlahî ilkeler ışığında çalışma gibi bir dürtüyle bile hareket etmek mümkün değildir. Eşya kaba bir maddeden ibarettir. Onun manevî bir yönü, manaya işaret eden bir yönü olamaz.;

Tamam. Buraya kadar modern bilimin özelliklerine değin­miş olduk, kİ, doğrudur. Tabii şunu dâ eklemeliyiz: Tarihte İs­lam dünyasında olsun, günümüz dünyasında olsun kutsal bir kitaptan (örneğin Kur’an’dan) yola çıkarak bilimsel bir doğru­lama yapılmış değildir. Yapılan sadeceispat edilmiş bir takım bilimsel gerçeklerin kutsal kitapta arandığı, tespit edildiği veya ona tasdik ettirildiğidir.

Buraya kadar ifade ettiklerimiz doğru ise o zaman şu soru­nun cevabım aramak durumundayız: Bilimsel bir gerçek Kur’an ile çelişebilir mi? Bunu sorarken öncelikle “bilimsel gerçek ne­dir, var mıdır?” gibi bir soruya cevap vermek gerekir. Bunun farkındayım ve tartışıldığım biliyorum. Ancak ben tüm bilim insanlarının ittifak ettiği bir bilimsel gerçeğin olduğu varsayı­mına dayanarak mezkur soruyu soruyorum. Bu sorunun cevabı da iki türlü olmak zorundadır:

1. Çelişebilir. O zaman bu çelişkinin gerçek ve kesin ol­duğundan emin olunmalıdır. Eğer bilimsel veri gerçek ve ke­sin olup (bir kriter olarak tüm bilim insanlarının kabulü olup) Kur anın zahiri buna aykırı ise Kur’an tevil edilecektir. Çünkü Kuranın Allah’ın sözü olduğu da kesindir. İki kesin çelişmez. Çelişiyorsa o bize göredir ve bir yerde yanlış yapıyoruz demektir.

2.Çelişemez. Çelişmezliğin iki anlamı olmalıdır. Biri şu­dur: Bilim her zaman değişkendir, dolayısıyla zanni bilgi ifade eder. Bu durumda bu tür bilginin Kur’an’la çeliştiği kabul edi­lemez. ikinci anlamı ise şudur: Bilimle çelişen Kur’an ın “kesin” bilgisi değil, zahiridir. Zahir bilgi her zaman muhtemel mana ifade eder. Şayet bilimsel veri gerçek ve kesin ise bu bilgi an­cak Kur’an ın kesin olmayan zahiri ile çelişebilir. Bu durumda yapılması gereken de bellidir. Birinci maddedeki yöntem uy­gulanır ve Kur’an muhtemel manalarından biriyle tevil edilir.

Benim burada üzerinde durmak istediğim bir sorun var: Kur’an ile bilimin çelişebilir olduğunu kabul edenlerin ilginç yöntem teklifleri var. Bunlardan birine göre Kur’an’ı yorumla­maya çalışmanın hiçbir anlamı yoktur. Dini alan ile bilimsel alan ayrı şeylerdir. Din, iman ve ahlak alanıdır; bilim, ise akıl ve ispat alanıdır.

Burada nisbi bir doğruluk vardır. Zira Kur’an tamamen hi­dayet kitabıdır. Bilim kitabı değil, kozmoloji, tarih kitabı değil. Amacı Allah’ı hatırlatmaktır. O’na kulluktur. Kalpleri ve akıl­ları hakikate açmak suretiyle hidayeti temin etmektir. Ancak bu iki alan, yani din ve bilim ayrımından ne kastedilmektedir? Mutlak bir ayırım mı? Yani sadece tekil olayların incelenmesi değil, tekil eşyanın içinde bulunduğu bütünü anlama ve yön­lendirme de dahil mutlak bir ayırım mı? Dolayısıyla bu iki alan ayrılmazsa bilim ile dinin çelişebileceği mi kastedilmektedir? Yani bilim din ile çelişir; dinin amacı bilimsel bir bilgi vermek değil, insanlara nasihat etmek, öğüt vermek, ahlak va’z etmek­tir. Dolayısıyla Kur’an’da bulunan bir bilginin bilimle çelişmesi mümkündür. Örneğin bir tarih bilgisinin yanlış olması gayet tabiidir. Zira Kur’an tarih kitabı değil.

Böyle bir görüşü ateist ve deist bilim adamlarının kabul et­tiği ve dinlere karşı ileri sürdüğü söylenebilir. Müslüman bir in­sanın bunu kabul etmesi, bana göre düşünülemez. Kur’an evet, bir bilim kitabı, bir tarih kitabı olmasa dahi onda bilim veya tarihe aykırı bir bilginin olması kabul edilemez. Zira Allah her şeyi bilmektedir. Onun bilgisi ile vakıanın çelişmesi düşünü­lemez. Allah, ilk muhataplara bir şey diyecek ama yanlış bilgi üzerinden bunu yapacak! Allah, bunu düzeltme gereği hisset­meyecek, ama sonraki muhataplar onun yanlış bilgi olduğunu öğrenecekler! Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez. Bu durum Allah’ın mutlak ilmiyle çeliştiği gibi Allah’ın tüm in­sanları hidayete çağırmasıyla da tezad teşkil eder. Bu bir yana ayrıca bunun için kısaca batıdaki gelişmelere de bakmak lazım:

Kilise, bilim-bilgi alanını kontrol ediyordu. Yorum tekeli onun elindeydi. Bilimle uğraşanlar bunlara aykırı bir şey keşfet­tiklerinde yargılanıyor, aforoz ediliyor, bu durum canlarına mal oluyordu. Zamanla bilim adamları, aydın ve filozoflarda şu kam yerleşmiş oldu: Incil ve Tevrat gibi kutsal kitaplarda bulunan bilgiler bilim ve akıl ile çelişebiliyor. O halde bunlar Tanrı’nın sözü olamaz. Batıda bırakın bilim insanlarını sıradan insanlar bile kutsal kitapların Tamı sözü olduğu konusunda ciddi şüphe içindedir. Bu durumda bilim esas kabul edilmeli, buna aykırı şeyler ise reddedilmelidir. Bunun içindir ki batıda deistlerin sa­yısı bir hayli fazladır. Peki aynı şeyi İslam ve Kur’an için söy­leyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Çünkü Kur’an ın Allah’ın sözü olduğu konusunda şüphe yoktur. Oryantalistler bile Kur’an ın Muhammed’in sözü olduğuna dair epeyce bir iddia ortaya at­tılar ama bunda başarılı olamadılar. Dahası bir kısmı başardı olamadıklarını itiraf dahi etmişlerdir.

Durum böyleyse o zaman soruya tekrar dönelim: Kur’an ve bilim çelişebilir mi? Anlaşılan o ki şayet çelişebilirlik müm­kün ise bu sadece Kur’an m zahiri ile kesin bilimsel gerçekler arasında olabilir, Kur’an’m kesin bilgisi arasında değil. Evrim düşüncesini buna uygulamak mümkündür. Evrim kesin bilim değildir. Kanun değil, teoridir. Bu durumda evrim ispat edil­memiş, zannî ve sübjektif bir anlayıştır. Adem’in topraktan yaratıldığı ise kat’î bir gerçekliktir. Tabii buna inananlar açı­sından. Evrim de ispat edilmediği için aslında o da bir inanç olmaktadır. Ona inanlar açısından. Doğrusunu söylemek ge­rekirse ortada iki inanç vardır. O zaman mesele bunların han­gisinin iman etmeye daha layık olduğudur. Toparlarsam, de­mek ki, kat’î nakli bilgi karşısında zannî hatta vehmî bir aklî yahut bilmsel bilgi varsa kat’î nakli bilgi kabul edilir, akî veya bilimsel bilgi yorumlanır veya duruma göre reddedilir. Bu iliş­kiye bir sonraki yazıda temas edeceğim.

İnceleyin:  Allah'ın Kaderinden Öbür Kaderine Kaçıyorum

Kuran ile bilimin çelişebilirliğini kabul edenler arasında bazı Müslümanlar da (!) vardır. Ancak bunlar daha ılımlı bir dil kullanmışlardır. (Fakat söylemeliyim ki, bu dil onları deizme kaymaktan kurtaramamıştır) Bu ılımlı dile göre mesele şöy- ledir: Kuran ve bilim iki ayrı alandır. Kur’an, bir bilim kitabı değildir. Dolayısıyla orada bilimsel gerçekleri aramanın anlamı yoktur. Kur’an ın amacı başka, bilimin amacı başkadır. Kur’an veya din ısıtır, manevi haz verir, Allah’a bağlılığı sağlar. Bilim ise aydınlatır, insanın aklına hitap eder ve gerçekleri ortaya çı­karır. İnanç ayrı; düşünmek, bilim yapmak ayrıdır.

Bu görüşün İbn Rüşd’e dayandırıldığını da burada ifade etmemiz lazım. İbn Rüşd’e göre avam ve burhan ehl-i deni­len filozoflar vardır. Avam düşünemez, yorum yapamaz sadece inanır, onun için ayetleri tevil etmesi gereksizdir, onun işi de değildir. O, ayetlere olduğu gibi, nasılsa öyle inanır. Filozof ise akla aykırı gördüğü ayetleri tevil eder, yorumlar.

Görüldüğü gibi İbn Rüşd, her ne kadar bir ayrım olsa da -bugün iddia edenlerin aksine- en azından filozoflara yorum­lama hakkı vermiştir. Bu şu demektir: Kur’an ın zahiri ile akli /eya bilimsel kesin gerçekler çelişebilir. Çeliştiğinde de işin flıl-i olanlar Kur’an’ın zahirini yorumlar. Bunun anlamı şudur:

Kur’an ve bilim çelişik halde bırakılamaz. Muhakkak araları uz- laştınlmalıdır. Burhan ehl-i olan filozofun zihninde Kur’an ve akıl arasında bir çelişki düşünülemez. Bir not olarak ifade ede­yim: *Uzlaştırılmalıdır” özellikle söylüyorum. Zira bugün din ile bilimi uzlaştırmaya gerek olmadığı, aralarının ayrılması ge­rektiğini dillendirenler vardır. Eğer durum böyleyse, yani uz­laştırma şart ise bu ayırım niye? Ibn Rüşd un avam ve filozof şeklinde yaptığı ayrımı anlamış değilim. Avam zaten tevilden anlamaz ki! Burada bir not daha ilave etmeliyim: Din ile bi­limi uzlaştırmayı kabul eden bazıları ise hep bilimi esas alarak Kur’anı olur olmaz bir şekilde tevil etmektedir. Burada bili­min zannî olup olmadığına, Kur’an’m kat’î olup olmadığına bakmamaktadırlar. Örneğin, evrimi esas alıp Kur’anı te’vil et­mektedir. Yine daha da ilginci eşcinselliği fıtrî kabul edip Lut (a.s.)’ın kavini ile ilgili ayetleri te’vil etmektedir. Böyle bir yak­laşımın hatalı olduğunu söylemeye gerek yoktur.

Evet, Kur’an ile bilim çelişiyorsa muhakkak araları uzlaş- tırılmalıdır. Kur’an’a İncil muamelesi yapılamaz. Kur’an kesin olarak Allah sözüdür. Bununla birlikte Kur’an’m amaçları ara­sında bilimsel bilgi vermek, bilimsel anlamda bir şeyi ispat et­mek de yoktur. Doğrudur. Bilimin belli bir metodolojisi var­dır. Ona göre deney yapar, belli bir bilgiye ulaşır. Ancak Allah öyle bir Allah’tır ki ilmi her şeyi kuşatır. İlk muhataplara bu­yurduğu sözler arasında, saklı bir takım işaretler olabilir. Bu, belki icazının da gereğidir. Bu işaretler sonraki insanlar tara­fından keşfedilebilir ve yorumlanabilir. Ancak Kur’an’m birinci gayesi o bilimsel gerçekleri ortaya koymak değildir; zaten ilk muhatapların bunu anlaması da mümkün değildir. Bu durum aslında şöyle bir soruna da cevap teşkil etmektedir: Bilim de­ğişkendir, onu Kur anda arayıp işte ayette şu bilimsel gerçek var dediğimizde, bilim değiştiğine göre ayetin anlamının da değişmesi gerekir. Hayır, burada değişen ayetin anlamı değil, yorumu olacaktır. Ayette neyin murad edildiği bellidir. Ancak müfessir yorum suretiyle ondan başka işaretler çıkarıvermiştir.

Eğer çıkarılan bu işaretler vakıa ile örtüşmezse o zaman bunlar yanlışlanmış olacaktır. Yani ayetin bir zahiri anlamı vardır. Bir de işarî yorumu vardır. Zahiri anlam, asildir, murad edilendir, ilk muhatapların da herkesin de anladığı şeydir. İşarî anlam ise bir yorumdur. Yorum olması değersiz olduğu anlamına gelme­mektedir. Hatta bu yorumlar Kur’an’ın her asra hitap ettiğinin bir delili de sayılabilir. Örneğin şu ayete bakalım: “Göğü kud­retimizle biz kurduk ve şüphesiz biz genişletmekteyiz.” (Zari- yat, 47) Bu ayetin ilk anlamı, zahir anlamı geniş bir yeryüzünün Allah’ın kudretiyle olmasını anlatmaktır. Ancak yeni bilgiler eş­liğinde bu ayetten kainatın genişlediğini çıkarabiliriz. Yani ayet hem Allah’ın kudretini hem de kainatın genişlediği bilgisini kapsar. Böylece din ve bilimin birbirini desteklediği görülmüş olur. Bu da Kur’an ın evrenselliğine delil olur. Şayet yeni bilgide bir değişiklik olursa bu durumda işarî anlamın, yani yorumun geçersiz olduğunu söylemek pekala mümkündür.

Aşağıda buna başka örnekler de vereceğim, ancak yukarı­daki durumu, Kur’an’ın bilimsel gerçeklerle çelişme meselesini tarihsel gerçeklerle çelişme meselesi ile kıyaslamanın mümkün olduğunu söyleyebilirim. Evet, Kur’an’ın amacı tarih bilgisi ver­mek değildir. Ama satır aralarında olsa dahi tarihsel bilgiler de bulunmaktadır. Kur’an’ın amacı tarih bilgisi vermediğine göre verdiği tarihsel bilgi ve olgularda yanlışlık yapması mümkün müdür? Asla mümkün değildir. Zira Allah öyle bir Allah’tır ki, vereceği mesajı yanlış bilgiler üzerine inşa etmez. Aynen bu­rada olduğu gibi dolaylı yoldan olsa dahi evren ve insanla il­gili verilen bilgilerde yanlışlık olamaz, kesin bilimsel gerçek­lerle çelişiklik düşünülemez.

Ne demiştim? “Bilim değiştiğine göre ayetin anlamının da değişmesi gerekir. Hayır, burada değişen ayetin anlamı değil, yorumu olacaktır.” işte iki örnek:

1.“Gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Onlar ise, gök­yüzünün işaretlerine sırt çevirmektedirler.” (Enbiya suresi)

Avetin anktm: Dünyayı saran atmosfer ve onun ötesindeki gök cisimleri akılları hayrete düşürecek bir nizam ve âhenk içinde yaratılmıştır ve bu nizam muhafaza edilmektedir. Allah göğü tavan şeklinde yapmış olup, onu düşmekten ve çökmek­ten korumaktadır. Ayet-i kerîmelerde buyrulur:

İnceleyin:  İnsanlar ve Kavramlar

“Kendi izni olmadan yerin üzerine düşmesin diye göğü de Allah tutmaktadır.” (Hac, 65)

“Allah’ın varlığının delillerinden biri de, göğün ve yerin O’nun emir ve kanunları sâyesinde mevcut halleriyle ayakta durmasıdır.” (Rûm, 25)

Cenâb-ı Hak göğü şeytanların çıkıp oranın esrarına va­kıf olmalarından da korumaktadır. Nitekim: “Biz, göğü taşla­nan ve kovulan bütün şeytanlardan koruduk” (Hicr, 17) âyeti bunu beyân eder.

İşte bu anlam değişmez.

Ayetin yorumu: Atmosfer; kabaca, % 77 azot, % 21 oksi­jen ve % 1 nispetinde karbondioksit ve argon gibi diğer gazla­rın karışımından ibarettir. Oksijen % 21’in üzerinde her yüzde bir arttığında, bir yıldırımın orman yangını başlatma ihtimali % 70 artar, %25’ten yüksek bir oksijen nispeti ise, şu an kul­landığımız bitkisel gıdaların büyük bir çoğunluğunun yanıp kül olması demektir. Oksijen ve karbondioksit sürekli kulla­nılıyor olmasına rağmen havadaki nispetleri devamlı muhâ- faza edilmektedir.

Devamlı olarak ciğerlerimize havayı çeker, sonra da geri veririz. Atmosferdeki oksijen nispetinin teneffüs için ideal yo­ğunlukta bulunması, bu işin tesadüfle alâkalı olmadığını göste­rir. Vücudumuzu oksijene muhtaç yaratan Rabbimiz, onu bize en güzel şekilde bahşetmiştir. Hava almak için uzağa gitmeye çalışıp çabalamaya, ücret ödemeye gerek yoktur, ihtiyaç hisse­dince hemen burnumuzun dibindedir.

Atmosferi teşkil eden gazlar, santimetrekare alan başına yak­laşık 1 kg hk bir kuvvetle tesir etmektedir. Bu, insan vücudunun yaklaşık 15 ton havanın ağırlığı altında olması demektir. Dışta hava basıncı ne kadarsa, içimizden dışarıya doğru da tam o ka­dar basınç vardır. Bu denge bozulduğu takdirde insan hayatı tehl-ikeye girer.

Güneşin yeryüzüne farklı şiddetlerde ısı vermesi, atmosfer sahnesindeki hava kütlelerinin de farklı surette ısınmasına yol açar ve ısınan hava aldığı emirle derhal yukarı çıkar. Sonra ye­rine soğuk hava gelir. Neticede minik hava zerreleri rüzgar hâ­linde dağ, dere, çöl, orman koşmaya başlar. Zerreler bu seya­hatleri esnasında binlerce tohumu diyardan diyara taşırken, her biri bir vazife ile yaratılan bitkilerin çoğalıp yayılmasına da ve­sile olurlar. Hava, zarif omuzlarında binlerce ton suyu taşıdığı gibi, binlerce kişilik uçakları da taşır; ışığı yayar, harareti dağı­tır; kulağımıza yüzlerce farklı dalga boyunda sesi, burnumuza | çeşit çeşit kokuları birbirine karıştırmadan getirir.

Jüpiter, satürn ve ay engelini geçen göktaşları yerin çeki­mine kapılınca müthiş bir süratle atmosfere girer. Yıldız kay­ması da dediğimiz bu hâdisede göktaşları havayla temas edince yanar ve mezosfer içinde toz hâline gelir. Eğer korunmuş ta­van olan atmosfer gibi bir kalkana sahip olmasaydık, başımıza, tam deyimiyle taş yağardı. Halbuki Cenâb-ı Hakk’m nihâyet- siz merhametinin eseri olarak başımıza gökten yağan bu gülle­ler daha yere ulaşmadan toz hâline getirilir. Sonra bu toz zer­reciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur. (Bk. Ömer Çelik Tefsiri)

Bu yorum değişir. Yanhşlanana kadar geçerlidir.

2.“Kaldı ki, biz onları da babalarını da dünya nimetlerin­den faydalandırdık. Öyle ki ömürleri kendilerine uzun geldi de ölmeyeceklerini sandılar. Onlar çevrelerine bakıp da, bi­zim yeryüzünü kenarlarından yavaş yavaş eksilttiğimizi gör­müyorlar mı? Şu halde gâlip gelecek olan onlar mı, yoksa biz mi?” (Enbiyâ, 44)

Ayetin anlamı: Âyet-i kerîme yer alan “bizim yeryüzünü kenarlarından yavaş yavaş eksilttiğimizi görmüyorlar mı?” ifa­desine üç farklı mâna verilebilir:

Allah’ın, kudretiyle gelip çevresinden eksilteceği yer, müş­riklerin o zaman üzerinde yaşadıkları topraklardır. Bu âyet-i kerîme Mekke’de indiğine göre, Allah Teâlâ’nın Rasûlüne, müşriklerin yaşadığı toprakların, bir zaman sonra müslüman- ların eline geçeceğini müjdelemesi, Kur’an’ın bir mûcizesidir.

Yeryüzünün ileri gelenleri, âlimleri ve iyi insanları gittikçe azalmaktadır. Nitekim Vakıa sûresinde “mukarreb”yani Allah’a yakın kullardan bahseden âyetlerde bu mânaya bir işaret var­dır. Çünkü o mukarreb kulların pek çoğunun öncekilerden azı­nın sonrakilerden olduğu haber verilir, (bk. Vakıa, 10-14) Yâni gün geçtikçe sâlih ve Allah’a yakın kulların sayılarının azal­dığı anlaşılmaktadır.

Yeryüzünde her an her yerde salgın hastalıklar, kıtlık, fır­tına, deprem ve diğer âfetler şeklinde Cenâb-ı Hak kudret ve kahır tecellilerini göstermektedir. Milyonlarca insan ölmekte, yerleşim bölgeleri ve araziler yok olmakta ve insanların düze­nini bozan daha nice zararlı şeyler meydana gelmektedir.

Hangi anlam kabul edilirse edilsin bu manalar değişmez.

Ayetin yorumu: Âyete fennî tefsir açısından bakıldığında şu söylenebilir: Yağmurların, sellerin ve rüzgarların tesiriyle dağ­lar aşınmaktadır. Veya bununla kutup bölgelerinin basıldığına işaret edilmektedir.

İster ayetin anlamı olsun, isterse ayetin fennî yorum kabul edilsin hepsinde ortak ve değişmez mana şudur: Bütün bun­lar, Allah Teâlâ’nın kudret elinde olduğuna ve bunları dilediği gibi azaltıp çoğaltabildiğine göre, acaba onlar, Cenab-ı Hakk’ın cezalandırmasına karşı kendilerini koruyacak bir güç ve kuv­vete sahipler midir? Hayır, nereden sahip olacaklar? O halde artık sahip oldukları fani güçlerinin, zenginliklerinin ve diğer imkânlarının sonsuz olmadığını ve kendilerini hesaba çekip cezalandıracak bir Allah’ın var olduğunu kabul etmeleri ge­rekmez mi? (Bk. Ömer Çelik Tefsiri)

Aslında son bir soru kaldı. Oldukça önemli bir soru: Kesin ve gerçek olan bilimsel bir veri ile anlamı kesin olan bir Kur’an ayetinin çelişmesi mümkün müdür? Bu sorunun cevabı bir açı­dan bakılırsa çok kolaydır. Şöyle ki: Mantıksal açıdan bakıl­dığında iki kesin olan şeyin çelişmesi muhaldir, mümkün de­ğildir. Eğer hala çelişki görmeye devam ediyorsak ya bilimsel gerçek denilen şeyde ya da ayetin zahir anlamında bir prob­lem var demektir. Aksi takdirde kesin bilim ile kesin Kur’anın çelişmesi düşünülemez.

.. . Sonuç olarak demek ki, bilimi kutsallaştırmanın, bilimi mutlak otorite kabul edip Kur’an’ı onunla çelişkili görmenin anlamı yoktur.

Yavuz Köktaş – Akademik Sohbetler 2(Kelam),syf:41-50