Modernleşme ve kapitalistleşme sürecinde küreselleşmeyle ortaya çıkan asimilasyona direnebilmenin çaresinin toplumların kendilerini tanımlayıp ona bakabilmeleri olduğu açıktır. Bu bakışla da Aydınlanmadan beri süregelen Avru-Amerikan kültür tanımlamasından uzaklaşma, öz değerlerin mecrasında yol alma ve kültürü toplumların kendi geleneği istikametinde tanımlayabilmeye ihtiyacı vardır. Var olma gayesi, yaşama şuur ve iradesi ile bir ayrım noktasına müracaat ederek kendinden olmayanları bir kenara itmelidir,”Biz ve onlar” ayrımında bir kavşak biçiminde tahayyül edilebilecek olan kültürü, medeniyet dairesi içinde bir çeşitlilik, özgünlük ve farklılık olarak görme gereksinimi de buradan neşet edecektir: Cemil Meriç’in kullandığı irfan anlamında kültür; bir topluma has olan, kendilik bilgisi barındıran bir kod olarak anlaşılmaktadır. Öyle ki biz zamirini edilgen bir ehlileştirmenin kurbanı kılmayan ve bize ait bütünü ayırmayıp birleştiren, dinî ve dünyevî ikiliğine sapmayan ve kemâle açılan bir kapı olarak irfan(23), medenî tecrübelerin dayandığı bir gelenek ile süreğenleşmiştir. Bu çerçevede bir yaşama biçimi olarak ele alınacak kültürün irfanî esasına eğildiğimizde hayatî bir öze inme ihtiyacı hissederiz. Öz, maddenin manaya bağımlı olmasından anladığımız gibi her biçimin gerektirdiği esas demektir ki yaşama biçimini teşkil eden bir aslın arayışını da zorunlu kılar.
Kültürün hayatî özünü inceleme olana- ğınıysa bireyler ve toplumlar için geniş anlamda bir nefs kavrayışı ve onun kendine ait hâllerinin yansıması sunmaktadır. Bir yansımadan ibaret olan kültürel varoluş, toplumun özünde ne olduğuyla doğrudan alâkalıdır.
Irfan esası itibariyle bilmek olarak tanımlanır. “Arif, maruf, tarif bütün aile efradıyla bize girmiş olan irfan ”(24) bir bilme süreci, biliş tarzıdır. Fakat ilmî veriden ayrı olarak nesnel ve ötede yer alana ait bilgiyi değil, insanın derûnunda olanı bilmesi (gnos) demektir. Gnosis kavramının İslâm geleneği içindeki karşılığının marifet olduğunu yazan Kuşçu; bunun bir uyanış ve kişinin varoluşunun kaynağı olarak Allah’ı bilmesi olduğunu belirtir. “Kendini bilen Rabbini bilir.” ifâdesinde de insanın kendisi hakkındaki bilgisi mükemmelliğin başlangıcı, Allah hakkındaki bilgi ise son noktasıdır.(25)
Burada irfanla Varlık arasındaki ilişki, olmaklığa ilişkin bir kapı aralamaktadır. Bir şeyin olmaklığı, o şeyin Varlık tarafından bilinmesi/nitelenmesidir ki tüm kainat, Vacibül Vücud’un kendini bilmesi (marifet), kendi Varlığına ait sonsuzlukta tüm mevcudatı kuvveden bilfiil hale geçirmesidir. “Bir’in bilgisi total ve birlik halindeki bir bilgi olduğundan düşünce den ziyâde varlığı gerektirir? diyen Schnonun gösterdiği gibi irfana, kalbin derinliğinde mevcut olarak düşünceden öte olmaklıkla iştigal eden ârif, hâkim ve kelimenin gerçek anlamıyla, hikmetle bağlantılı anlamıyla- filozoflar ulaşabilir.(26)
Irfan kültürle eş koşulduğunda tasavvufi anlamda bilinçlilikten çok toplumsal olma hâliyle tavsif edilebilir ve bu sayede kültüre ilişkin bir izahat edinilebilir. Toplumsal bağlamıyla kültürlerin kendine has oluşları, cem hâlindeki insanları bir arada tutan kuvvete dair bir sezgi sunar. Ki bu sezgi doğrudan algılanan ve bu algıya göre biçimlendirilip yönlendirilebilen bir his değildir. Daha çok, maddî dünyadaki söylem, eylem, davranış ve algılayışları bütünlemesiyle toplumsal yaşamı biçimlendiren değerler ve normların motivasyon kaynağına işaret eden bir asabiyedir. Onunla ortaya çıkan ağın kapsayıcılığı da bir şuuraltı hamlesi şeklinde olacaktır. Özneye ait bilmek (mârifet) pratiğinin toplumsal neftin kendisine teveccühü söz konusu olduğundan bu yöneliş, öznenin ne olduğuyla ilişkili motivasyonları var edecektir. Çünkü irfân, olmayı gerektirir ve oluş, bilenin (ârif) bildiğini açığa çıkarmasından ibarettir.
Sözü edilen bilgi kaynağının bilinçte değil de bilincin derinlerinde, özsel temelde kök salmış olması da onun bir zihniyete donüşmüşlüğündendir. İrfan insana ait bir kavram olarak tüm varoluşu değerlendirmede “beşerî bir bakışı” zorunlu kılar ki zihniyetten kasıt budur. Bu beşerî bakış ve zihniyet, kudsî hadiste insanın yaratılmasını, Allah’ın bilinme irâdesine bağlayan ifâdeyle örtüşmektedir. Aynı şekilde insanın sadece kulluk için yaratılmış olmasına(27) iman da onun sahip olması gereken zihniyetini bütünlemektedir. Sosyo-ekonomik yapı, karakter yapısı ve dinsel yapının birbirlerine ayrılamıyacak derecede bağlı olduğunu yazan Erich Fromm, bu unsurlardan teşkil bir haritanın bireye nerede, nasıl davranması gerektiğini gösterdiğini belirtir. Aksi takdirde, dünyaya ilişkin yapısal ve anlamsal bir tasanın olmadığı zaman insan nerede olduğunu bilemeyecek, doğru davranma olanağını yitirecektir.
“Tutunacak bir yeri olmayan insan, her an binlercesi ile karşı karşıya olduğu etkileri ve izlenimleri bir düzene sokamaz ve davranışlarını neye göre ve nasıl ayarlayacağını, karşılaştığı olaylara nasıl tepki göstereceğini bilemez.”(28)
Zihniyet üstüne çalışan Ülgener de İslâm’ın kitabî/şer’î tarafi ile bir ön etap sayılabilecekse de akâit, kelâm, mezhep bilgilerinin insanımızın günlük tavır ve davranış normlarında bir izi olmadığını ama Anadolu’daki kütlenin dünya görüşünü Ortodoks kurallardan çok tasavvuf ve tarikat adâbının taşıdığına değinir.(29) Toplum üzerinde dinî telkin ve dogmatik kalıpların tesiri belirli bir şema sağlıyorsa da bir toplumun zihninin inşâsında en derin etki; günlük hayan karşılayacak âyet, kıssa, imaj ve sembol gibi bilincin derinlerinde yer edinen mutlak mesajlardır. Bu noktada kültürü ortaya çıkaran zihniyetin en belirgin yansımasının sanatsal imge ve irtibatlar olduğu belirtilmelidir. Bu imgeler, salt sanatkârca bir dışavurum olmak açısından değil; sanatsal ürünü alımlayan toplumda hatırlatıcı bir içselleştirme olanağı taşıması bakımından da yansıtıcıdır.
Bu durum, Gilbert Durand’ın sembolik imgelemin psikososyal tezâhürlerine değinişinde belirttiği gibi sanat, ahlâk, din ve dünya görüşünün aynı düşsel kalıbın içinde yer alması ile alâkalıdır.(30) Onun düşsel kalıp olarak tesmiye ettiği zihniyetin keşfedilmesine imkân veren irfan, bize kültürün kendilik ile ilgisini gösterir. Nihayetinde irfana erişen nefs, ne olduğunu keşfetmek suretiyle hırı aklığının, Özgünlüğünün de farkına varmış demektir.Zira her kültür, toplumların nefslerindeki çeşitliliğe paralel olarak (zaman-mekân/tarih-coğrafya bağlamında) yaşam alanını, kendine mahsus bir çerçeve içine alır. Aynı İslâm geleneğine bağlı olarak inkişaf eden çok farklı kültürel yapılanmalar da bunun örneğidir.
Kendini Tanımaktan Kendini İnkâra
Öyleyse toplumun, irfanî bir süreç içinde edindiklerini araştırması ve kendine dâir niteliklerini hayata geçirmesi, bir zihniyet yapısını ihya eder denilebilecektir. Bu çerçevede kültür, hayatın planlı bir şekle sokulması, bilinçli bir düzene tevdî edilmesinden ziyade, kendini tanıma ile fark edilirken anlamın kendiliğinden yaşam bulmasıdır. Bu ise öze bağlı bir biçimselliğin doğumuna karşılık gelir. Yani kendilik bilgisi sayesinde olunan, inşâ ve ihya edilen zihnî yapının bir yansıması olarak kültür; yeme içme alışkanlıkları, tabiata bakış, eşyaya atfedilen değer gibi görünür tarzlarla birlikte ama bunlardan daha fazla olarak sanatsal imgeleme, mitoloji, ilmî tecessüs, güzelin seçimi gibi gayri ihtiyarî olarak beliren bir özgünlükle ilişkilidir. Özetle; nefse ait mevcut kendilik bilgisi, kültürü bir zihniyetin spontane yansıması olarak doğurur.
Bugün insan topluluklarını necis bir yaşama mahkum eden modernlik, insanın varoluşuna ilişkin olarak sahip olduğu özsel bakıştan yoksunken ve modern insanın kendine ait bilgisi dünyayla sınırlanmışken yaşam dünyasını da bu hâliyle yorumlamakta ve kültürü de bu perspektifin içine hapsetmektedir. Modernlik içerisinde kültür, ilerleme kavramının aldatıcılığıyla donanmış, dört bir yanı kör duvarlarla örülü bir inşâatı yükseltmekten ibarettir. Buna uygun biçimde modern İktisâdi yapının ürünü olarak kitleleştirilen toplumlar, postmodern dönemin tüketim özneleri diye tanımlanmakta; kişinin ve toplumun öznelliği de bu süreçlerde edindiği rollerle sınırlandırdmaktadır. Herkes aynı dili konuşmakta ama kimse kimseyi duymamaktadır. Yüklenmiş roller, maskeler gerektirmektedir ki artık toplumlar kendi biricikliklerini görmek yerine, kendilerine kısa anlar için biricik oldukları hissini yaratacak ve kendini unutturacak bu yüzlere talip hale gelmiş durumdadırlar.
Kültürün temelleri, tarihî ve coğrafî şartların biçimlendirmesi altındaki bir toplumun kendine ait/kendilik bilgisinde yatmaktadır. Bu bilgi, insanın şeklen tabiata ait olmasına rağmen özünde tabiatı da kuşatıcı bir kemâlat ile yaratılmışlığından dolayı onun kendini tanıması için ihtiyaç duyduğu her şeyi kapsar. Yaşama biçimi, bu bilgiyi barındıran özünden dışına, yaşam alanına doğru yansır ve onu da içine alan yaşam dünyasını var eder. O hâlde kültürü, biçimsel yahut dünyevî bir üslup olarak görmek yerine insanın varoluşunun temellerini izhar eden bir süreç olarak değerlendirmek lüzumu vardır. Buradan hareket edildiğinde kültürün sadece geçmişe ilişkin bir birikim olarak ele alınmasının da eksikliği ortaya çıkar. Onu geçmişin bir yeniden üretimi değil, Geleneğin süreğen doğası ile irtibadandırmak gerekir. Gelenek kanalıyla aktarılacak olan hatıralar, imgeler, semboller ve bütün olarak sabitlenmiş bir muhayyel gerçekliktir kültür. Geleneğin ideal ama suretsiz belirlenimi, insanı bugünde hakikate bağlayabilecek tek köprüdür.
Alper Gürkan – Dünyevi Aklın Buhranı,syf:72-77
Dipnotlar:
23- Meriç, Cemil (1986); Kültürden irfana, İnsan Yay., İstanbul
24- Meriç, Cemil (1997); Sosyoloji Notları ve Konferanslar, İletişim Yay.,4.Baskı, İstanbul; s.:305.
25-Kuşçu, Emir (2012); Gnostik Bilginin Varoluşçu Yorumu, Milel ve Nihal, c:7, S: 1, s.164-165.
26- Schuon, Frithjof (1997); Varlık, Bilgi ve Din, İnsan Yay., Terc:Ş.Yalçın, İstanbul; 73-75.
27- Zâriyat, 56.
28- Fromm, Erich (1982); Sahip Olmak Ya da Olmak,Arıtan Yay., Tere.: A.Arıtan, İstanbul; s.209-213.
29-Ülgener, ESabri (2006); Zihniyet veDin-lslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri iktisat Ahlâkı, Derin Yay., İstanbul; s.9.
30-Durand, Gilbert (1998); Sembolik imgelem, İnsan Yay., Tere. A.Meral, İstanbul; s.72.
0 Yorumlar