Cenneti Kişisel İbadetlerle Aramak
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olmazsınız” (Müslim,Cihad,13..) buyuran Alemlerin Efendisi (a.s)., imanın temeline sevgiyi yerleştirmiş oluyor. Böylece ilişkilerimizde zorlamaya ve gösterişe dayalı olmayan, içimize yerleşmiş bulunan ve şahsiyetimizin ayrılmaz parçası haline gelmiş olan “karşılıklı sevgi ve muhabbet” ile ayakta duran bir toplum oluşturmamız gerektiğini ikaz ediyor.
Bu hadiste, Efendimiz (a.s).’ın fert olarak yerine getirmemiz gereken ibadetlere değinmeden sadece “sevgi”ye vurgu yapması, toplum hayatımızın sağlıklı olabilmesi için mutlaka sevgi üzerine inşa edilmesi gerektiğini ortaya koymakta.
İnsanî ilişkilerin temeli olan güvenilirlik, dürüstlük, vefa, kadirşinaslık, diğergâmlık, içtenlik, fedakârlık gibi hasletlerin sevgi olmadan var olması ve yaşaması mümkün olamayacağına göre, şunu tesbit etmek zorundayız: Günümüz dünyasının güvensizlik, kıskançlık, çekememezlik, kaypaklık, cimrilik, aldırmazlık, tepeden bakma gibi çürütücü, bitirici olumsuz özellikleri, temelde sevgi eksikliğine dayanır.
Şahsiyetini bu türlü olumsuz özelliklerden arındırmadıkça, kişinin yaptığı ferdî ibadetlerin kendisine beklendiği ölçüde faydası olmayacağı açık. Zira yukarıda bir kısmını zikrettiğimiz hadis-i şerifin baş tarafında Efendimiz (a.s). şöyle buyurur: “Size, geçmiş ümmetlerin iki (manevi) hastalığı sirayet etmiştir: Haset ve kin. Bunların herbiri kazıyan (bir ustura) dır ki, kılları kazır ve traş ederler demek istemiyorum; bunlar dinin kökünü kazır…”
Şu halde bu olumsuz özellikleri (Efendimiz (a.s).’ın mübarek tabiriyle hastalıkları) kişiliğinden silip kazıyamamış olanlar,ne kadar çok ibadet ederlerse etsinler, istediklerini elde etmeleri kolay değil.
Çünkü ettikleri ibadetlerin sevabını bu hastalıklar bir ustura gibi kazıyıp yok etmektedir.
Bu söylediklerimizin abartılı olduğunu düşünülüyorsa, Allah Rasulü (a.s).’ın şu uyarısını da hatırlayalım: “Hasetten sakının. Zira haset, ateşin odunu yakıp yediği gibi iyi amelleri yiyip tüketir.”(Ebu Davud,Edeb,52..)
Şimdi başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmenin zamanıdır. Affedilmez bir aymazlık ve ihmalle bireysel görevlerimiz arasından çıkardığımız “beşerî münasebetler”deki arızalar, sonunda ibadetlerimizi ve güzel amellerimizi kemiren birer mikrop olarak amel defterimizin sevap hanelerini durmadan eksiltiyor. Kalplerimizi içinden çürütüyor. Biz ise adeta kendimizi garantiye almış gibi, Allah’ın bizi kardeş kıldığı insanları kırıp-dökmeye, küstürüp darıltmaya devam ediyoruz…
İstikametimizi mi Yitirdik?
Alemlerin Övüncü (a.s). Efendimiz, gelmiş-geçmiş bütün günahları bağışlanmış olduğu halde, “Hûd suresi beni ihtiyarlattı” buyurmuş. Kasdettiği ise, bu suredeki kısacık bir ayet: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”
Evet işte bu ayet… Bütün Kur’an ayetlerine aynı ruh arılığı ve aynı gönül safiyeti içinde muhatap olan Efendimiz (a.s)., bu kısacık ayet-i kerimenin ne kadar ağır bir sorumluluk yüklediğini böyle ifade buyurmuş.
İki cihan güneşi (a.s)., bu ayet-i kerimenin ağırlığı altında yaşlandığını hissettiği halde bizler bu kadar rahat olabiliyorsak, ya bu ayetteki “dosdoğru ol” emrinin ne anlattığını idrak edemedik, ya da Kur’an ile aramızda birtakım engeller var.
Şu bir gerçek ki, uzun bir zaman önce hayatımızdan kovduğumuz bizi biz yapan kavramların bıraktığı boşluğu, onların zıtları ile dolduruyoruz. Vefa yerine kalleşlik, edep yerine edepsizlik, nezaket yerine kırıcılık ve kabalık, yardımseverlik yerine bencillik ve umursamazlık…
İşte bu kavramlardan birisi ve belki de en önemlisi “istikamet”tir. Yani dosdoğru olmak, “adam gibi adam” olmak… Kur’an’da ve hadis-i şeriflerde sıkça geçen bu kavramın hayatımızı terkettiğinin belki çoğu kimse farkında bile değil. Oysa dinimizin temelidir istikamet.
Öyle olmasaydı, “Ya Rasulallah! İslâm’ı bana öyle bir tarif buyurun ki, ondan sonra artık kimseye Din’in ne olduğunu sorma ihtiyacı duymayayım” diyen bedeviye, “Allah’a inandım de, sonra da istikamet üzere (dosdoğru) ol!” (Müslim,İman,13..) buyurur muydu İki Cihan Güneşi (a.s)?
Anlayış sahibi olanlar için bu hadis, İslâm’ı başka bir açıklamaya gerek bırakmayacak tarzda izah etmiyor mu? Önce Allah Tealâ’ya iman edeceğiz, dolayısıyla O’nun gönderdiği kitaplara, peygamberlere ve kitap ve peygamberlerin bildirdiği hususlara iman edeceğiz, sonra bu imanı dilimizle de ifade ve ilan edeceğiz. Sonra bir bir tek şey: İstikamet üzere, yani dosdoğru olacağız. Amellerimizde, sözlerimizde, davranışlarımızda ve hatta kalbimizden geçirdiklerimizde ve niyetlerimizde…
İstikamet üzere olmanın, gerçek anlamda mümin ve gerçek anlamda insan olmanın tek yolu olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Yaşanılabilir bir dünya ve ebedi saadet için, istikamet vazgeçilmez bir öneme sahip. Böyle olduğu için Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra istikameti takip edenlerin üzerine melekler iner. Onlara, ‘korkmayın, üzülmeyin, size vaadolunan cennetle sevinin’ derler.”(Fussılet/30)
Aynı manadaki bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyurulur: “Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra
da istikamet üzere yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
(Ahkâf/13) Bu ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde vurgulanan istikametin hayatımızdaki yeri ve ağırlığı ne oranda ise, müslümanlığımız ve gerek birey, gerekse toplum olarak kurtuluşumuz da o nisbette sözkonusu olacaktır.
İstikametin ölçüsü ise, fert planında yerine getirmekle yükümlü olduğumuz ibadetleri hakkıyla eda etmek yanında, toplumsal ilişkilerimiz bakımından da aranan, sevilen ve eksikliği hissedilen insan olma yolundaki çabalarımızdır.
Böyle geniş kapsamlı bir sorumluluğu yerine getirmek, yani kıl kadar eğrilmeden dosdoğru insan olabilmek kolay olsaydı, Efendimiz (a.s). Hud Suresi’ndeki ayetin ağırlığı sebebiyle ihtiyarladığını söylemezdi.
Taş Atana Gül Atabilme Erdemi
Bu noktada denebilir ki, insanî ilişkiler zaten her yanıyla bozulmuş durumda. Ben insanlara iyi davransam ve istikamet üzere olsam bile, diğer insanlar bozuk olduğu için benim bu davranışımın hiçbir anlamı olmayacaktır.
İlk bakışta doğru gibi görünen, hepimizin yaşadığı bu ruh hali de, aslında şeytan ve nefsin imal ettiği aldatıcı bir gerekçeden başka birşey değil!
Efendimiz (a.s). şöyle buyurur: “Hiç biriniz, ‘ben insanlarla beraberim, insanlar iyilik yaparsa ben de yaparım. İnsanlar kötü davranırsa ben de kötü davranırım’ diyen şahsiyetsiz kimselerden olmasın. Aksine, insanlar iyilik yaptığında iyilik yapmak, kötü davrandıklarında da haksızlık etmemek için nefsinizi terbiye edin.” (Tirmizî,Birr ve’s Sıla,60)
Beşerî münasebetlerdeki bu şaşmaz ölçü, bize aynı zamanda istikametin günlük hayatta nasıl uygulanacağının da anahtarını veriyor. İnsanlardan iyilik gördüğümüzde buna iyilikle karşılık vereceğimize kuşku yoktur. Kötülük gördüğümüzde ise, elimize geçen ilk fırsatta bizim de başkalarını ezmemiz, başkalarının hakkını gasbetmemiz değil, haksızlık ve zulme sapmamak için nefsimizi eğitmemiz, terbiye etmemiz gerekiyor.
İşte bu noktada istikametin hayata geçirilebilmesi için meseleye “nefis terbiyesi” olgusu girmekte. Tasavvufun hayatımızdaki fonksiyonu bu noktada ne kadar bariz görülüyor değil mi? İstikamet sahibi olmak kaçınılmaz bir görevse ve bunun yolu da nefis terbiyesinden geçiyorsa, varacağımız başka neresi olabilir?
Toplumsal hayatta insanî değerlerin alt-üst edildiği, insanî ilişkilerin menfaate, maddeye ve beklentilere dayalı olarak yürütüldüğü günümüz dünyasında, eğilip bükülmeden, yalpa yapmadan dosdoğru bir mümin olabilmek… İşte bu çetin ve bir o kadar da kaçınılmaz görev, günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası olarak hayatımıza girmedikçe, ne bizler hakiki mümin olabileceğiz, ne de bin türlü kötülükle kirletilmiş olan dünyamız yaşanılabilir bir zemin olacak.
Ebubekir Sifil-Hikemiyat,syf;346-350
0 Yorumlar