İnsanın İçyüzünün Dört Esası

tabsiratu-l-insan-insana-tutulan-aynacb027c822f7008e0928e6bc545b267fa İnsanın İçyüzünün Dört Esası

1-Kuvve-i Ilm

2-Kuvve-i Gazap

3-Kuvve-i Şehvet

4-Kuvve-i Adl

 

1-İlim Kuvveti

Bu dört kuvvenin ilki olan ilim kuvveti övülmüş/ beğenilmiş bir kuvvedir ki, sözlerde olan doğru ve yalan, itikâttaki sevap ve hata, işlerde olan iyilik ve fenalık bu kuvvenin güzelliği ve salâhı [iyiliği, faziletli olması] ile bilinir. Eğer bu kuvve sâlih [iyi, iyi işler sahibi] olur ise bundan hikmet meyveleri meydana gelir. Hikmet güzel ahlâkın başıdır.

(Allah) hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hik­met verilirse muhakkak ki ona çok hayır veriliştir.”  âyet-i kerîmesi bunu beyân eder.

 

2-Gazap Kuvveti

Bu kuvve insana ferahlamak için; sıkıntıya göre ve hik­metin gösterdiği ihtiyaca göre lâzım olup bu derece olan gazap güzel ise de lüzûmundan fazla veya noksan olur ise güzel denilmez.

 

3-Şehvet Kuvveti

Bu kuvve, tertemiz şeriat ne yolda lüzûmunu beyân et­miş ise o daire dâhilinde ve akim işareti alanda bulunur ise güzel ve makbûl olup bu dereceden fazla ve iradeye ga­lebe edecek derecede bulunur ise güzel denilmez.

 

4-Adalet Kuvveti

Bu kuvve, gazap ve şehvet kuvvelerinin müdür ve mu­hafızı olup şu iki kuvveyi şer-i şerif ve akıl ne işaret eder ise o işaret alanda zapt ve idare ederek ifrat ve tefritten men eder.

 

Misâl

İnsan vücûdunda akıl, müşîr-i nasılıdır. Adalet ise akıl ne işaret eder ise işleri orta uygulayıp gerçekleştire­cek ve infaz edecek kudrettir. Gazap da Akıl denilen na­sihat vericinin emriyle kendisinde hüküm yürütülecek şeydir. Akıl nasihat verici, adalet icrâ müdürü olduğu gibi Gazap av köpeği, Şehvet ise av ve diğer ihtiyat ha­linde binilecek at gibi olduğundan av köpeği ava götü­rülür ise işe yarasın diye nasıl terbiye ve talîm olunmak icap eder ise Gazap Kuvvetinin de Öyle terbiye olunması lâzım gelir. İnsanın ihtiyaç duyması hâlinde bineceği at ahırda bulundukça yavaş, sakin ve üzerine binildiği za­man işe yarayacak derecede yürekli ve cesur olması gibi. Şehvet kuvveti de insanın irade ipini elinden alıp, ala­bildiğine yürür ve taş mı geldi, dağ mı batak mı dinle­meyip ve fırıl fırıl fırlayıp tehlike üzere koşup duran bir kuvvettir. Bu hâliyle o, haşan ve başı sert ve gam almaz at gibidir. Bu sebeple, lâzım oldukça kullanılmalı, uy­gun ve lâzım olmaz ise kendisi sahibine üstün gelmeye mecalsiz olacak derecede bulunmalıdır.

İşte şu yazdığımız hasletler her kimde itidâl üzere bu­lunur ise ona hüsn-i halk [güzel yaradılış] sahibi denilip bu hasletlerin bazıları güzel ve mutedil olur ise ona izâfetle hüsn-i hulk [güzel ahlâk] sahibi denilir.

Bir insanın yüzündeki azâdan bazısı güzel olur ise meselâ gözü güzel veya ağzı güzel veyâhut kaşı güzel de­nildiği gibi.

Eğer gazap kuvveti mutedil olur ise buna şecaât [yi­ğitlik, cesurluk] denir. Mutedil olmadığı takdirde ya ziyâde veyâhut noksan olması lâzım gelir. Eğer ziyâde olur ise buna tehevvür, yani akılsızlıktan doğan, sonunu düşün­meksizin işe saldırmak ve noksan olur ise buna cebin yani korkaklık ve cevr (haksızlık edip incitmek) yani haksız iş tutmak denilir.

Ve aynı şekilde şehvet kuvveti mutedil olduğu sûrene buna iffet denilip itidâlden ziyâde bulunur ise şereh (açgözlülük) yani hırs ve itidâi derecesine varamaz ise cümûd yani cimâ’dan kesilmiş adı verilir.

Bunların en makbûlu ne ziyâde ve ne de noksan olarak ikisininortasında bulunmaktır. Böyle orta halde bulunur ise fazilet, ziyâde ve noksanına rezîlet denilir.

Adalet Kuvvetinin ise ziyâde ve noksanı olmayıp belki cevr nâmıyla zıddı vardır.

Hikmet, itidali geçip de fâsid garazlarda kullanılır ise buna habs” ve cerbeze yani dübârâcılık ve itidale varmayıp da aşağı kalır ise beleh denilir. Fakat vasat hâl ve itidâlde bulunduğu takdirde hikmettir.

 

Ahlâkın Usûl ve Esasları

Ahlâkın kendilerinden doğduğu diğer ahlâkî unsurlar yani umumî ahlâkın esasları olan ahlâk dört tanedir:

1-Hikmet

2-Şecâat

3-İffet

4-Adalet

 

Hikmet

Hikmetten maksat nefsin arzusu için her ne usûl se­çilecekse onunla doğruyu ve eğriyi fark ve idrâk edecek bir hâlettir.

Ve adaletten murad gazap ve şehveti hikmetin gereği üzere kullanacak âlet olmasıdır.

Şecâatten maksat her taraftan gazap kuvvetinin sahi­bine boyun eğmiş üzere olmasıdır.

Ve iffetten maksat akıl ve şeriatin terbiye vermesiyle kuvve-i şehvetin terbiye altında bulunmasıdır.

İşte şu zikrettiğimiz dört esas her kimde ki mutedil bulunur ise kendisinden her halde ahlâk-ı cemile [güzel ahlâk] zuhûr eder.

Eğer hikmet itidal üzere olur ise bundan hüsn-i ted­bir, cevdet-i zihn, re’yde nüfuz, ince işler için zann ve fehmde isabet meydana gelir.

Ve zikredilen kuvvet ifrat üzere bulunur ise bundan dübârecilik, hile, kin, adam aldatmak ve hin fikirlilik hâsıl olur.

Tefrit üzere bulunur ise hayâlinde selamet var iken işle­rinde tecrübesizlik yani ahmaklık ve divanelik zuhûr eder.

Ahmak, maksadı saf, temiz ve kusursuz olduğu halde o maksadı bulayım diye bozuk ve yanlış yola giden adama denilir.

Ve divâne, ihtiyân [irâdesi] gerekmeyen işleri ihtiyâr eden yani asıl ihtiyâr eylediği işlerde bozuk, yanlış ve fana olan insana derler.

 

Şecaat

Bunun itidâl derecesinde âlîcenâblık, bahâdırlık, cesurluk, nefs kararlılığı, vakâr, dostluk ve ahlâk-ı hamide örnekleri meydana gelir.

İfrat üzere bulunur ise tehevvür, lafçılık, hışm ve ga­zaptan pür-ateş olmak ve kendisinde fazilet vardır zan­nedip de buna sahip olan ben miyim diye ucb göstermek gibi yerilmeye lâyık vasıflar hâsıl olur.

Ve tefrit üzere bulunduğu halde korkaklık, alçaldık, azıcık sıkıntı gönül ise dayanamayıp hemen kederini ifşâ ile telaşa düşmek, rezîl olmak, birisinde haya olup da istenmesi lazım gelen alacağı istemek lâzım gelse korkup inkıbaz göstermek ve “cüz’î açlık, susuzluk, silonu ve ağrı gibi şeyler için hemen gözleri dolup ağlamak” sıfat­ları zuhûr eder.

 

İffet

Sehâ, hayâ, sabır, birisi kendi hakkında kusur eder ise ondan göz yummamak, kanâat, takva, letafet, müsâade, zarafet, irtikâbsızlık ve tokgözlülük hâsıl olur.

Eğer ifrât ve tefrit üzere bulunur ise hırs, açgözlülük, edebsizlik, habs, müsriflik, çoluk çocuğunun nafaka­sında cimrilik, riyâ, yüzsüzlük ve utanmamazlık, fay­dasız şeylerle uğraşmak, hased, gürültü çıkarmak ve zen­ginlere veyahut muteber olanlara kendisini alçak göste­rip fakirlere kurum taslamak ve büyüklenmek gibi hal­in zuhûra gelir.

İfte muhsin-i ahlâkın esasları zikr olunduğu üzere hik­met, şecaat, iffet ve adalet olup kusurları genel olarak bu dört faziletin ifrât veya tefritinden doğan şeylerdir.

İnceleyin:  Kınalızade Ahmed Efendi:Ahlak-ı Ala'i -1

Zikredilen faziletler, zâtı yüce olan Efendimiz Hz. Muhammed’de -Allah’ın selamı üzerine olsun- tam bir itidâle ulaşmış olup başka kimselerde tamamıyla itidâle yetişmemiş ve ondan sonra halk [ifrat ve tefrite veya itidâle] uzaklık ve yakınlığına göre birbirinden farklı ol­muşlardır.

 

Ahlâkın Riyâzetle Değişip Değişmeyeceği

Bazı tembel ve yakasını nefsin eline kaptırıp aldatıl­mış olan kimseler insanın ahlâkı değişmez diye dava ede­rek şu iki delili getirmişlerdir:

Birinci Delil

insanın bir içyüzü ve bir de dış görünüşü olup yüz, göz, boy gibi dış görünüşün değişmeyeceği yani meselâ bir insanın boyu kısa ise uzun ve uzun ise kısa, yüzü gü­zel ise çirkin ve çirkin ise güzel olması için her ne tedbir alınsa da fayda vermeyeceği gibi insanın içyüzü demek olan ahlâkın da tedbir ve çalışıp çabalamayla değişmesi mümkün değildir.

İkinci Delil

Mücâhede ve riyâzede pek çok çalışıp tecrübe olun­duğunda gazab ve şehvet, tabiat ve mizâcın gerektirdiği bir hâlet olduğundan bunların insandan ağaç kökünden çıkarılır gibi şöylece koparılıp atılması mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Bu takdirce şehvet ve gazabı “Biz kendi­mizden izâle edelim.” diye uğraşanlar faydasız yere vakit zayi etmiş olurlar. Bundan istenilenin, kalbin acele ederek ulaşmak istediği hazlara iltifatının kesilmesiyle vücûda ge­tirilmesi mümkün değildir.

Cevap

İş o şekilde delil getiren tâifenin dedikleri gibi olsa yani ahlâkın değişmesi ve terbiyeyi kabul etmesi müm­kün olmasa bunca vasiyetler, vaazlar, kişiye edep kazan­dırmak için yapılanlar bâtıl olur idi. Ne semavî Kitab’ın sıhhati ve ne de enbiyânın vasiyet ve tenbihlerinin haki­kati kalır idi.

Ve aynı şekilde hükümetlerin suçlulara tayin ve tatbik eyledikleri cezalar, suçluları bir daha öyle fenalıklar etme­mek üzere kendilerini edeplendirmek [terbiye etmek] ve onların yolunda gitmek fikrinde ve mizâcında bulunan­ları korkutmak içindir. Madem ki fenalık eden kimse is­ter dayak yesin ister ise uzun uzadıya hapislere girsin ve kürekler çeksin edeceği fenalığı yine edecek ve o yolda gitmek düşüncesinde olanlar mizâclarının hükmünü yü­rütmekten kendilerini geri alamayıp başkalarının aldık­ları cezalardan ibret almayacaklarsa, o zaman her yerde hükümet daireleri, muhâkeme etme ve sorgulama cemiyetleri acaba hangi fayda düşüncesiyle kurulmuştur? Bu yola irade düşüncesi ile ilgili öyle deliller getiren kimse­ler, zannederiz ki pek akılsız olmalıdırlar. Çünkü herkesin ve belki beş yaşında olan bir çocuğun bile bildiği şeydir ki meselâ köpek denilen hayvan hizmetinde bulunduğu kişiyi yemekten çekinmez haris bir hayvan iken terbiye verdiğinde tavşan ve tilkiyi tutup yemediği ve avcı avını salim olarak köpekten aldığı ve hatta terbiye olundukları taktirde bazı çoban köpeklerinin yemek sofrası hazırlan­dığında sofra başındaki kedileri men’ ile uğraşıp kendi­lerinin sofradaki yemeklere ve sâireye ağız sürmediği de­falarca görülmüştür. Yine bunun gibi şahin kuşu zaten vahşi ve herşeyden ürküp insana ask yanaşmaz bir hay­van iken terbiye edildiğinde kuş kovalayıp, kuşu yere yık­tıktan sonra bir yere kaçmayarak ya sahibinin yanına ve­yahut yakın bir yere konmakta, sahibi yanına gittiğinde kolaylıkla tutup ayağını ipe bağladığı bilinen bir hakikat­tir, Yine atan yaradılışı gereğince ne kadar serkeş iken ter­biye ile yulara boyun eğen [bağlanabilen] ve itaatkar olup serkeşliğinin kalmadığı meydandadır.

Hal böyle olduğu ve hayvanlar bile terbiyeyi kabul edip tabiatlarında olan hallerin ıslâh edildiği inkâr olunur şey değil iken, mahlûkatın en şereflisi ve kâinatın en büyük nüshası olan insanı hayvandan bile aşağı tutmak ve ahlâkı diye dava gütmek ve bu davayı teyit etmek için deliller getirmek az ahmaklık değildir.

Mevcûdât iki kısma ayrılır.

Bunlardan birisi, oluşumunda, asıl muhteviyatında ve tafsilinde insanın iradesinin bulunmadığı kısmıdır. Gökler ve yıldızlar, insanın içerisinde ve dış yüzünde olan aletler ve uzuvlar, hayvanlardaki cüzler gibi bunlar kendi yaratılışlarında kemâl üzere yaratılmış ve kulun iradesi onlarda yer almamıştır.

Diğer kısım vücûdun noksanı-kusuru olarak mevcût olmuş olandın Bu kısım da esasen kemâli kabul edecek bir kuvvet olup fakat kemâli kabul etmesi için kulun iradesi-nin onunla irtibat kurması şart kılındığından, zikredilen şart gerçekleşmedikçe o kuvvet meydana gelmez. Meselâ elma çekirdeği elma ağacı değildir. Şu kadar ki, bunun ağaç olması mümkün olup insanda olan irade gücü o çekirdeği alıp verimli bir toprağa ekmekle ve su verip çalışmakla zikredilen çekirdek ağaç olur ve böyle yapılmazsa çekirdek ağaç olmaz.

İşte insan vücûdunun uzuvları birinci kısımdan olup el, ayak, göz, kaş ve dudak her ne ise bunun değişmesi mümkün değildir. Lâkin gazap ve şehvet gibi İnsanî ahlâk ikinci kısımdan sayıldığından bunların terbiyesi kulun iradesi ile gerçekleşebilir. Eğer gazap ve şehveti, ağacı kökünden çekip koparır gibi vücûdumuzdan çekip de büsbütün dışarı atıp,bizde onların bir eseri bile kalmasın diye murad edecek olsak buna kâdir olamayız. Lâkin bize boyun eğmeleri için    terbiye altına alalım denilse buna riyazet ve mücâhede ile yani gazap ve şehvet insana bir fenalık ettirmek isteseler, onlara rıza göstermeyerek nefsimize galip olmalarım engellemeyle muktedir olabiliriz ve memûriyetimiz dahî böyledir.

Uzun uzun açıklamaya hacet yoktur ki insan yeni baliğ olduğu vakitlerde şehvetini zabt etmeye pek de kâdir olamayacak bir derecede olup bir takım insanların ne fenalıklarda

bulundukları görülmüştür. Onlar haya ve hicâbı ortadan kaldırmaları yüzünden, halk hallerinin kötülüğünü zikret­tikçe onlar bunu işittikleri halde umursamadıkları ve bil­diklerini yapmaktan geri kalmadıkları görülen ve bilinen durumlardandır. Bu kişilerin zaman içerisinde ya gazap ve şehveti kendilerinden uzaklaştırmaları ve terbiye etmenin tesiri ile veyahut kendi kendilerini tenbih etmeleri sebe­biyle o kötü gidişi terk ettiklerinde gayet ırz sahibi olduk­tan ve güzel hal tahsil eyledikleri çok görülmüştür.

Şehvet yine o şehvet, insan yine o insandır. Lâkin ter­biye şehvetin eski cebr ve şiddetini bırakmadığından, şeh­vetin dizginini iradenin eline geçirmiş olması, şehvetin insan üzerindeki üstünlüğünü bozmuştur. Herkes başlan­gıcından beri kendi neftini etraflıca düşünüp tetkik etse, bir vakit işlenmesine imrendiği işlerin sonraları yanında zikri geçse, işitmeye bile utanacağı ve iğrenip tiksineceği ve belki beş sene evvel söylediği bir sözü beş sene sonra lisanına bile almak istemeyeceği malûm olur.

Bu hallerin hepsinin, nefsanî hazlara muvâfakattan kaçınma ve terbiye ile meydan gelmiş şeyler olmaları dik­kate alınırsa, insanın ahlâkı her nasılsa değişmez diye edi­len iddianın hükümsüzlüğünde, temelsizliğinde, çürük­lüğünde şüphe görülemez.

Şu kadar var ki terbiyeyi kabul edip etmemekte ya­radılışlar muhtelif olduğundan bazısı sürat ile ve bazısı tembellik [yavaşlık] üzere terbiyeyi kabul eder. Bunların

İnceleyin:  Hz. Âdem'in Eşi Hz. Havva

terbiye edilip edilmeyeceği konusunda baz, ihtilâflar ve mertebeler vardır.

 

Birinci Mertebe

Bu mertebede bulunan insanlar, hakkı ve bâtılı fark etmeye muktedir olmayan dirayetsiz kimselerdir ki, itikâttan  uzak olarak nasıl yaratılmışlar ise kimseden daha bir şey ödenemeyip öylece hayatını sürdürmüş ve pek de lezzetler göremediklerinden şehvetleri de ona göre eksik kalmıştır. Bu tâifenin terbiyesi zor olmayıp muallim, mürşit veyahut nefisleriyle mücadele etmek için içlerinde  bir se­bep mevcut olsa, pek kısa vakitte ilaç kabul ederek huyları hüsn/güzellik ve salâh/iyilik üzere olur.

 

İkinci Mertebe

Her şeyin iyi ve fenasını bildikleri halde kendilerini gü­zel ve sâlih amel işlemeye alıştırmamış ve Öyle büyümüş ye şehvetlerine boyun eğmiş; ellerine geçen firsatı kaçırma­mış olanlardır ki bu tâife o yolda gide gide kendilerine bu muameleler o kadar hoş görünmüştür ki, bu yolda helâk olacaklarını bilseler de kolaylıkla gittikleri yoldan döne­mezler. Malûmdur ki bir dereceye kadar işrete nefislerini alıştıranlar tehlikeli hastalıklara yakalanıp doktorlar: “İşret akciğeri yakaladı. Biraz daha devam eder isen ciğerin ezi­lir. Hayatından mahrûm olursun!” diye her ne kadar ihtar edecek olsalar, yine nihayet can çekişir hâle geldiğinde bile mademki henüz can dâire-i cesettedir diye rakı içmekten vazgeçmezler. Bu çeşit insanlar pek çok ve hesaba gelmez sayıda görülmüştür. Demek olur ki kendilerini herşeye bu derece haris tutup alıştıranlar böyle olur. Bu tâife her ne kadar böyle şeylerle meşgul olup uğraşmaktan nefslerini geri alamaz iseler de, ne büyük kusur ettiklerini bilir­ler. Bunların ıslâhı birinci tâifeden daha güç ve çetindir. Çünkü bunda olan vazife iki kat olmuştur.

Evvelâ kalbinde kesâdı kesret üzere âdet eyledi­ğinden ötürü yerleşmiş olan fenalığı gidermek ve ikinci olarak nefsinde salâh âdetini toprağa fidan diker gibi vücut toprağına dikmek lâzım gelir. Bu tâife riyâzeti ka­bul etmeye oldukça isteklidir.

 

Üçüncü Mertebe

Bu mertebede bulunan tâife fena ahlâkı ve yolsuz işleri hak ve güzeldir diye itikat eden takımdır ki, bu takımda dalâletin sebepleri iki kat olmuştur. Bunların ıslâhı kolay değildir, meğer ki hidâyet ve İlahî tevfik yetişe.

 

Dördüncü Mertebe

Bozuk bir düşünce ve fikir üzere büyüyüp o bozuk düşünce ve fikir ile amel ede ede terbiye görmüş olan ta­kımdır. Meselâ çocuk gözünü açar açmaz baba ve akra­basını fisk u fucûrda görür ve kendisini hemen o yola sevk edip çeşitli kötülükler işler. Adam öldürmeyi, hal­kın malını yemeyi ve şunun bunun ırzına geçmeyi fa­zilet sayar ve bu durumuyla iftihâr eder. Bu tâifenin deıslâhı kolay değildir meğer ki hidâyet ve ilahı tevfîk yetişip yardım ede.

 

İşte bu dört tâifenin;

Birincisi yalnız cehl,

İkincisi dalâlet,

Üçüncüsü dalâlet ve fısk

Dördüncüsü cehl, dalâlet, fısk ve şirret sıfatlarını bir araya toplar.

 

************

Gelelim diğer tâifeye yani “Madem ki insan hayattadır, şehvet, gazab, dünya sevgisi ve diğer bu gibi ahlak kendi­sinden gitmez.” diye iddia edenlere.

Bu iddia bâtıldır. Böyle iddia güden tâife guyâ bir ağa­cın kökünden koparılıp bir tarafa atılması gibi insandaki “şehvet”, “gazab” ve “mal sevgisi” gibi sıfatların da sanki mücâhede ve riyâzede böylece koparılıp atılır diye iddia olunmuş da onun üzerine kendilerinin konuyla ilgili red­dedişlerini ve davalarını bina etmişler gibi katıksız bir ha­taya tesâdüf etmişlerdir. Böyle iddia edilmemiştir ve edil­mez. Çünkü şehvet zaruri bir fayda için yaratılmıştır. Eğer insanda olan şehvet-i taam tamamen zail olsa insan yaşa­mayıp vefat eder. Bu şehveti insanda kesmeye çabalamak, onun ıslâhı demek olmayıp öldürmek demek olduğundan, insan bu şehveti bizzat kesebilir ise kâtil-i nefs ve başkası diğerinin şehvet-i taamını kesip yok ederek sona erdire- bilir ise katibi gayr olmuş olur.

Bu aynı şekilde şehvet-i cimâ neslin son bulmaması için olduğundan tamamen kesilmek lâzım gelse nesil son bulmuş olur.

Ve eğer gazap kuvveti büsbütün insandan yok olup or­tadan kalksa, insan kendisini helak edecek hal ve ârızayı def’ etmeye muktedir olamayıp, helakim davet etmiş olur. Madem ki insanda şehvetin aslı bâkîdir kendisini şehvete ulaşman bir hâl ki “mal” demektir buna muhabbet de tabiî ve zarûrîdir.

Her kim ki, “Şehvet, gazab ve mal sevgisi gibi sıfatla­rımı tamamen kendimde sona erdirdim.” derse yalan söy­lemiş olur. Çünkü, “Mücâhede ve tedbir ile şehvet, gazap ve mal sevgisi sıfatları aharlı kağıttan sürçer ile yazıyı silip götürür gibi insandan silinip ortadan kaldırılmalı­dır.” diyen böyle bir düşünceye şer an ve aklen irade ve yer yoktur. Ancak maksat bunları ifrât ile tefiît arasında bulundurmak ve irade yularını elden alacak derecede az­gın ve itidâl haddine varamayacak mertebede miskin bir halde bulundurmamaktır.

Gazap sıfatında talep edilen hal hamiyet olup, bu­nun da özelliği; iyice düşünmeksizin kendisini işe saldırmaktanvebir de gayet korkaklık ve tabansızlıktan uzak olmak, nefsini, bedenini oldukça kuvvetli hâle getirmek ve kuvvetiyle beraber akla itaat etmek ve boyun eğmek­tir. Bunun için Kur’ân-ı Kerîmde:

Onun beraberindekiler ise, kafirlere karşı çok çetin, kendi ara­larında son derece merhametlidirler.” vârid olup düşmana karşı gazâ edenlere şiddetli olma­ları buyurulmuştur. Şiddet ise gazaptan başka bir şeyden sudûr etmez. Eğer gazap bâtıl olsa cihâd dahî bâtıl olmuş olur. Cenâb-ı Hakk, Kuran-ı Kerîmde:

O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta nafaka verenler, kızdıklarında öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarım bağışlayanlardır. Allah, iyilik edenleri sever.” buyurdular. “Öfkelerini yitirenler yani kaybedenler” bu­yurmadılar.

Şehvet ile gazap sıfatlarının, akla galip gelemeyecek ve aklı onlara zâbit ve galip edecek derecede ifrât ve tefritten uzak, yani itidâl hâline döndürülmeleri mümkündür. İşte insanın küçük yaşlarından itibâren terbiye altına alındığı taktirde ahlâkının terbiye ile değişebileceği konusunda şüphe yoktur ve ahlâkın değişmesi dediğimiz konu, zik­redilen açıklamadan ibârettir. Yoksa ağacı kökünden ko­parıp çıkarmak gibi değildir.

Şu kadar kî geçmiş yaşantısında insanda yüz gösteren kötü ahlâk, yaş kemâle varıp da fenalık tabiatında karar kılmış olanlar ile eşitlik kabul etmez. Bizim ahlâk değişe­bilir diye ettiğimiz iddia derece derece olup her bir dere­ceye alışkanlık kazanılması için uygun bir zaman gerek­lidir. İnsan her halde yerilmeye lâyık vasıfların tamamen bertaraf olmasını murad eder ise tamı tamım bertaraf et­meyi başaramasa bile, maksadı olan miktar kendisinde ko­layca gerçekleşir.” diye herkesin iyiliğini isteyen Akıl sö­züne son verdi.

 

Diyarbekirli Mehmed Said Paşa -İnsana Tutulan Ayna

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir