Kandırılmaya Yatkın Kişilik ve Aldatılmanın Psikolojisi

bir-teknoloji-urunu-olarak-algi-yonetimi_5_100_1_b-300x294 Kandırılmaya Yatkın Kişilik ve Aldatılmanın Psikolojisi

İnsanoğlunun doğasında kandırılmaya yatkınlık vardır. Biz kan­maya ve aldatılmaya açık bir şekilde doğuyoruz. Ama bazılarımız, diğer bazılarımıza göre algı yönetmenleri ve manipülatörlerin daha mı kolay kurbanı oluyor? Kandırılmaya yatkın bir kişilik var mıdır? Diğer bir ifadeyle bazı kişiler (ya da toplumlar) diğer bazılarına göre algı yönetimi ve manipülasyona daha mı açık ve savunmasızdırlar. Araştırmalar bazı kişilerin ve toplumların kandırılmaya daha yatkın olduğunu gösteriyor (Callamari ve Reveron, 2003).

Tekrar ifade edelim ki, hepimiz manipülasyona açığız, hepimizin algıları kötü amaçlı kişi ve merkezler tarafından yönetilmeye açıktır. Bu konuda duyarlı ve uyanık davranan kişiler bile algı yönetmen­lerinin operasyonlarına maruz kalabilir. Ama yine de içimizden bazıları bu konuda daha dirençli ve korunaklı bir kişiliğe sahip.

Bu bölümde hangi kişilik özellikleri bizi kandırılmaya daha yatkın hale getiriyor, sorusuna cevap arayacağız. İnsanın pek çok özelliğinin (acelecilik, menfaatçilik vb. gibi) onu aldatılmaya eğilimli hale getirdiğini söyleyebiliriz. Ama biz insanı “aldanan bir varlık” haline getiren 3 temel özelliği üzerinde duracağız. Bunlar; unutkanlık, duygusallık ve tefekkür zaafıdır. Bu özellikleri tek tek incelemeden önce, ilk kandırılma sahnesini analiz edeceğiz Hz. Âdem’in şeytan tarafından nasıl kandırıldığını anlamak, hem insanı kandırılmaya yatkın hale getiren zaafları hakkında, hem de aldatı­cıların kullandığı taktik ve stratejiler hakkında bize bilgi verecektir.

İlk Kandırılma: Cennette Algı Yönetimi

Hz. Âdem yaratılıp cennete konulduktan sonra Allah tarafından kendisine üç şey söylenmişti(Bakara Suresi: 30-39; Araf Suresi: 11-27):

1.Burada eşinle birlikte istediğiniz gibi yiyin-için, yaşayın

2 Sadece şu ağaca yaklaşmayın

3.Şeytan sizin apaçık düşmannıızdır.

Bir tarafta insanoğluna düşman olan Şeytan, diğer tarafta Hz. Âdem ve eşi. Şeytan Hz. Âdemi kandırmak istiyor. Yapabileceği tek bir şey var; yasak meyveyi Hz. Âdem’in yemesini sağlayabilmek. Ama işi çok zor. Çünkü Âdem’e yapmaması gereken şey açık bir şekilde söylenmiş. Üstelik, düşmam hakkında da açık bir şekilde uyarılmış ve Hz. Âdem yaşamını rahatça sürdürebilme imkanıyla donatılmış bir mekana; Cennete konulmuş.

Şeytan’ın iddiası büyük: Âdem’i kandıracağım, ayağım kaydı­racağım. Hz. Âdem ise, kanmamakla görevli.

Bu noktada Hz. Âdem ve Şeytanın koşulları karşılaştırıldığında Şeytanin objektif şartlarının çok daha zor olduğunu anlıyoruz. Şeytanın Âdem’i kandırmasını neredeyse imkansıza yakın bir zorluğa taşıyan koşullar şunlardır:

1. Mekân cennettir. Kandırma eylemi cennette gerçekleşecektir. Yani, Şeytanin Hz. Âdem’i kandırabilmek için kullanabileceği, zorluk, yokluk, yoksulluk, imkânsızlık vb. şeyler yoktur. Şu örnek Şeytanin içinde bulunduğu zorluğu anlamamızı kolaylaştırır. Eğer bu kandırma eylemi bir çölde gerçekleşecek olsaydı, kandırılan ki­şinin susuzluğu ve suya olan ihtiyacı kandıranın elini güçlendiren, kandırmak için güçlü bir gerekçe olabilirdi. Şeytan elinde bir bardak suyla gittiğinde “su” önemli bir kışkırtıcı/ayartıcı işlevi görebilirdi. Ama anladığımız kadarıyla, Hz. Âdem cennette bütün temel ih­tiyaçlarının karşılandığı bir ortamda yaşıyordu. Bu Şeytan’ın işini önemli ölçüde zorlaştırıyordu. Tabir-i caizse, Şeytan deplasmanda mücadele verecekti.

2. Şeytanın Hz. Âdemi kandırabilmek için kullanabileceği sadece bir tek kandırma nesnesi (ağaç) vardı. Hz. Âdem’in çiğnememesi gereken onlarca yasak yoktu. Bu da Şeytanın işini zorlaştıran bir faktördü. Eğer Hz. Âdem için başka yasaklar da konulmuş olsaydı; Şeytan ağaç seçeneğinde başarısız olduğunda başka seçeneklerden de faydalanabilirdi. Yani, Şeytanın tek bir şansı vardı o da Âdem’in yasak meyveden yemesiydi. Diğer bir ifadeyle şarjöründe tek bir kurşun vardı; attığında isabet ettiremezse kaybetmiş olacaktı.

3.Şeytanın işini bunlar yeteri kadar zorlaştırıyor olmasına rağmen 3. zorluk daha büyüktü. Allah Hz. Âdem’i “İşte bu senin apaçık düşmanındır!” diye uyarmıştı. Yani, Şeytan deşifre edilmiş bir düşmandı. Eğer Hz. Âdem düşmanını kendisi tespit etmek zorunda olsaydı, ya da Şeytanla işbirliği yapan başka aracılar da devrede olsaydı, bu, Şeytan’ın işini kolaylaştırırdı. Ama kendisi Allah tarafından açıkça “düşman” olarak ilan edilmişti.

İşte bu zor koşullar altında Şeytan Hz. Âdeme yaklaştı. Hz. Âdem’e öyle bir şey söylemeliydi ki, etkili olabilsin. Şeytan bütün negatif koşullar altında öyle bir argüman kullandı ki, hedefine ulaştı. Şeytariın, apaçık bir düşman olarak, deplasmanda zafere ulaştıran argümanı incelenmeye değerdir. Olay Kur’an’da şu şekilde geçmektedir:

Ey Âdem; sen ve eşin cennette oturun. İkiniz de dilediğiniz yerden yeyin. Şu ağaca yaklaşmayın, sonra zalimlerden olursunuz.

Derken şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için ikinize de vesvese verdi ve dedi ki: Rabbiniz, sizi başka bir şey için değil, ancak iki melek veya ebedi kalanlardan olmanızı önlemek için yasaklamıştır.

Ve; doğrusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine yemin etti.

Böylece onların ikisini de baştan çıkarıp aldattı Ağaçtan tadınca ayıp yerleri kendilerine göründü. İkisi de kendilerini cennetin yaprağıyla örtmeye başladılar. Rabbleri da onlara:

Ben sizi o ağaçtan men’etmedim mi? Ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nida etti.

İkisi dediler ki: Rabbimiz; kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen; muhakkak ki biz, hüsrana uğrayanlardan oluruz.(Araf Suresi: 19-23)

Şeytan yasağa ilişkin Âdem’in perspektifini, algısını değiştirmek için, agaç size niçin yasaklandı?” diye sormuş ve algı yönetimini şu iki argüman üzerine bina etmiştir,

1.“Melekler gibi olmamanız”[132]

2. “(Cennette) ebedi kalmamanız”

Şeytan, bu aldatıcı vaatlerde bulunduktan sonra doğru söy­lediğine, onların iyiliklerini istediğine dair bir de yemin etmiştir.

Şeytanın bu argümanlarından anlıyoruz ki, Şeytan Âdem’i analiz etmiş ve onun iki temel zaafını tespit etmiştir. Buna göre:

1.Hz. Âdem’in melekler gibi olma arzusu, ve;

2. Cennette ebedi kalamama korkusu/kaygısı vardı.

Şeytan’ın kurguladığı argüman Hz.Âdem’in bu arzusu ve kay­gısından faydalanmıştı. Şeytan’ın kurgusu, Hz. Âdem’in psikolojik dünyasındaki bir gerçekliğe tekabül etmişti. Bu gerçekliğe dayanarak, onu yasak olan eylemi yapmaya yönlendirdi. Her aldananın yaşa­dığı gibi, Hz. Âdem’in eylemi de onu beklediği amaca ulaştırmadı, tersine onu mahcup edecek/utandıracak bir şekilde son buldu.

Allah’ın, yasağın çiğnenişinden sonraki seslenişi de derin bir mana taşır.

1.“Ben size ağacı yasaklamadım mı?”

2. “Şeytan sizin apaçık düşmannıızdır, demedim mi?”

Yani, bu ağaca yaklaşmamanız için iki temel gerekçeye sahiptiniz. Birincisi Ben size “yaklaşmayın” dedim. İkincisi ise “yaklaşın” diyen varlık sizin düşmanınızdı. Aldanmamanız için açık iki dayanağınız vardı. Haydi, diyelim ki, Ben’im emrimi unuttunuz. Düşmanınızın “yap” demesi de yapmamanıza ilişkin bir kanıt olması gerekmez miydi?

Buradan da anlıyoruz ki, düşmanın söylediği bir şeyin altında bir bityeniği aramak da Müslümanın görevlerindendir.

İnsan, Kendini Kandıran Bir Varlığa Dönüşebilir

Hz. Adem’in aldatıldığım anladıktan sonraki tepkisi de oldukça anlamlıdır. Âdem hiç bir savunmaya girmemiş, hatasını hemen anlamış ve af dilemiştir.

İkisi dediler ki: Rabbimiz; kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen; muhakkak ki biz, hüsrana uğrayanlardan oluruz.

Burada şöyle bir savunma yapmaları beklenebilirdi: “Biz kötü bir niyetle yapmadık, burada ebedi kalmak istedik Ayıp yerlerimizin bize görüneceğini bilmiyorduk Üstelik Şeytan” da yemin etti. Bir kişinin yalan yere yemin edebileceğini düşünemezdik Ama böyle bir savunmaya hiç girmemişlerdir. Burası önemli bir noktadır. Bir insan aldanabilir. Ama aldanışını rasyonalize etmesi, çok daha tehlikelidir. Eğer Hz. Âdem böyle bir savunmaya girmiş olsaydı, muhtemelen, artık bir Şeytan’a ihtiyacı kalmayacak; kendi kendim aldatan bir varlığa dönüşecekti. Belki de, Şeytanın yemini, aldanma olayından sonra, Âdem’in yanlışını rasyonalize etmesi/kullanması için kandırma cümlesinin içine yerleştirilmişti.

Bir aldanma olayında asıl tehlike buradadır. İnsan nefisini temize çıkarmaya eğilimlidir. Hâlbuki insan, nefisini temize çıkarmak değil, nefisini tezkiye etmekle sorumludur. Eğer insan yanlışım savunmaya başlarsa, bunun bedeli çok daha ağırlaşır ve yanlış üreten bir zihne sahip olur. Doğruları görememeye başlar. Günah işlemek başka bir şey, günah üreten bir perspektife sahip olmak başka bir şeydir. Günah affedilebilir ama günah savunmak/rasyonalize etmek kişinin seytanlaşmasına yol açabilir.Kur’an’da geçen ”ins şeytanlar” (En’am Suresi:112) muhtemelen yanlışlarını savunan ve bunun sonucunda günahları kendilerine güzel/süslü görünen kişileri ifade etmektedir.

Bu sebeple olsa gerek zaman zaman Peygamberler zelle denilen küçük hatalar yapmışlardır. Ama hatalarını hiç bir zaman rasyo- nalize etmemişler; meşrulaştırmaya çalışmamışlardır. Hatalarını anlar anlamaz tevbe istiğfar etmişlerdir.

Peki, Hz. Âdem her şeye rağmen, argümanı kategorik olarak reddetmese bile, Şeytan’ın argümanıyla karşılaştığında bu argü­manın içindeki yalanı açığa çıkaramaz mıydı?

Bunun için bir tek soru yeterli olabilirdi: “Tamam. Benim iyi­liğimi istediğine yemin ettin. Varsayalım ki bu doğru. Peki, ama niçin benim cennette ebedi kalmamı/iyiliğimi istiyorsun?”

Ayetlerden anladığımız kadarıyla Hz. Âdem’in kaygısı ve arzusu bu soruyu sormasını engellemişti. Aşağıdaki sayfalarda daha ayrıntılı açıklayacağımız gibi, duygular aklın önünde perde oluşturabilir.

Hz. Âdem’in kandırılma sahnesinden çıkardığımız sonuçları şu maddelerle özetleyebiliriz:

1. İnsanoğlu kandırılmaya yatkın bir varlıktır.

2. İnsanoğlu, dostunu da düşmanını da unutabilen bir varlıktır.

3.Şeytan insanın zaaflarım iyi çözümleyen usta bir aldatıcıdır. Kendisi için en olumsuz koşullarda bile, şartları lehine çevirebilecek inandırıcı argümanlar kurgulayabilir. Diğer bir ifadeyle, insan en avantajlı koşullarda bile kandırılabilen bir varlıktır.

4.Arzularımız ve korkularımız kontrol edilmediğinde bizi kandırılmaya yatkın hale getirir; düşmanımızı göremememize, dostumuzu unutmamıza sebep olur.

5.Düşmanı tanımamak, düşmanın düşman olduğunu unutmak bizi kandırılmaya hazır hale getirir.

6.Düşman koşullara, içinde bulunduğumuz bağlama ve psiko­lojik gerçekliğimize uygun yalanlar söyler. Diğer bir ifadeyle, şeytan standart basmakalıp söylemler kullanmaz; kişiye özel fısıldar.

7.Tefekkür, akletme (eleştirel sorular sorma) aldatıcının oyununu görmemizi sağlayabilir.

8. Bir kandırılma durumunda asıl sorun, kanmamıza sebep olan eylemi/ameli rasyonelize edip nefisimizi temize çıkarmaya ça­lışmaktır. Eğer bu yapılmaz ise, kandırılmak, sonrası için bir fırsata da dönüştürülebilir; bizi algı yönetimi ve manipülasyonlara karşı aşılayabilir. Peygamber Efendimizin, “Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz” hadisini de bu bağlamda anlayabiliriz.

İnsanı kanmaya eğilimli bir varlık haline getiren zaaflarım üç başlık altında inceleyeceğiz.Algı yönetmenlerinin hocası, büyük aldatıcı Şeytanla ilk karşılaşma Şeytan’ın zaferiyle sonuçlanmıştı. Ama insan bu ilk aldanıştan çok şey öğrenebilir. Eğer bu ilk sahneden gerekli dersleri çıkarabilirsek, bugün çok daha karmaşıklaşan algı operasyonlarına karşı durabil­memiz mümkün olabilir. Ama insan, öncelikle kendim aldanmaya pekiştiren yeni taktikler geliştirmektedirler.

Aldanan İnsanın Zaafları

1.Unutkanlık

İnsan: Unutan Varlık

Peygamberlerin bir görevi tezekkür, Kuranın bir diğer ismi de Zikirdir. Tezekkür hatırlamak anlamına gelmektedir. Kur an ve pey­gamberler insanlara unuttukları (ya da şeytan tarafından unutturu­lan) temel gerçeği insana hatırlatmak için gönderilmiştir. Bu gerçek hayata niçin gönderildiğimizdir. Çünkü insan unutan bir varlıktır, insan kelimesinin, ıns kavramından türediğini ve hem ünsiyet eden, hem de ünsiyet edilen varlık anlamına geldiğini söyleyenler olduğu gibi, insiyan kelimesinden türediğini ve Allahla yaptığı anlaşmayı unuttuğu, için bu ismin ona verildiğini söyleyenler de olmuştur (Er- tuğrul, 2004). Kuran da Âdem’in kandırılmaya yatkın hale getiren bir özelliği olarak unutkanlığına vurgu yapmaktadır:

Gerçek şu ki, bundan önce Âdem’e bir emir (ahid) verdik ama o unuttu ve biz onda bir azim de bulmadık (Taha Suresi: 115)

Unutmak tamamıyla olumsuz bir özellik olarak değerlendirilemese de, bizi yanılmaya ve kandırılmaya açık hale getirir. Unutkanlık, insanın temel bir özelliği olsa da hayatımız açısından önemli olan şeyleri unutmamak da bizim görevimizdir. Bu yüzden önemli şeyle­rin sık tekrar edilmesi unutmaya karşı bizi korur. Tekrar edilmeyen şeylerin zamanla unutulduğu bir gerçektir, insanlar eğer uzun bir müddet konuşmazlar ise, ana dillerini bile unutabilmektedirler. Bir öğretmen uzun süre derse girmez ise, kendi branşının temel bilgilerini unutabilmektedir. Bir avukat uzun süre duruşmalara girmezse en iyi bildiği yasaları hatırlayamayabilir. Şöyle bir geriye dönüp baktığımızda unuttuğumuz pek çok şey olduğunu görürüz. Gençliğimizde yıllarca arkadaşlık yaptığımız, en iyi dostumuzun ismini hatırlamakta zorlanırız. Hatta uzun süre görmediğimiz ak­rabalarımız bile unutulmaya yüz tutar.

Algı yönetmenleri ve manipülatörler insanın unutkanlık özelliğin­den faydalanırlar. Algı yönetmenleri aynı oyunları oynayarak halkları kurdukları tuzaklara defalarca düşürebilmektedirler. Özellikle hayata geliş amacımızı ve asıl düşmanımızı unutmak algı yönetmenlerinin işini oldukça kolaylaştırmaktadır. Bu sebeple, algı yönetimi sürecinin önemli bir bölümünü unutturmak oluşturur.

Amacı Unutmak/Unutturmak

Unutkan bir varlık olmasından dolayı, Allah, insandan kendini sürekli hatırda tutmasını sağlayacak bir takım amellerde bulunmasını talep etmiştir. Namaz böyle bir ibadettir, insanın günde beş vakit Allah’ın huzuruna durarak, nereden geldiğini ve nereye gideceğini hatırlaması istenmiştir. Gerçekte Allah insanın hayatına kendisini hatırlatıcı pek çok işaret (ayet) koymuştur, örneğin, ölüm bu hatırlaticılardan birisidir. İnsan hayata geldikten kısa bir süre sonra ölüm gerçeğiyle tanışır. Ölüm, bu dünyanın geçici olduğunu bize söyleyen en güçlü hatırlatıcıdır. Çevremizde sürekli birileri ölür. Her yıl tabiatın öldüğüne ve yeniden dirildiğine şahit oluruz. Bir çocuk kuşunun, köpeğinin, dedesinin öldüğüne şahit olur, ölümle hayat iç içedir. İnsan ölüm gerçeğiyle karşılaşınca hayata geliş amacım hatırlayabilir. “Öleceksem niye yaşıyorum?” temel sorusu, hayatın amacıyla ilgili bir sorudur. Ama bazı insanlar bir diğer ölüme kadar (genelde yakın kişilerin ölümü) bu gerçeği yeniden unutur. Kur’an bu gerçeği bir örnek olay üzerinden anlatmaktadır:

Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tadı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah’a halis kılarak: Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız diye Allaha yalvarırlar. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar. Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir; (bununla) sadece fâni dünya hayatının menfaatim elde edersiniz; sonunda dönüşünüz yine bizedir. O zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz.(Yunus Suresi:22-23)

1999 yılında gerçekleşen büyük Marmara Depremi’ni hatırla­yanlar, o günlerde insanların uzun bir süre dışarılarda yattıklarını da hatırlayacaklardır. O günlerde herkeste bir deprem bilinci oluşmuş, herkes deprem tedbirleri hakkında konuşur olmuştu. Bu bilinç uzun bir süre deprem olmayınca yavaş yavaş kaybolmuş ve normal hayatımıza geri dönmüştük. Ta ki yeni bir deprem oluncaya kadar. İnsanlar en travmatik yaşantılarını bile zamanla unutabilirler.

Doğruyu unuttuğumuz zaman, yanlış yapmaya açık hale geliriz. Girdiğimiz yazdı sınavlar, bunun belki de herkesin yaşadığı açık örneklerinden biridir. Sorunun cevabin, biliyoruzdur ama küçük bir detayı unuttuğumuz için, doğruya yakın olan çeldiriciye kanar, yanlış cevabı işaretleriz.

Bir askeri birlik, yarın savaş çıkacakmış gibi hazır olmalıdır. Barış ortamının rehavetine kapılan bir ordu, ani saldırılar karşısında bozguna uğrayabilir. Ancak hayatın rutin akışı çoğu zaman bizi hayatın acı gerçeklerinden uzaklaştırır. Kur an bunu “dalıp gitmek” olarak isimlendirmektedir. Dalıp gidenlerin durumu, Kuranda etkileyici bir uslupla aktarılmaktadır:

Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?

Onlar: ‘Biz namaz kılanlardan değildik” dediler.

Yoksula yedirmezdik.

(Batıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik. Din (hesap ve ceza) gününü yalan sayıyorduk.

Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı. (Müddesir: 42-47).

Ölümden en uzak olduğumuz (en çok unuttuğumuz) bir zamanda ölümün bize gelip çatması, bir ordunun en hazırlıksız olduğu bir zamanda saldırıya uğraması gibidir. Şaşkınlık ve bozgun kaçınılmazdır.

Düşmanı Unutmak: Şeytanın En Büyük Gücü Kendisini Unutturmasıdır

İnsan hayata geliş amacını unuttuğu gibi, bu dünyada bir düş­manı olduğunu da unutur.

Söylediğimiz gibi hayatın bazı temel gerçeklerini unutmanın bedeli ağırdır, özellikle düşmanlı bir dünyada yaşadığımız gerçeğini unutmanın bedeli çok dramatiktir. Buna işaret eden atalarımız “Su uyur, düşman uyumaz? demişlerdir.

Başrolünde Kevin Spacey’in oynadığı Olağan Şüpheliler134 filminde Verbal Kint (Kevin Spacey) filmin bir yerinde kendisini  sorgulayan FBI görevlisine “Şeytanın en büyük gücü kendisinin olmadığına inandırmakmış” der.

Algı yönetmenlerinin oynadığı en güçlü oyunlardan biri, bizi düşmansız bir dünyada yaşadığımıza inandırmaktır. Çevremizde olup biten kötülüklerin sanki kendiliğinden/doğal bir süreç içinde olduğu gibi bir atmosfer içine sokuluyoruz.

Algı yönetmenleri ve manipülatörler, insanın bu zaafından çok sık faydalanırlar, örneğin, zayıf ve yoksul halklar tarih boyunca kendi aralarında yaptıkları kavgalardan dolayı zengin ve güçlü ülkelerin tutsağı olmuşlardır. Bunun sayısız örneği vardır. Bu ülke­lerin içindeki sosyal fay hatlarını sürekli tetiklemek, ayrımcılık ve bölücülük çıkarmak sömürgecilerin sık kullandığı yöntemlerden biridir. Ama geçmişin acı tecrübelerini unutan halklar aynı tuzaklara her defasında düşmektedir.

1994 yılında tarihin en acımasız savaşlarından biri gerçekleşti. Ruandada Hutu ve Tutsiler arasında meydana gelen savaşta 100 gün içinde yaklaşık 1 milyon kişi öldü. Ölen de öldürülen de aynı toprağın insanlarıydı. Savaşın arkasında ise Belçika’nın politikaları vardı. Belçika Tutsileri Hutulardan daha üstün olduğuna inandırmıştı. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, Almanya’nın yenilmesiyle Ruandaya hâkim olan Belçika Tutsilere imtiyazlar tammış, eğitim ve bürok­raside onlara ayrıcalıklar vermiş; Hutulara karşı onları provake etmişti. Üstelik ülkenin yaklaşık %85-90’ı Hutu, %10-15’i Tutsiydi. Belçika azınlık olan Tutsiler eliyle ülkeyi yönetmişti. Belçika’nın uyguladığı bu nefret politikası, iki kabileyi birbirine düşman haline getirmişti. Yaklaşık 1 milyon kişinin öldüğü bu savaşta Hutular ve Tutsiler aym dili konuşuyordu. Katliamın arkasında Fransız ve Belçika emperyalizmi olduğu, BM’nin ise katliamlara sessiz kaldığı uzun süre tartışıldı.[135]

Daha 20 yıl öncesi gerçekleşen bu olaya benzer pek çok olay gerçekleşmiştir. Bugün Ortadoğu’da yaşanan katliam ve kargaşa benzer oyun ve tuzakların bir sonucudur. Ama halklar geçmişte yaşanan dramları unuttukları için aynı oyunlar bugün hâlâ etkili bir şekilde oynanabilmektedir. Yakın tarihin en vahşi kitlesel katliam­larından biri olan Ruanda olayı bugün acaba ne kadar hatırlanıyor?

Düşmanımızı unutmanın bedeli, yenilgi ve zillettir. Düşman ise, kendisini unutturmak için çeşitli taktikler kullanır. Bu taktiklerin en başta geleni de hedefini rehavete sürüklemek, onu en gafil ol­duğu anda avlamaktır. Bunun için, özellikle gençliği dalıp gidenler güruhundan yapmak için spor, müzik, cinsellik, internet, oyun, yemek, konfor vb. onlarca dünya süsünü kullanmaktadır. Bütün bunların amacı düşmanın kendini unutturmasıdır. Çoğu zamanda böyle bir rehavet içindeyken hezimet yaşarız. Kur an bu konuda bizleri uyarmaktadır:

İnceleyin:  İnsandaki cihazlar baki hayat için verilmiş

Düşman topluluğunu takip etmekte gevşeklik göstermeyi­niz… (Nisa Suresi: 104)

Alıcılarımız Nereye Çevrili: Sinyalleri Alamamak

Bu konuyu çok iyi örnekleyen yaşadığım bir olayı aktarmak yerinde olacaktır.

Çocuklarının uyuşturucu kullandığım öğrenen bir anne-baba bir gün danışmak için bana gelmişlerdi. Şoke olmuş durumdaydılar. Çocukları yaklaşık 2 yıldır uyuşturucu kullanıyordu ama onlar bunu ancak narkotik çocuklarım yakalayıp onlara haber verdikten sonra fark edebilmişlerdi. Olayı ayrıntılı bir şekilde dinledim. Çocukla da ayrıntılı bir görüşme yaptım. Gerçekte çocuğun uyuşturucu kullandı­ğını gösteren yaklaşık bir düzine işaret/sinyal vardı. Ama anne-baba bu sinyallerin hiç birini alamamıştı. Çünkü anne-babanın kafasının başka yerlerde olması (iş, güç vb. meşguliyetler) çocuklardan gelen bu sinyalleri almalarını engellemişti.

Bir televizyon, anteni nereye çevriliyse o yöndeki kanalların ya­yınlarını alacaktır. Diğer kanallardan sinyal gelmeye devam etse de, anten başka bir frekanstan gelen sinyallere yönlendirildiği için diğer kanalların programlarını ekranda görmek mümkün olmayacaktır. Hayat da aynen böyledir. Alıcılarımızı nereye çevirmeyi tercih edi­yoruz? Sonuçta bütün yayınlan aynı anda izlemek mümkün değildir Dikkat kuramları bunu bilimsel temelde açıklamaktadır.

İnsan doğası gereği bir şeye yoğunlaştığı zaman, başka bir şeye dikkatini verememektedir. Diğer bir ifadeyle biz aynı anda iki şeye birden aynı oranda dikkat etmekte zorlanırız. Dikkat kuramları, bir şeye dikkat etmenin ancak diğer şeyleri filtreleyerek mümkün olabileceğini söylemektedirler.

Broadbent (1958) dikkate ilişkin ilk kapsamlı kuramı ortaya koyan kişilerdendir. Broadbent’in kuramı filtre kuramı olarak adlan­dırılmaktadır. Broadbent’e göre dışarıdan gelen uyaranlar duyular vasıtasıyla alınır ve kısa şiirdi depoya getirilir Bu uyaranlar kısa süreli depoya getirilirken korunur. Ancak ondan sonra bu uyaranlar seçici filtre tarafından elenir ve ancak biri “darboğaza girer ve ancak bu kanala giren bilgi işlenir diğerleri silinir. Örneğin bir toplantıda iki farklı konuşmacıdan gelen bilgileri kısa süreli depo kaydedecektir. Ancak kaydedilen bu bilgilerden sadece bir tanesi seçilecek ve kanala girecektir. Dolayısıyla kişi konuşmacılardan sadece bir tanesinden gelen bilgiyi işleyecek diğer konuşmacıdan gelen bilgiyi silecektir. Broadbent’e göre bilgi kısa süreli depoda saniyeler düzeyinde kala­bilir ve bu kısa süre içerisinde eğer filtrelenmez ise kaybolup gider (Akt., Amado, 1996).

Dikkat bu tanıma göre bir uyarana yoğunlaşmaktan çok, diğer uyaranları eleyebilme becerisidir. Dikkat etmek bir tercih meselesidir. Sonuçta dikkat etmeyi tercih ettiğimiz şeyleri hatırlarız. İşyerinde bir gün önce izlediğimiz (izlemeyi tercih ettiğimiz) program hak­kında konuşuruz. Diğer programlar bizim hayatımız üzerinde daha belirleyici etkilere sahip olsa bile, o programlar muhabbetimize dâhil olmaz. Bu bizim seçimimiydîr

Unutmayı Tercih Edenler: Seçici Unutma

Algı yönetmenleri ve manipülatörlerin hedef kitlenin duygu ve düşünce dünyasını meşgul edecek eğlenceli alternatifler üretmesi, kendileriyle ilgili temel gerçeği unutmaları için gereklidir. İnternet teknolojisinin gelişmesiyle birlikte bu eğlenceli alternatifler daha da artmıştır, örneğin, online oyunlar bunun çarpıcı bir örneğidir. Hayatının büyük bölümünü internette online oyunlar başında geçiren büyük bir kitle oluşmuştur. Hatta bu kitleyi tanımlamak için yeni bir kavram olan “netizen” (internet vatandaşı) tanımı yapılmaktadır. “World of Warcraft” isimli oyunu dünyada 10 milyondan fazla genç oynamaktadır. Bundan daha popüler olan “Leauge of Legend/LOL” ise 67 milyon kişi tarafından oynanmaktadır.136

Algı yönetmenleri ve manipülatörler kitleler için mikro dünyalar var etmekte, onları gerçek dünyanın bütüncüllüğünden kopar­maktadır. Bu kimi zaman bir müzik türü, kimi zaman motorsiklet tutkusu, kimi zaman da at yarışı gibi oyunlar olabilmektedir. Bir mikro dünyanın parçası olan kişiler, o dünyadaki kişiler arası ilişki­lere dâhil olmakta ve çoğu zaman gerçeklikten giderek koptukları bir gündemin içinde ömürlerini geçirmektedirler.

Bir kavhede çay içerken rastladığım şu enstantane bu durumu örneklemektedir:

Yanımdaki masada oturan orta yaşlı iki kişi önlerindeki gazeteden bir sonraki haftanın maç sonuçlarına ilişkin tahminlerde bulunuyorlardı. Muhtemelen iddia tarzında bir oyun oynuyorlardı. İlginç olan, bu kişilerin İskoçya amatör ligindeki takımlardan bile haberdar olmalarıydı. Bu kişiler takımların önceki hafta performansları, kaç sakat futbolcuları olduğu, sarı kart cezalısı bir futbolcularının olup olmadığı, kulüp yönetiminde bir sorun olup olmadığı gibi onlarca ayrıntı üzerinde bilgi sahibiydiler. İskoç amatör ligindeki bir takım hakkında bu kadar bilgi sahibi olan bu arkadaşlarımızın çocuklarını bekleyen tehlikelerden haberdar olmaları mümkün olabilir mi?

Aynı şeyi heavy metal müziği araştırırken de fark etmiştim. Rock’ın bir alt türü olan bu müziğin o kadar çok alt türü vardı ki, bilmek ve öğrenmek için bir ömür gerekiyordu. Motorsiklet tutkusu olan mahallemizin bir esnafının motorsikletler ve aparat­ları hakkında sahip olduğu bilgi insanı hayrete düşürecek kadar fazlaydı. Kendi aralarında küçük ayrıntılar hakkında yaptıkları ateşli tartışmalara tanık olduğum da “motorsikletçiler” diye ayrı bir dünyanın (tarikat da denilebilir) olduğuna inanıyorsunuz. Yamaç paraşütçüleri, dağcılar, go oyunu muhipleri, kore dizisi sevenler grubu… Her biri ayrı bir mikro dünya…

Bu mikro dünyaların üyeleri bu gruplar içinde küçük mikro kimlikler ediniyor ve asli kimliklerini unutuyorlar.

Psikolojik araştırmalar bazı kişilerin unutmayı tercih ettiğini gösteriyor. Gerçekle yüzleşmeye ve mücadele etmeye cesareti ol­mayan bu kişilik tipi, unutarak rahatlamaya çalışıyor. Psikanalizin “seçici unutma” dediği bu durum, kişinin kendini rahatsız eden gerçeklerden kaçınmak için, bu gerçekleri başka şeylerle bastırması anlamına geliyor.

Tolstoy İvan illyiç’in Ölümü adlı eserinde, gerçekten kaçınmak için insanın kendisine ne denli gerçekçi açıklamalar getirdiğini etkili bir şekilde anlatıyor:

Kalbinin derinliklerinde ölmekte olduğunu biliyordu, fakat bu düşünceye alışık olmamanın yam sıra onu anlamıyor, anlayamıyordu. Kiezewetter’in Mantık’ından öğrendiği bir uslamlama: ‘Caisus bir insandır, insanlar ölümlüdür, o halde Caisus da ölümlüdür! Caisus’a uygulandığında hep doğru gibi görünüyordu, ama kendisine uygulandığında kesinlikle öyle görünmüyordu. Caisus’un -genel bir adam- ölümlü olması tamamen doğruydu, ama o Caisus değildi, genel bir insan değildi o, diğerlerinden oldukça, oldukça ayrı bir yaratık. O bir zamanlar küçük Vanya olmuştu, annesi, babası, Mitya ve Volodya ile oyuncakları, arabacısı ve dadısı ve daha sonra da Ketenka’yla, çocukluğun, delikanlılığın ve gençliğin bütün o neşeleri, üzüntüleri ve keyiflerini yaşamıştı. Caisus, Vanya’nın çok sevdiği çizgili deri topun kokusu hakkında ne bilirdi ki? Caisus annesinin elini öyle öpmüş müydü hiç, elbisesinin ipeği onun için de böyle hışırdamış mıydı? Okuldaki pasta kötü olunca kendisi gibi isyan çıkarmış mıydı? Caisus öyle âşık olmuş muydu? Caisus kendisi gibi oturumlara başkanlık etmiş miydi? “Caisus gerçekten ölümlüydü ve onun ölmesi doğruydu; ama benim, bütün o düşüncelerim ve duygula­rımla küçük Vanya’nın, İvan İllyiç’in ölümü, tamamen farklı bir konu. Ben ölemem. Bu korkunç olurdu.

İnsan öleceğini bilerek yaşayan tek canlıdır. Ama bu bilgiyi farkındalık alanından uzaklaştırmak için çaba gösterir. Ayrıca insan sorumluluk hisseden bir varlıktır. Ama sorumluluklarımızın pek çoğu can sıkıcı gerçeklerle bizi karşı karşıya getirir.

Koskoca bir eğlence endüstrisi dünyanın bu “sıkıcı” gerçekle­rinden kaçınmak için unutmayı seçenlere sayısız alternatif sunuyor.

Okey masasında, televizyon ekranında, klavye başında, oyun konsolunda, rakı masasında, kapalı tribünde, konser sahnesinde, sinema perdesinde unutulan bu “sıkıcı” gerçekler günün birinde bu kişilerin yakasına yapışıyor. Bu gerçeklere karşı hiç bir hazırlığı olmayan kitleler unuttukları düşmanın kolay lokması oluveriyor.

Algı Yönetmenleri Yüzümüzde Embesil Bir Sırıtmayla Yaşamamızı İstiyor

Algı yönetmenleri ve manipülatörler hepimizin, suratında embesil bir sırıtma ile yaşamamızı istiyor. “Pozitif ol!” “Sadece yaşa” “Keyfine bak” gibi mortolarla mankurtlaşan zihinler dostunu düşmanını ayırt edemez hale geliyor.

Bazen öğrencilerime “Arkadaşlar her gün 24 bin çocuk açlıktan ölüyor. Son elli yılda savaşlarda 48 milyon kişi öldü. Uyuşturucu tacirleri her gün bir çocuğumuzu aramızdan alıyor? gibi bazı ger­çekleri hatırlattığımda, genelde: “Hocam içimizi kararttınız!” gibi bir tepkiyle karşılaşıyorum.

Bu tepkinin geldiği zihnin algı yönetmenleri tarafından uzun yıllar boyunca şekillendirildiğinin farkında olmalıyız. îlkin, öğ­rencilerim, (farkında olmayarak) bu tabloyu var edenleri değil, bu tabloyu hatırlatan(lar)ı suçluyor: İçimizi siz kararttınız.’

İkincisi, bu tepki, “Biz ne güzel yaşayıp gidiyorduk (dalıp gitmiş­tik) niçin bunları söyleyip bizi rahatsız ediyorsunuz?” serzenişini içinde taşıyor.

Algı yönetmenleri ve manipülatörler, kitleler, var ettikleri dün­yanın gerçeklerini hatırladıklarında onlara nasıl davranacaklarını da öğretiyorlar, örneğin şu yargıyla sık karşılaşıyorum: “Herkes yaptığının karşılığını alıyor”

Bu yargı bir noktaya kadar doğru. Aslında herkes içlerinde bir yerlerde, bu gerçekleri değiştirmek için yapabileceği bir şeyler olduğunu biliyor. Ama sözünü ettiğim yargı onları rahatlatıyor. Niçin bunlar oluyor? Çünkü bu onların suçu! Aslında faili kurtaran bu açıklama biçiminin nasıl olup da içimize gelip yerleştiğim iyi analiz etmeliyiz.

Örneğin, Afrika’nın ya da Ortadoğu’nun yaşadığı açlığı, savaşları ve yoksulluğu onların cahilliklerine ya da eğitimsizliklerine bağlayan çok sayıda yazı okudum ya da konuşma dinledim. Hepimize bu yaklaşım biçimin öğretildiğini farketmemiz algı yönetmenlerinin kullandıkları teknikleri anlamamız açısından da çok önemlidir.

Evet, bu açıklama biçimi bize algı yönetiminin bir parçası olan bilim adamları ve aydınlar tarafından öğretilmiştir. Niçin sömü­rülüyoruz? Çünkü bunun sebebi biziz. Eğitimsizlik, cehalet vs. Asıl sebep bunlardır. Suçluyu gözlerden uzaklaştıran/unutturan ve yaşanan problemi mağdurun/kurbanın zaaflarına bağlayan bu yaklaşım biçiminden herhalde en fazla problemin asıl failleri mutlu oluyordur.

Tekrar etmekte fayda var. Bir kandırma durumunda kandıran da kanan da sorumludur. Ama ikisi arasında çok önemli bir fark vardır ve bu yaklaşım biçimi bize bu farkı unutturmaktadır. Kandırma eylemi içinde kasıt, kanmak ise zaaf taşır. Kasıt suçla ilişkili, zaaf destek olmak/yardım etmekle ilişkilidir.

Fail kandırdığım biliyor, mağdur ise farkında değildir. Far­kında olmamak, elbette ki sığınılacak bir mazeret olmamalıdır. Ama mağdurun eğitimsizliğinin, cehaletinin, sorumsuzluğunun, kayıtsızlığının; failin suçunu örten bir perde gibi kullanılmasına da izin verilmemelidir.

2.Duygusallık

Çocuğunu özel bir okula kaydettiren birine, “Niçin o okula kaydettirdin?” diye sorduğum da “Çok güler yüzlü insanlar, sıcak davrandılar? demişti. Eğer bu kişi, hayatındaki diğer kararları da böyle veriyorsa, algı yönetmenleri ve manipülatörlerin en hoşlandığı tipler arasında demektir. Güleryüz, bir okula kaydettirme işleminde dikkat edilecek faktörlerden biri olabilir, ama duygusal tipler için belirleyici bir faktördür.

Kandırılmaya yatkın kişiliğin diğer bir özelliği, duygu merkezli hareket etmesidir. İnsanın eylemlerinde duyguların etkisi olması doğaldır ve hatta gereklidir. Ancak, insanın kararlarında/eylemle- rinde duygularının etkisi olması ayrı bir şey, duygu merkezli hareket etmesi ayrı bir şeydir. Öfke, sevgi, merhamet, hüzün vb. duygular doğaldır ve aklın kontrolünde kullanıldığı sürece faydalıdır. Örnek vermek gerekirse, duygular arabanın benzini gibidir; arabanın hareket etmesi için gerekli enerjiyi sağlar. Ama arabanın hareket etmesi başlı başına iyi ya da kötü bir şey değildir. Direksiyonda usta bir şoför yoksa arabayı harekete geçiren o enerji bizi bir uçuruma da yuvarlayabilir.

Atalarımız “Öfkeyle kalkan, zararla oturur?, “Aşkın, gözü kördür? “Merhametten maraz doğar?137 demişlerdir. Bu sözler duygularıyla hareket eden kişilerin eylemlerinin sonuçlarından zarar göreceğini açıklamaktadır.

Duygular mantığı gölgeleyebilir; aklın önünde perde olabilir. Duygularının kontrolünde hareket eden kişiler algı yönetmenlerinin en sevdikleri tiplerdir; kolay hareket geçerler.

Duygusal Kişiler Gerçekliği Çarpıtır: Arzuladığımız Şeye Kendimizi İnandırma

Ayı demiş ki, “Bu yıl çok armut olacak” “ Nereden biliyorsun?” diye sormuşlar. “Çünkü” demiş; “Canım öyle istiyor!”

Bazen çevremizdeki işaretleri, gerçekte öyle olmamasına rağmen, arzularımızın etkisiyle yorumlayabiliriz. Bir şarkıda “yalan da olsa bana sevdiğini söyle” gibi bir mısra vardı. Tuhaf ama insan, sevdiği/ istediği/arzuladığı şeye inanmayı yalan da olsa tercih edebiliyor.

İnsan birine aşık oldu mu, onun iyi özelliklerini “çok iyi algı­larlar; kötü özelliklerini ise, ya görmez gelir ya da önemsizleştirir. Aynı şey sevmediğimiz kişiler için tersinden geçerlidir. Bu durum duygularımızın gerçekler üzerinde büyüteç etkisi yaptığını bize gösterir. “Aç tavuk kendini darı ambarında zannedermiş!” sözü ve Anadolu’da çok söylenen “Söyle söyle yalan da olsa hoşuma gidiyor? sözü, gerçekliği kendi hislerimize göre nasıl çarpıtabileceğimizi güzel bir şekilde anlatıyor.

Sosyal psikolojide yapılan araştırmalar, insanların arzuladıkları şeylere kendilerini inandırma eğiliminde olduklarını göstermiştir. Örneğin, aç olan kişilerin, ödül eğer hamburger ise, bir piyango çekilişinde kendilerini daha şanslı gördüklerini göstermiştir. Bu duruma abartılı iyimserlik denilmektedir. Arzularımız muhte­melen, mantık ve muhakememize etki ederek, arzuladığımız şeyi destekleyen verileri daha büyük görmemizi sağlarken, arzumuzla ters düşen şeyleri küçültmemize neden oluyor.

Bunun kitlesel anlamdaki bir örneğini “Arap Baharı” denilen süreçte yaşadık. Türkiye’deki (en azından bir kesim) Arap Baharı’nda yaşanan gelişmeleri abartılı bir iyimserlikle karşılamıştır. Diktatörlük­lerin yıkılıp, halk iradesinin gerçekleşeceği yönündeki işaretler umut verici olmasına rağmen, riskler görmezden gelinmiştir, özellikle Mısır’da İhvan’ın seçimle başa geçmesi umutları iyice arttırmıştır. Türkiye’de azımsanmayacak bir kesim yaşananları bir devrim olarak isimlendirmiştir. Ancak sonraları bu tanımlamanın aceleyle yapılan bir tanımlama olduğu anlaşılmıştır. Pek çok Ortadoğu uzmanının görüşlerinin doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu algı ve muhakeme hatasının arkasında yatan psikolojik dinamikler önemlidir.

En azından bir kısım Müslümanlar için “aniden” başlayan ve “beklenmedik” bir hızda olumlu gelişen “Arap Bahan” bütün Müs­lümanlar için özlemi duyulan bir tabloyu yansıtıyordu. Böylesi bir tabloyu “özlemini duyduğumuz, arzuladığımız” şekilde yorumlamak doğal, insani eğilimdir.

Ama bu yorum gerçekçi verilere dayanmadığı zaman hayallerle gerçekler birbirine karışabilir. Bunu ayırt etmenin en iyi yolu acele karar vermemek ve zor da olsa “tersi kanıtları” aramaktır.

Ancak “Arap Baharı” süreci başlangıcından itibaren “olumlu pencereden” değerlendirilmiştir. Bu, doğaldır ama doğru olmaya­bilir. En azından bir istisna yapmakta fayda vardır. Hele ki, yapılan istisnanın makul gerekçeleri varsa.

Arap Baharı sürecinde duygusal tutumun mantıklı kanıtlara karşı gösterdiği tutum da ilginçtir. Arap dünyasında yaşanan ge­lişmelere kuşkuyla yaklaşan bir kesim, “Arap baharı bir projedir” şeklinde kötümser bir perspektifle konuya yaklaşmıştır. Fakat abar­tılı iyimserlik içinde olan kesimler, bu argümana karşı “Bu, Arap haklarına sümsük, ahmak ve pısırık demektir.” şeklinde “duygusal bir dil” kullanarak yanıt vermişlerdir. Daha da önemlisi bu yanıt bizim “arzuladığımız şeye ilişkin” tersi kanıtlar aramakta ne kadar isteksiz olduğumuzu yansıtmaktadır.

Paranoyak bir şüphe elbette ki tartışmaya değmez, ama gerekçesi olan “makul/mantıklı şüpheler değerlendirmeyi hak etmektedir; hayallerimize ve arzularımıza ters düşse bile.

Duygusal Kişiler Mantıklı Açıklamalara Karşı da Duygusal Direnç Gösterir

Bir kişi herhangi bir olaya/duruma/soruna karşı bir görüş bil­dirdiğinde ve bu görüşünü çevresiyle paylaştığında bu görüşünün aksine kanıtlar gelse dahi ilk ortaya koyduğu görüşten dönme olasılığı zayıftır.

Buradaki kritik nokta, kişinin görüşünü “başkalarıyla” pay­laşmasıdır. Bu aşamadan sonra kişi görüşünü değil bir bakıma kendini savunmaya başlar.

Sosyal psikolojide yapılan araştırmalar bu durumu ortaya koymaktadır. Örneğin, bir kişi bir araba almaya karar verdiğinde bütün marka seçeneklerini değerlendirir. Ancak bir markaya karar verdikten sonra, kararının lehine olan verilere daha duyarlı hale gelirken, tersi kanıtlara duyarsızlaşır. Örneğin, karar verdiği markanın “daha az yaktığı” ile ilgili bir haber daha çok dikkatini çekerken, “parçalarının pahalı olduğu’na dair bir bilgi değersizleştirilir.

Yapılan pek çok araştırma toplum karşısında savunulan bir fikirden geri dönmenin oldukça zor olduğunu gösteriyor. Öyle ki, bir araştırmada farazi olarak sunulan bir durumda kişi bir gö­rüşü savunmuştur. Sonrasında savunduğu görüşün yanlış olduğu söylenmesine rağmen kişi görüşünü savunmaya devam etmiştir.

Yıllarca aile sorunları dinlemiş bir danışman olarak, yapılan evlilik tercihlerinde benzer pek çok evlilik biyografisi dinledim. Bazen, sevdiği kişiyle evlenebilmek için, anne-babası da dahil herkesi karşısına alarak sevdiğine kaçan bir kadın, evlendikten 1 yıl gibi kısa bir süre sonra boşanma kararı verebiliyor. Evlendiği adamın pek çok negatif özelliğinden bahsediyor. Kadınların bir kısmı, “Evlenmeden önce böyle değildir gibi bir argüman geliştiriyor. Muhtemelen, kocası, bu negatif özellikleri bir yıl içinde kazanmamıştı. Sorun, kadının müstakbel kocasına karşı hissettiği duyguların, adamı doğru değerlendirmesini engellemesidir.

Bu tür sorunlarda ilginç olan bir nokta da şudur. Duygusal kişiler, mantıklı açıklamalara karşı da duygusal direnç gösterirler. Böyle bir evlilik yapmış kişilerden bazıları, bugün şikâyet ettikleri sorunların bazılarını çevresinin ona hatırlattığını anlatır:

Ama o zamanlar, kocamın negatif özelliklerini söyleyenlere kızıyordum. Sanki herkes çok mu iyi, senin kocan sütten çıkmış ak kaşık mı gibi tepkiler veriyordum. Ya da bana söylenenleri, beni çekememelerine yoruyordum.

Bu tür açıklamalar, duygu merkezli hareket eden kişiler hak­kında ilginç bilgiler veriyor. Bunun farkında olan algı yönetmenleri genelde kitlelerin mantığına değil, duygularına hitap eden bir dil kullanırlar. Birinci bölümde aktardığımız kandırmanın dokuzuncu kuralında algı yönetmenleri ve manipülatörlerin, niçin duyguları hedef aldığını ayrıntılı olarak açıklamıştık.

Kur’an duyguların kontrol edilmesine ilişkin önemli uyarılarda bulunmaktadır. “Bir kavme olan öfkeniz, sizi adaletsizlik yapmaya yöneltmesin” “Merhametiniz hadleri uygulamaktan alıkoymasın” gibi ayetler duyguların kontrolünde hareket etmememiz gerektiğini anlatmaktadır. Bu ayetlerde dikkat çekici olan, duyguların reddedilmemesidir. Örneğin, “öfkelenmeyin” demiyor; ya da “merhamet etmeyin” demiyor. Öfkeniz ya da merhametiniz sizi yönetmesin, diyor.

Duygular bize hareket etmemiz için güç verirler ama davranış­larımızın sonuçları hakkında bize bir şey söylemezler. Duygular tatmin edilmek isterler, o kadar. Sutherland (2009) duygularının etkisi altında hareket eden kişilerin irrasyonel davrandıklarım çe­şitli örneklerle aktarmaktadır. Bir fabrikada işçiler arasında şöyle bir çalışma yapılmıştır. A bölümünde çalışan işçilere kendilerine ve B bölümünde çalışan işçilere yapılacak zamla ilgili iki seçenek sunulmuştur: İlk seçenekte A bölümü işçilerine %10 zam; B bölümü işçilerine de %20 zam yapılacaktır. İkinci seçenekte ise A bölümü işçilerine de B bölümü işçilerine de %5 zam yapılacaktır. Hangisini tercih ettikleri sorulmuştur. A bölümü işçileri ikinci seçeneği tercih etmişlerdir. Tekliflerde de açıkça görüldüğü gibi, B bölümü işçileri hiç söz konusu edilmemiş olsa, teklif şu şekildedir: %10 zam mı istersiniz, %5 zam mı? A bölümü işçileri %5 zam istemişlerdir. Bu irrasyonel kararın arkasında duygular vardır. B bölümü işçilerine karşı duydukları kıskançlık onları daha az zam alma kararına yöneltmiştir. Sonuçta B bölümü işçilerinin cebine daha fazla para girmesi onların zararına olan bir şey değildir. Ama %5 daha az zam almak A bölümü işçilerinin cebine zarar veren bir karardır. Ama kıskançlık duygusu tatmin edilmek ister; bize zarar verse bile.

İnceleyin:  Nereye:Saadete mi,Selamete mi?

Algı yönetmenleri ve manipülatörler kitlelerin duyarlı olduğu “din” “milliyetçilik” “namus” “mezhep” gibi konuları kitleleri kendi amaçları doğrultusunda harekete geçirmek için sık sık kullanırlar. Bu konular genelde, “merhamet” “öfke” “korku” gibi duyguları daha kolay harekete geçirebilmektedir. Özellikle günümüzde, “mezhepçilik ve “milliyetçilik” Ortadoğu halklarının kendi aralarında savaşması için kışkırtılan iki temel konudur. Irak’ta yüzbinlerce kişi bu yolla birbirine kırdırılmıştır. Bir gün şiflerin gittiği bir camı bombalan­mış, ertesi gün sünnilerin gittiği bir camı bombalanmıştır. Ölenler, Iraklı, Müslüman ve Araptır. Aralarındaki tek fark mezhepleridir. Her iki taraf da zarar görmekte ve acı çekmektedir. Ölen ve öldüren Müslüman, kanın aktığı yer kendi toprakları, milliyetleri aynıdır. Sadece öldürdükleri silah Amerika, Avrupa ya da İsrail malıdır. Aslında oyun çok basittir. O kadar basittir ki, ilkokul öğrencileri bile bu oyunu anlayabilir. Müslümanların kendi aralarında savaş­ması, Amerika’nın, İsrail’in ve Avrupa’nın işine gelmektedir. Müs­lümanların birbirlerine karşı olan öfkesi Batının silah satmasına ve Müslümanların yaşadığı coğrafyada kendi politikalarını daha rahat uygulamasına yol açmaktadır. Konu bu kadar basittir. Fakat sorun şudur ki, öfke ve asabiyet, ilk bölümde de vurguladığımız gibi, insanları sarhoş etmektedir. Aklın önüne perde çekmekte ve insan kendi darağacını kendisi kurmaktadır.

Müslümanların zaman zaman anlaşmazlıklara düşmesi, hatta karşı karşıya gelmesi bile mümkündür. Ancak Kur’an bu noktada kardeşliğe vurgu yaparak önemli bir ilke getirmektedir: “O halde kardeşlerinizin arasını düzeltiniz” (Hucurat Suresi:10). Asıl olan, kavgayı körüklemek değil, arayı bulmak, öfkeleri azaltmaktır.

İlginç olan şudur ki, çoğu zaman insanlar kendilerine zarar vereceğine bilse bile öfkelerinin, şehvetlerinin ya da korkularının yönlendirmesiyle hareket edebilmektedirler. “Atın ölümü arpadan olsun”, “Battı balık yan gideri” gibi sözlerle desteklenen bu kişilik tipi, algı yönetmenleri ve manipülatörler için bulunmaz bir hazinedir.

Ruanda’da yaşanan katliamı burada yeniden hatırlamak gerekir. Yaklaşık 1 milyona yakın Ruandalı birbirini öldürmüştür. Kin ve nefret, yüzyıllar boyu devam edecek acıların yaşanmasına neden olabilir.

Duyguların kontrol edilememesi sadece sosyal ve siyasal olaylarda değil, bireysel yaşamımızda da onulmaz yaralara yol açabilir. Bir gün dolmuşla giderken iki taksi şoförünün kavgasına şahit olmuş­tum. Biri tali yoldan ana yola burnunu uzattı, öteki şoför eliyle “Ne yapıyorsun?” der gibi bir hareket yaptı. Diğer şoför, el frenini çekip hiddetle aşağı indi.Öteki şoför de indi. Tali yoldan inen şoför (ki hatalıydı) elindeki demirle diğer şoförün kafasına vurdu. Adamın kafasından kan fışkırdı, yere yığıldı. Her şey bir kaç saniye içinde olup bitti. Adamın ölüp ölmediğini bilmiyorum. Biz yola devam ettik. Muhtemelen olay yerine polisler geldi, eğer adam öldüyse, belki 10-15 yılını geçirmek üzere diğer kişi hapishaneyi boyladı.

Halbuki, “Hasbinallah” deyip iki şoförden en azından biri yola devam etseydi, bir kaç saat sonra her ikisi de olayı unutacaktı. Akşam yemeğinde anlatılacak bir konu olarak bile hayatlarında yer almayacak bir konu, birinin (belki) ölümüyle, diğerinin ise (belki) hayatının geri kalanını hapishanede geçirmesine yol açtı.

İnsanlar çoğu zaman bir davranışının amaca hizmet edip et­mediğine bakmıyor; gururunu, hırsını, öfkesini, şehvetini tatmin eden davranışları düşünmeden yapıyor.

3.Tefekkür Zaafı

Yeteri kadar düşünmeyen, ezber ve klişelerle hareket eden kişiler algı yönetmenleri ve manipülatörler için kolay lokmadır. Hatalı düşünme biçimleri de algılarımızın kolay yönetilmesine sebep olur.

Kur’an “Yeteri kadar düşünmezseniz, pislik içinde kalırsınız? (Yunus Suresi: 100) diyerek bu konuda insanlığı uyarmıştır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik düşünme becerisine sahip olmasıdır. Ancak tefekkür bir çaba işidir, özellikle kitaptan, kalemden uzaklaşan bir nesil için düşünmek daha da bir zahmetli iş haline gelmiştir. Çevresinde gördüğü, yaşadığı olayları; medyadan gelen haberleri, okulda öğrendiklerini araştırmaksızın/sorgulamaksızın kabul eden kişilerin kötülük merkezlerinin tuzağından kurtulma şansı yoktur.

İnsanların bir kısmı klişelerle, atalarından öğrendikleri ezbere bilgilerle hareket ederler. Klişelerin ve edindiğimiz ezberlerin bir kısmı faydalıdır ama her sosyal/siyasi/kültürel olay kendi koşulları ve bağlamı içinde yeniden değerlendirmeyi gerektirir.

Örneğin “değişmeyen tek şey değişimdir!” klişesini düşünelim. Hayatın bir hareket ve değişim içerdiği doğrudur. Ama bu ifade, eğer üzerinde biraz düşünürsek, içinde temel bir düşünce hatası barındırır. Bir defa insanlık tarihi boyunca, hem toplumlarda, hem de doğada değişmeyen pek çok şey bulabiliriz; değişen pek çok şey bulabildiği­miz gibi İnsanlar 2500 yıl önce bir birlerine taş atarak savaşıyorlardı; bugün ise füze atarak savaşıyorlar. Bu örnek hayatın hem değişen, hem de değişmeyen yönlerini güzel örneklemektedir. İnsanlar tarih boyunca birbirlerine düşmanlık etmişler ve zarar vermek istedikleri tarafa bir şey atmışlardır, tokat, taş, iftira, ok, kurşun, bomba ya da füze… Fakat her şeyin değişebilir olduğu düşüncesi; hemen herkesi değişimin meşruluğunu kabule yöneltmektedir Bu ise insanların farkında olmadan pragmatizmin temel bir ilkesini benimsemesine yol açmaktadır.

Örneğin, eğitim psikolojisi dersinin, ahlaki gelişim konusunda sınıflara: ‘Ahlak evrensel midir? Evrensel ahlaki ilkeler var mıdır?” diye bir soru yöneltiyorum, öğrencilerimin pek çoğu, ahlakın “göreceli” olduğunu, toplumdan topluma değişen bir şey olduğunu söylüyor. Bu yargı, muhtemelen postmodern felsefenin çok doğrulu düşünce sisteminin zihinlere yaptığı etkiyle ilişkili olsa gerek. Ama öğrencilerimin, en azından önemli bir bölümü, niçin böyle bir düşünceye sahip olduklarının farkında değil. Düşüncelerini biraz daha açmalarını istediğimde, genelde şu örneği verdiklerini görü­yorum: “Örneğin, Türkiye’de bir çocuk babasının yanında bacak bacak üstüne atarsa, bu saygısızlık olarak görülür; ama aynı şey Amerika’da normal karşılanır?

Bu örneğin, ahlaki davranışla ilgili bir örnek olup olmadığını bir kenara bırakarak şu soruyu yöneltiyorum; “O zaman bir şeyin ahlaki bir davranış ya da ahlaksız bir davranış olduğuna toplum karar veriyor, öyle değil mi?” Sonra şunu ekliyorum: “Eğer böyleyse, bugün her kötülük savunulabilir hale gelir. Örneğin, siz hiç bir pedofiliği, suçlayamazsınız. Eğer ahlak göreceli bir şey ise, adam sana çocuklara sarkıntılık yapmak, size göre kötü bir şey; bize göre değil’ diyecektir. Örneğin, Hollanda’da bugün pedofiliyi savunan bir parti var. Yasal anlamda çocuklara sarkıntılık etmenin serbest bırakılması için propaganda yapıyorlar?

Bu tartışma ortamından sonra genelde düşünceler değişiyor. Evrensel anlamda değişmeyen ahlaki ilkeler olduğu görüşü ağırlık kazanıyor.

Düşünmek çaba ve zahmet gerektiren bir insani özelliktir. Ezber düşünceleri ve klişeleri her vücuda giydirmeye çalıştığımız elbise­lere benzetebiliriz. Standart bir elbise bazı insanların üstüne tam oturur ama bazılarına bol, bazılarına da dar gelir. Ama sonuçta bir şekilde olsa da olmasa da o elbiseyi karşımızdaki kişiye giydirmeyi başarabiliriz. Fakat bazen karşımıza öyle biri çıkar ki, artık o elbise o kişiye olmaz. Başka alternatifimiz yoksa elimizdeki elbiseyi o kişiye giydirmek için elbiseyi yırtmak/bozmak zorunda kalabiliriz.

İnsan zihni çeşitli düşünme hataları yapmaya eğilimlidir. Düşünme hataları da algı yönetmenleri ve manipülatörlerin işini kolaylaştırmaktadır.

Zihinsel Kalıplar Çevreyi Kendi Klişelerine Göre Çabuk Biçimlendirmeye Eğilimlidir, Ama Değişime Karşı Dirençlidir

Emekli CIA eğitimcilerinden Richard Heuer (1999) CIA ajanla­rına verdiği derslerden oluşan İstihbarat Analizinin Psikolojisi adlı kitabında bu temel ilkeyi aşağıdaki şekille (Şekil 13)138 açıklamaya çalışıyor.

Bu şekilde figürlerin birinci resimden sekizinci resime kadar ve belirsiz olarak erkekten kadına doğru değiştiğini görüyoruz. Birinci resim açık bir şekilde erkek resmine benzerken, sekizinci resim açık bir şekilde kadın resmine benzemektedir. Ancak, dört ya da beşinci resimler o kadar açık değildir. Kadın resmine de, erkek resmine de benzetilebilecek biçimde çizilmiştir. Bu figürler üzerinden farklı araştırmalar yapılmıştır. Bu resimler araştırmaya katılanlara tek tek gösterilmiştir. Araştırmalardan ilginç sonuçlar çıkmıştır. Bu resimlere önce birinci figürden bakmaya başlayan kişiler devam eden resimlerde de hep bir “erkek” resmi görmeye eğitimli olmuşlardır. Hatta öyle ki, sekizinci resimde bile erkek resmi “görmeye” devam etmişlerdir. Aynı şey tersi için de söz konusu olmuştur. Sekizinci figürden resimlere bakmaya bir kişi,birinci figürde bile kadın resmi görmeye eğilimli olmuştur. Bu şudur: Gözlemci bir kez baktığı şekille ilgili bir kalıp/beklenti şeyleri de şekillendirmeye devam eder; gördüğü şeyler değişse ve hatta tersine dönüşse bile.

Bir başka ifadeyle buradan çıkan temel sonuç şudur: Önceki gördüklerimiz daha sonra göreceğimiz şeyleri etkiler. Zihinsel sü­reçleri araştıran uzmanlar zihinsel kalıpların bir defa oluştuktan sonra onları değiştirmenin çok kolay olmadığını ama sözü edilen zihinsel kalıpların çevresel fenomenleri kendine göre çok çabuk biçimlendirdiğini ifade ediyorlar.

Örneğin, öğretmenler, kopyacı öğrencilerin, sınavlardaki “başını kaşımak” gibi nötr davranışlarını bile, kopya çekme girişimleri ola­rak değerlendirebilmektedirler. Bunun tabiki tersi de mümkündür. Çalışkan öğrencilerin, kopya çekme girişimlerini bile, normal/nötr bir davranış olarak görebilirler.

Zihinsel işleyişimizin bu hatayı yapmaya eğilimli olması, algı yönetmenlerinin bu hatadan faydalanmasını sağlamaktadır. Konuya bir örnek daha verelim. Mesela diyelim ki şöyle bir sayı dizisi verilip, üç noktanın olduğu yere hangi sayının geleceği soruldu:

1, 3, 5, 7, 9,11,13,15,…

Eğer zihnimiz önceki sayıların arasındaki ilişkiye odaklanırsa boş yere 17 rakamının gelmesi gerektiğini söyler. Hâlbuki 15’e kadar devam eden 2 artma kuralı, bu sayıdan itibaren değişip, 4 artma kuralına uygun ilerleyebilir: 19, 23, 27… Yani 15’ten sonra neyin geleceği karan sadece 15’ten önceki sayıların kendi arasındaki ilişkilere bakarak verilmemelidir.

Zihnin bu hatalı muhakemeye eğiliminden faydalanan Batı yıl­larca ülkemizde “Araplara güvenmeyin, onlar sizi arkadan vurdu[139]; İran’a güvenmeyin onlar sizin tarihi düşmanınız!” propagandasını etkili bir şekilde kullanmışlardır. Geçmişte Araplar’ın Osmanlıya karşı ayaklanmış olması, ya da İran’ın Osmanlı’yla rekabeti dikkate alınacak bir husus olabilir ama bugünkü Arapların ve İranlıların tavrı bugünün şartlan ve bağlamında yeniden değerlendirilmelidir. Sadece geçmişin bilgisiyle bugünü değerlendirmenin hatalı sonuç­lara yol açabileceği Kur anda da vurgulanmaktadır. “Biz atalarımızı bulduğumuz yoldan geri dönmeyiz? diyen Müşriklere Kur’an şu soruyu yöneltmektedir: “Ya atalarınız yanlış yolda idiyse?” (Bakara Suresi: 170; Maide Suresi: 104)

Yukarıda aktardığımız figüre tekrar dönecek olursak; gözlemci bir şekle/figüre/olaya/duruma bir kez bir biçim vermişse bu gele­cekteki algıları şartlandırır ve algıya yön vermeye başlar. Bu gerçek, algının bir başka temel ilkesine de işaret eder:

Yeni Bilgi Mevcut İmgenin Bir Parçası Haline Getirilir

Bilişsel psikolojinin insan zihninin işleyişine ilişkin şaşırtıcı bul­gulardan birisi de budur. Yeni bilgi her ne olursa olsun o konuya/ duruma/olaya ilişkin önceki fotoğrafin bir parçası haline getirilir. Tabi ki o konuya ilişkin kişinin zihninde daha önce şekillenmiş bir resim oluşmuş ise. Bu bakımdan istihbarat ajanlarını eğiten psikologlar tecrübeli bir ajanın standart dışı yeni bir bilgiyi gözden kaçırabileceğine işaret ediyor. Çünkü tecrübeli ajanın zihninde yeni gelen parçaları yerleştirebileceği pek çok çerçeve vardır. Hâlbuki standart dışı/beklenmedik bu yeni bilginin “olduğu gibi” alınma ihtimali yeni/acemi bir ajan için daha fazla muhtemeldir. Bu se­beple ajan eğitiminde görevli uzmanlar CIAye tecrübeli ajanların yanında bir de yeni ajan bulundurulmasını tavsiye etmişlerdir. Yani “uzmanlık/tecrübe etkisi” diyebileceğimiz bir faktör kişilerde değişim körlüğüne yol açabilmektedir.

Yeni bir algı çerçevesi oluşturmak, yeni verileri bambaşka bir şekilde yorumlamayı sağlar. Perspektifin değişmesi, gördüğümüz şeyleri de değiştirir. Psikolojik danışma için gelen bir danışan, kapı komşusuyla ilgili şöyle bir olay anlatmıştı: “Çok iyi arkadaştık. Birbirimize gidip geliyorduk. Kocasından yıllar önce boşanmıştı. Sonra mahalleden biri bana o kadının kötü yola düşmüş bir kadın olduğunu söyledi. Bunu, söyleyince, anladım. Gerçekten de zaman zaman ona misafir gelen bir erkek vardı. Ben o zaman kadar, dayısıdır, amcasıdır diye düşünmüştüm. Meğer müşterisiymiş..?

“iyi kadın” perspektifi gelen kişiyi “dayı, amca” olarak yorumla­mayı sağlarken, “kötü kadın” perspektifi, gelen kişiyi müşteri olarak yorumlamaya neden olmuştur. Algı çerçevesi/perspektif bir defa oluştuktan sonra gelen bilgiler, bu çerçevenin içinde anlamlandırılır.

Peki, yeni gelen bilgi, mevcut algı çerçevesiyle uyuşmuyorsa birey ne yapar? Eğer algı çerçevesini/perspektifi değiştirmenin bedeli ağır olacaksa ya da kişi daha önceki kullandığı algı çerçevesi/perspektife önemli yatırımlar yapmışsa kişi perspektifini değiştirmeyecek; yeni gelen bilgiyi de önceki perspektifle yorumlamaya devam edecektir.

Araştırmalar, insan zihninin perspektif değişmediği takdirde yeni bilgiyi eski algı çerçevesiyle uyumlu hale getirerek algılama eğiliminde olduğunu göstermektedir.

Tersi Kanıtlar Kişileri Daha Temkinli/Araştırıcı mı Yapar, Daha Tutucu mu?

2013 yılında Türkiye’de gerçekleşen ve tarihe “17-25 Aralık Ope­rasyonu” olarak geçen operasyonu hükümet “İsrail ve uluslararası faiz lobisinin cemaati maşa olarak kullanarak yaptığı dış mihraklı bir darbe girişimi’ olarak değerlendirdi. Operasyonu gerçekleştiren yapı ise bu operasyonu “hırsızlık, yolsuzluk operasyonu” olarak açıkladılar. Arkasından hem hükümet, hem de Cemaat kendi perspektiflerinin doğruluğunu desteklemek için pek çok kanıt/ argüman öne sürdüler. Ses kasetleri, belgeler, imzalar ardı ardına internet ve televizyon kanallarına servis edildi. Toplumun büyük bir kısmı hükümetin arkasında durdu ve bu operasyonu dış mihraklı bir darbe girişimi olarak okudu. Bir kısım ise bu operasyonu bir “hırsızlık, yolsuzluk operasyonu” olarak gördüler. İki taraf da karşı tarafın söylemini zayıflatan kanıtlar öne sürmüştü. Bu du­rumun, gerçekte olayın net bir yorumunu yapmayı zorlaştırması ve tarafları kendi konumlarından ortaya doğru getirip konumları belirsizleştirmesi beklenir.

Burada çarpıcı olan sorulardan birisi de şudur: Olaylar karma­şıklaştıkça ve sürecin geleceği daha da belirsizleştikçe taraflar ilk zamanki tutumlarını ve konumlanışlarını sorgulamaları gerekmez mi? Gerçekte, örneğin, 17-25 Aralık operasyonu konusunda, her iki taraf için de, kendi görüşlerini destekleyen/çürüten kanıtlar birik­tikçe taraflardan daha itidalli olmalarını beklememiz gerekmez mi?

Sorunun cevabı basitçe bir şekilde evettir. Ne var ki durum tam tersinedir. Taraflar böyle bir durumda söylemlerini daha sertleştirmekte ve duruşlarını daha bir sağlamlaştırmaktadırlar. Bunu nasıl açıklayabiliriz?

Bilişsel psikolojiye göre, bilgi belirsizleştikçe kişi kendi düşün­cesine daha fazla inanır ve yerleşik bakış açısına daha fazla teslim olur. Bu durum gerçekte bir savunma mekanizmasıdır. Psikanalizin “regresyon” dediği bir mekanizmaya oldukça benzemektedir. Yeni bilginin getirdiği zihinsel kaosla mücadele etmenin zorluğundan kaçınan birey, “en iyi bildiği” “en sade” “en basit” “en eski konumuna daha bir fazla yapışır. Artık bu aşamada herkes kendi kanıtlarına daha fazla sarılır.

Türkiye’nin Suriye politikasına ilişkin toplumda oluşan kutuplaşmayı da bu noktada örnek verebiliriz. Türkiye’nin Suriye ayaklanmalarının ilk zamanlarında belirlediği “Esed rejimini yıkma” politikasının za­manla sorgulanması gereken bir politika olduğunu gösteren gelişmeler yaşandı. Ama yaşanan bu gelişmeler, ne hükümetin ne de hükümeti destekleyen grupların görüşlerini sorgulamasını beraberinde getirmedi. Tam tersine herkes kendi görüşünün doğruluğunu daha radikal bir şekilde savunmaya başladı.

Peki, karşı kanıtlar, kişileri gerçekte zihinsel bir belirsizliğe doğru ittikçe kişiler/gruplar konumlarını sorgulamak yerine niçin ilk pozisyonlarını daha sert bir şekilde savunmaya başlarlar? Bunun nedenlerinden biri söz konusu görüşün kamuoyu önünde savunulmuş olmasıdır. Diğer bir ifadeyle, başkalarının önünde savunduğumuz bir görüşten sonraları dönmek zorlaşır Burada görüşümüzü savunmaktan ziyade itibarımızı savunmaya başlarız. “Duygusal kişiler mantıklı açıklamalara karşı da direnç gösterir” başlığı altında bu konuya değinmiştik.

Bu bölümde kısaca insanı kandırılmaya yatkın bir varlık haline getiren özellikler üzerinde durduk. Bu özelliklerin bazıları, insanın doğasında vardır. Algı yönetmenleri ve manipülatörler, sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, nöro bilimler, tarih vb. gibi bilimsel disiplinlerden gelen bilgiler doğrultusunda bireyin ve toplumun zaaflarını çözümlemektedirler. Aynen kuşatılan bir kalenin en zayıf yerlerini tespit etmeye çalışan bir ordu gibi, insanların ve toplumların zayıf noktalan İncelenmektedir. Psikolojik savaş insanın bu zaafları üzerine bina edilmiştir. Eğer insan bu zaaflarını yenebilir, kendini tahkim edebilirse, algı yönetimi ve manipülasyon operasyonları etkisini kaybedecektir.

Bir sonraki bölüm algı yönetimi ve manipülasyona karşı nasıl direnebileceğimizin yolları üzerinde duruyor.

Mücahit Gültekin -Algı Yönetimi ve Manipülasyon,syf.254-287

Dipnotlar:

[133] Ayette geçen melek kelimesi ilim adamları tarafından tartışılmıştır. Melek kelimesinin melik olduğunu söyleyenler de olmuştur. Yine aynı şekilde, Hz. Âdem’in cennette ebedi kalmak değil; kalıcı/ebedi olmayı arzuladığı da ifade edilmiştir. Bu türden detaylar üzerinde, kitapta bizim vurgulamak istediğimiz noktayı çok etkilemediği için durmadık.

134.Olağan Şüpheliler filmi, bir sanığın sorgulayıcının algılarını nasıl ustalıkla yönettiğini anlatan etkileyici bir filmdir. Film algı yönetimi ve manipülasyon penceresinden izlendiğinde çarpıcı detayları işlemektedir. Özellikle Verbal Kint ve Ajan David Kujan arasında geçen diyaloglar ”kanan” ve ”kandıran”ın özelliklerini görmek açısından çarpıcıdır.

135.Konuyla ilgili Ramazan Öztürkün yazısı için bkz. http://kirilmanoktasi.com.tr/Detay.aspx?c=10&i=1391 (erişim taarihi: 1 Nisan 2016)

137.Merhametten maraz doğar sözü, bir genelleme ifade ediyor gibi görünse de; gerçekte merhametin zarar verici yönünü vurgulamak için söylenmiş olsa gerektir, örneğin, çocuğuna merhametinden ona hiç bir iş vermeyen, onu hiç bir zorluğa alıştırmayan mercekte çocuğu için iyilik yapmış olmaz. Ya da çocuğuna merhamet ettiği için onun acı duymasını istemediği için çocuğuna aşı yaptırmayan bir annenin merhameti, çocuğun hastalıklara kurban olmasına neden olur.

[139] Bu propagandada algı yönetiminin “bütünden koparmak” olarak ifade ettiğimiz bir kuralı işletilmektedir. Bilginin tamamı verilmemektedir. Arapların Osmanlıya karşı ayaklandığı doğrudur ama arkadan onları buna provake eden İngilizlerdir. O yüzden biz mesela şöyle bir şeyi hiç işitmeyiz: “İngilizler Arapları Osmanlı ya karşı ayaklandırdı” Gerçekte argümanın tam doğru şekli böyledir.

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir