Bizi kuran karşılaşmalardır; karşılaşmalardır bizi biz yapan. Dünyayı olduğu şey yapan da onlardır. Karşılaşma olmadan hiçbir şey mümkün olamaz. Karşılaşmalar olmaksızın yaşam da mümkün olmazdı. Bütün yaşamın kaynağı, yani su bile karşılaşmayla meydana gelir; oksijen ve hidrojenin karşılaşmasıyla. Bu karşılaşma olmadan primitif organizmalar önceden ve şimdi oldukları gibi kalırlardı; tıpkı karşılaşmasalardı oksijen ve hidrojen moleküllerinin de sonsuza kadar, oldukları şeyden farklı bir şey olamayacakları gibi. Bunların karşılaşmasından su doğar ve böylece o görkemli terkibiyle yaşam meydana gelir.
Ama suyun oksijen de hidrojen de olmaması gibi tüm karşılaşmalar kaynaklarını ve başlangıç noktalarını aşarak ayrı hüviyetler yaratırlar. Şeyler arasında ne kadar çok karşılaşma gerçekleşirse o kadar çok yeni hüviyet ortaya çıkar. Karşılaşma ne kadar çok bileşenli ve zenginse ortaya çıkacak sonuç o denli gelişmiş ve zarif olacaktır. Yaşam baştan sona büyük bir karşılaşmadır ve aynı anda trilyonlarca küçük karşılaşmalar.
Biz, insanlar da karşılaşmalarla şekilleniriz. İnsanlığımız, bireyselliğimiz, toplumsallığımız, psikolojimiz ve dünya görüşümüz, ne eksik ne fazla, bizzat karşılaşmalarımızın sonucudur. Çocuk oyunlarımız ötekilerle bir tür karşılaşmadan başka bir şey değildir. Diğerlerinden öğrenmelerimiz de öyle, karşılaşmadan başka bir şey değildir. Hüviyetlerimizi karşılaşmalar aracılığıyla, karşılaşmalarda, karşılaşmalar dolayısıyla biçimlendiririz.Karşılaşmalar sentezler veya antitezler üreten tezlerdir. Taklit etmek, öğrenmek veya karşı tepki vermek için karşılaşırız. Karşılaşmalar pozitif de negatif de olabilir; her ikisinden pay alan bir şey de.
Karşılaşmalar alt başlık mahiyetindeki şeyler, olaylar, oluşumlar ve süreçlerdir. Bazılarını gözlemler ve anlarız, ama birçoğu da gözümüzden kaçar ve anlayışımıza direnir. Bir meslektaşımla veya arkadaşımla sohbet ettiğimde bunun benim somut bir meseleye dair anlayışımı nasıl etkileyebileceğini bilebilirim belki; ama bu konuşmanın derin psikolojik etkileri benim teşhis edebileceğim şeyler değildir. Karşılaşmalar soluduğumuz hava gibidir. Onun sayesinde ve ona dayanarak yaşadığımızı biliriz ancak soluduğumuz her nefesin ayrıntılarının ayırdında değilizdir. Soluduğumuz havanın temizliğine ve kirliliğine göre sağlığımızı biçimlendirmesi gibi ve tıpkı bu küçük soluma eylemlerinin sağlığımız üzerindeki etkilerinin ne olduğunu söyleyemeyeceğimiz gibi karşılaşmaların da toplumsal, kültürel veya başka türden etkilerini belirleyemeyiz.Dolayısıyla çözümleyebildiklerimiz, akli olarak kavrayabildiklerimiz karşılaşmaların, bu buzdağının görünen kısmıdır. Yine bundan dolayı bu meselede yalnızca kısmi bir anlayışa mahkûmuz. Budur, ortaya atılabilecek tek iddia.
Her bir karşılaşma türü kendi anlaşılma yöntemini gerektirir. Mesela çocuklar, aile üyeleri veya toplumun bireyleri arasındaki karşılaşmalar daha çok psikoloji ve sosyolojinin alanına aittir. Devletler arası karşılaşmalar siyaset, siyasal bilimler ve uluslararası hukuk dairesindedir. Kültürler arası karşılaşmalar kültürel araştırmaların ve tarihin bölgesindedir.
Bu sonuncu türden karşılaşmalara kültürel karşılaşmalar demek istiyorum. “Medeniyet” kelimesini bilerek kullanmadım çünkü o, siyasal bir kelimedir ve önyargılarla tıka basa doludur. “Kültür” kelimesinin de kendine ait birtakım sorunları vardır, ancak bu kelime daha anlamlı bir kategori olacaktır. Kültür, toplumu veya belirli bir tarzda davranan, belirli ortak fikirlere inanan, az veya çok ortak olan paydayı; ortak ethosu benimseyen birbirine bağlı toplulukların birliğini meydana getiren şeydir. Bunların hepsi “kültür”dür ama bu, kültürün her daim türdeş olduğu anlamında alınmamalıdır.
Mesela İslam örneğini alalım; karşılaşmalar üzerine çalışacak biri için mükemmel bir vaka. Başlangıcından bugüne İslam tarihi karşılaşmalar meselesinin tüm menzillerini sunar. İslam, ortak bir bakış, yaşayış tarzı geliştirmiştir, dersek abartmış olmayız. Ama öte yandan İslam’ın ürettiği alt-kültürler birbirlerinden oldukça farklıdır. İki Müslüman kültürün, eski dönemlerde bile özdeş olmadığını kimse inkâr edemez. İspanya’daki Müslüman topluluğu Kuzey Doğu Afrika’dakinden, özellikle Mısır’dakinden farklıdır ve bunlar da Bereketli Hilal bölgesindeki kültürlerden farklıdır. Anadolu İslam’ı İran İslam’ından ve İran İslam’ı da Hint ve Malay İslam’ından başkadır. Her bölge, her diyar farklı karşılaşmalardan kurulu çeşitli gerçekliklerin sonucudur. Bu karmaşık gerçekliklerin her biri de İslam’ın değerleri ve kurallarıyla daima karşılıklı etkileşim, diyalog içerisindedir. Tüm bu karşılıklı etkileşimler, karşılaşmalar, çatışmalar, tavizler, diyalektik evrimler muazzam bir çeşitliliği; hepsi tek kökten, İslam kökünden türemiş çeşitliliği meydana getirir.
Tüm bu çeşitliliğiyle birlikte İslam’ın ümmet kelimesiyle adlandırılabilecek ortak bir ethosu, ortak inançlar dizisi ve kısmen ortak muamelatı vardır. İbn Battûta İslam memleketlerinde (ve dışında) yıllar boyunca seyahat ederken kendisini tamamen bir yabancı gibi hissetmemişti. Bir dereceye kadar misafirperverlikle karşılaşacağını ummuş ve umduğunu bulmuştu, eğer bu umut olmasaydı seyahatleri de imkânsız olurdu. Gittiği her yerde girebileceği, yemek yiyip kalabileceği, hatta gezisinin bir sonraki ayağı için para bulabileceği hanlar, medreseler, cami ve zaviyeler vardı. Misafirperverlik yapısı mevcut ve işler olduğu için tüm bunları umabilmişti.
Yine, İslam kültürünün temel taşlarından biri olan vakıf olmasaydı bunların hiçbiri mümkün olamazdı. Doğrudur, vakıflar çoğunlukla ücretli çalışanları, hastaneleri, aş evlerini, sufi tarikatlarını, öğrenci ve hocaları barındıran binalardı, ancak bunların tamamı kültürle bütünleşmişti. Bunların hepsi kültürün şekillenmesine katkı sağlamıştı. İbn Battûta yoluna bu kültürde; her daim işleyen sadaka, misafirperverlik, cömertlik ve âlimlere hürmet kültüründe devam edebilmişti. İlm (etik bilgi olarak çevirebiliriz) yalnızca bir bilim veya öğrenim değildir, en az bunlar kadar bir ibadet türüdür. Âlim olmak Tanrı’ya hizmet etmektir ve bir âlim olan İbn Battûta her adımında buna güveniyordu.
Büyük Fas’ın sınırlarındaki Tancalı İbn Battûta Hicaz’da, İran ve Hindistan’da, hatta Çin’in batısında kendini evinde hissetmişti; tıpkı Müslüman kültürünün diğer mensuplarının hissedeceği gibi. Kazakistanlı bir teolog veya hukukçu Müslüman dünyadaki herhangi bir büyük kültür merkezine yolculuk edebilir, burada müzakerelere girebilir, araştırıp eğitim alabilirdi. Bu esnada her zaman kendisine yemek ve kalacak yer verecek, misafirperverlik gösterecek insanlar bulacak ve entelektüel müzakerelerde, araştırma yaptığı çevrede sıcak karşılandığını hissedecektir. Bu alışıldık, bilindik bir şeydir, hiç şaşmaz. Ama fikirler daha önemlidir elbette.
Böylece fikirlerin ve kültürel uygulamaların değiş tokuşunun İslam dünyasında oldukça olağan olduğu söylenebilir. Âlimler kendi derneklerini, birliklerini kurarlar ve bir yandan da bunların ateşli bir taraftarı olurlar. Yine bir yandan rakip derneklerin, okulların aleyhinde çalışabilir hatta bunlara saldırabilirler. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, bu durum İslam dünyasında da olmuştur. Ancak değiş tokuşun seviyesi oldukça yoğun ve canlıydı. Öğrenciler ve araştırmacılar seçkin âlime çalışmak, onların fikirlerini müzakere etmek için binlerce kilometrelik yolculuklar yapmışlardır ki bu durum, İslam yazının doğasını da gayet açık biçimde gösterir.
Her ciddi İslam felsefesi araştırmacısı, bu felsefenin teolojiden ne kadar etkilendiğini ve bu ikisinin de hukuku ve daha birçok disiplini ne denli etkilediğini bilir. Ama tasavvufun tüm İslami disiplinler üzerindeki etkisini unutmayalım. Tasavvuf felsefede, teolojide, hukukta ve hatta gramerle dilde bile kendini gösterir. Meşhur bir Müslüman dilbilimci Arapça grameri sufi kavramlarıyla işleyen bir kitap yazmıştı. Özne ve yüklem, nesne ve tamlama burada yalnızca birer gramer unsuru olarak kalmaz, tanrısal bağlantılarla dolu olurlar. İnsan grameri böylece tanrısallığın grameri ve Tanrı’nın her yerde olduğu bu dünyada tarihe karışan hicranın dizeleri olurlar. Tasavvuf ayrıca bir toplumsal yaşam tarzıdır. Yalnızca tarikat ve zaviyelerini yaratmakla kalmaz tasavvuf, ayrıca mesleki, ekonomik ve siyasal loncaların da temelidir. Tasavvuf böylesine ortada, herkesin içinde olduğu gibi Hallac ve İbnü’l-Arabî gibilerin karmaşık ve soyut yazılarında da yerini alır.
İşte bunların hepsi Müslümanlar arasındaki karşılaşmalardır. Bu karşılaşmalar, dünya tarihindeki en çok bileşenli ve entelektüel, kültürel açıdan en zengin medeniyetlerden birinin doğumuna yol açtı. Bunu olanaklı kılan da oldukça farklı fikirlerin karşılaşmasıydı.
Peki, tüm bu fikirlerin İslami olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da şöyle farklı bir soru sorabilir miyiz; erken ve orta dönemlerinde (yani 19. yüzyıldan önce) İslami kültür entelektüel açıdan kendi kendine yeter miydi? Elbette bir “hayır” yankısı yanıt verecek soruya. İslami kültür başka birçok kültürü; zaman bakımından kendisini önceleyen veya çağdaşı olan, Müslüman olmayan imparatorluklara ve Müslüman olmayan memleketlere ait diğer birçok kültürü biliyordu, aslında bunlarla karşılaşmıştı. İslami kültür 11. yüzyıla (Hicri 5. yüzyıla) kadar, Müslüman olmayan muazzam bir nüfusla yaşıyordu ki bu nüfusa ehlü’z-zimme denir. İlk dört asırda Müslümanların kendi diyarlarında çoğunluk olmadıkları pek bilinmeyen bir olgudur. Onların “öteki”yle karşılaşması hem derin hem de geniş olmuştur. Müslümanlar Grek filozoflarla karşılaştılar; Yunan bilgeliğiyle, Yahudi düşüncesiyle, Roma ve Bizans fikirleriyle, Pers teorileriyle ve başka birçok şeyle. O hâlde şöyle sormak yerinde olacaktır; bu karşılaşmanın doğası nasıldır? Aynı derecede önemli bir soru daha; bu karşılaşmaların, İslam’ın modern karşılaşmalarından -özellikle Batı’yla karşılaşmasından- farkı nedir? Belki de daha önemli bir soru; bu iki karşılaşma türünden, benzerlikleri ve farklılıklarına bakarak ne öğrenebiliriz?
Meseleyi aydınlatmak için, Müslümanların erken ve orta dönemlerde Grek felsefesine nasıl yaklaştığı örneğini ele alalım. İ.S. 9. ve 10. asırlardan itibaren Grek filozofların neredeyse tüm önemli yapıtları, Süryanice veya Arapça çevirileri üzerinden, Müslümanlarca biliniyordu. Müslümanlar bu yapıtlar üzerinde çalıştılar ve onlara şerhler yazdılar. Birçok filozof ömürlerini, Grek bilgeliğinden esinlenmiş fikirleri dostlarına sunmakla geçirdi. Ancak İslam’ın ne olduğunu tanımlayan ana akım çalışmalara (hukuki, teolojik ve felsefi eserler) bakıldığında Grek fikirlerine doğrudan bağlantı nadiren görülebilir. Müslüman entelektüeller bu fikirler üzerine çalışmış ve onlar içinden kendilerine yararlı olacakları almışlardır. Böylece o fikirleri kendi ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirmiş ve düzenlemişlerdir. Hukuk üzerine yazılmış nerdeyse tüm kuramsal kitaplarda bir “tanım yapma” kuramına ve bir mantık kavramına rastlarız, ama bu fikirlerin hangisinin Greklere hangisinin doğrudan Müslümanlara ait olduğu kesin olarak seçilemez.
Tek bir kavramı yekpare bir fenomen yapan bu karışım ve katışım oldukça yaratıcı ve zarifti. Yine bu çalışmalarda, özgün İslami söylem tarafından yeniden şekillendirilmiş ve kıvrılmış olmaksızın, herhangi birine -mesela Aristoteles’e- doğrudan yüklenebilecek bir fikre de bir ölçüde nadiren rastlanır. “Borç alma” -eğer bu kaba kelime kullanılacaksa- belirli bir özerklikle, bağımsız düşünceyle, seçici bir sahiplenmeyle gerçekleştirilmiştir. Başka deyişle burada karşılaşma bir direnç alametiyle işler; yani bir kimsenin beğenip kendisine yararlı gördüğünü alma, öte yandan kendi ilgi ve kaygılarına uymadığını düşündüklerini göz ardı etme ve bırakma özgüveni ve direnciyle. O hâlde bu karşılaşma entelektüel özgüven ve bağımsız düşünme tarafından belirlenir. Bu, açık fikirliliğin nişanesidir, yani bir yandan ağırlanmaları hatta benimsenmeleri için “yabancı” fikirlere kapıyı açık bırakma alçakgönüllüğü, ama öte yandan Müslümanların uygunsuz, değersiz ve inançlarına büsbütün ters olarak gördüklerini reddetme özgüveni. Başka deyişle, karşılaşma Müslümanların belirlediği şartlara göre, ardına kadar açık ama bir o kadar da denetim ve disiplin altındaki bir diyalog mahallinde gerçekleşmiştir.
Şimdi bunu İslam’ın Batı’yla günümüzdeki karşılaşmasıyla kıyaslayın. Sömürgecilik 19. yüzyılda birçok İslami kurumu ve bu kurumları doğuran kültürleri yıktı. Yaklaşık 1850’den başlayarak İslam’da bilgi, Batı’ya ait bilgi olarak görülür hâle geldi. Bilgi Batı’ya ne kadar aitse o kadar bilgi olarak, par excellence bilgi olarak kabul edildi. Bu tarihten sonra söz konusu bilginin geçerliliği çok az sorgulandı. Bu bilgiyi yaratan modernite tasarısının meşruluğu ise daha da az sorgulama konusu yapıldı. 1850-2000 tarihleri arasında yerli veya İslami fikirlerden esinlenerek bir düşünce sistemi kurmuş tek bir Müslüman entelektüelin olmadığı rahatlıkla ifade edilebilir. Karşılaşma burada Avrupalı şartlara göre işletilmiş, Avrupalı araçlarla gerçekleştirilmiş ve Avrupalı tarzda yerine getirilmiştir. İslami söylem unsurları yalnızca, Avrupalı fikirlere, yaşama ve görme tarzına sıkı sıkıya bağlanmış birer yaldız, birer cila hâline geldi.
Şayet modernite insanın hâlini geliştirmiş olsaydı bu durum oldukça iyi kabul edilebilir ve kendisinde bir sorun görülmeyebilirdi. Ancak modernitenin türettiği sorunların (hastalıklar, çevre tahribatı, soykırımlar, eşitsiz refah seviyesi, siyasal karmaşa, aile ve toplumun parçalanması, psikolojik sorunlar ve niceleri) ışığında Batılı entelektüeller bile şimdi modern tasarıyı sorguluyor. Postmodern yaklaşım dediğimiz şey moderniteden memnuniyetsizliğin ifadesinden başka bir şey değildir. Ama bu yaklaşım da başarısızdır. Derinden bakılırsa Batı’nın bile kendi modernitesinden kökten hoşnutsuz olduğu görülür. Ama Müslümanlar, genel olarak, herhangi bir özerklik söz konusu olmadan, – modern olan, her açıdan tam tamına modern olan – bu sorunları doğuran şartları anlamadan [Batı’yı] takip ve taklit etmeye devam ediyorlar.Dolayısıyla modern karşılaşma eşit olmayan, özerk bir konumdan ve dirençle gelmeyen; aksine zayıflıkla – hatta denilebilir ki – kölelikle gelen bir karşılaşmadır.
Karşılaşmalar hem zorunludur hem kaçınılmaz. Zayıflıkla da olabilir dirençle de. Ama bazen zayıflık direncin kaynağı olabilir. Bu, son tahlilde mantıksız değildir. Haksız yere suçlanmış biri idam mangasının karşısında vakur ve dirençle dikilebilir. Ona zulmedenlere kendi gerçeğini haykırabilir; ölümüyle sonuçlansa bile. Hakikat direnci fiziksel bir direnç değildir. Daha çok ahlaki ve etik bir dirençtir. Eğer bir kişinin yaşamı yerle bir olacaksa, aşağılanmış ve sefilken değil vakur ve dikken olsa daha iyi olur. Zihin ve ruh dünyadaki tüm silahlardan daha fazla güç sağlar ve dirençtir tüm karşılaşmaları yönetmesi gereken.
* Columbia Üniversitesi
Sabah Ülkesi Dergisi,sayı:54
0 Yorumlar