İnsan duyularına göre, insan yüksek bir idrâk seviyesi ile doğar.Bu idrak doğduğumuzda henüz Var’ın içinde uyumaktadır, içine dolduğu âleme duyu organları ile açılan idrâkimiz ilk duyumlarla irkilmeye ve yavaş yavaş uyanmaya başlar. Vücudumuz büyüyüp geliştikçe, duyu organlarımız güçlendikçe bu uyanış hızlanır. İdrâkimiz uykudan kaosa, kaostan düzenli objeler dünyasına geçerek uyanır. Hareketi, sesi, rengi, şekli, sayıyı, mekânı, zamanı… idrâk ederiz.
Sebep-sonuç, canlı-cansız ayırımı yapmaya başlarız, zihnimiz aydınlanır, düzene kavuşur. Zihnimizi bütün varlığın merkezinde hissederiz, idrâkimizde ben ve Ötesi doğar Merkez, güya “ben”dir. Öte, sanki ben’in etrafıında döner; herşey ben içindir sanki. Hayat ve tabiatı sever, yaşamak için derin bir istek duyarız. Zamanla, etrafımızda dolaşan varlıkların bize yararlı oldukları kadar zararlı da olduklarını görürüz.
Yararlı olanları dost, zararlı olanlan düşman ilan eder; kanlı ve kansız bir mücadelenin içinde buluruz kendimizi. Ölümle pençeleşmeye ve onu hep dışımızdakilere tattırmaya çalışırız. Dışımızdaki her varlığı da bizim gibi görürüz. İnsanların yaşama savaşı gibi, hayvanların, bitkilerin ve hattâ cansızların bile varlığını sürdürmek için, savaştıklarını görürüz. Her şey bir diğerini yemek için ağzını açmış fırsat kollar durumdadır sanki. Yalnızlığımızı hisseder ve ürpeririz.
Duyularımızıın dünyası bize dehşet ve korku vermeye başlar. Objeler dünyası bizi dışımızdan saran bir tehlikeler dünyası haline gelir. Ondan korunmak için, ona hükmetmek çabasına gireriz. Fırtınaları, denizleri, deli deli akan nehirleri, vahşî hayvanları, ateşi, dağları ve bitkiler âlemini bize yararlı kılmak için çalışırız. Mutluluğu ve ölümsüzlüğü ararız. Fakat zamanla yenilgimizi dehşetle görürüz, güçsüzlüğümüzü anlarız. Bizden sonra gelenler bıraktığımız yerden devam ederler. Fakat, biz yenik düşeriz, yahut yenik düşeceğimizi bilir ve ıstırap duyarız. Sınırlılık, fânilik, esaret, izafilik ve âcızlik varlığımızı istilâ eder; yeis bizi kuşatmaya ve teslim almaya başlar. Buhar ve ateş kumkuması bir cehennem gibi, bizi hazmetmeye başlar. Kendimizi bir böcek, solucan gibi hissederiz, başımız döner, midemiz bulanır. Kendi gözümüzde alçalırız.
Kendimizi ‘hayvan insan” durumunda hissederiz Hayvan insan içgüdüleri ile, egoizması ile, fizyolojik hayatı ile bize vahşi ve fakat zeki bir vahşi hayvan durumunda gözükür. Yaşamak, fizyolojik ve içgüdüsel gerginliklerden kurtulma şeklinde belirir. Hedonizmin (zevkçi felsefesinin) içinde buluruz kendimizi Dünya, iştahımız için hazırlanmış bir sofradır, Yemek, içmek, lezzet ve haz ararız. Çılgınca bir müziğin gürültüleri içinde, Histeri nöbetleri geçirircesine dans ederek, organizmamızı kan ter içinde bırakarak yorgunluğun, bitkinliğin verdiği uyuşukluk içinde bir ân olsun kendimizi unuturuz. Kahkahalar ve renkler cümbüşü içinde, fâni hayattan ne koparırsak kârdır. Ama, bütün bu çırpmışlar hep hayal kırıklığı ile, ümitsizlikle sonuçlanır. İnsan kendini dinlemek ve iç dünyasındaki kıpırdamaları da mânâlandırmak ihtiyacındadır. Böylece, duyular dünyasında özlediğini bulamayan insan, onu iç dünyasında arar.
Birçok psikanalistler, özellikle Freud, bu yönelişi yüceltme (sublimation) adını verdiği marazı bir mekanizmaya bağlamak ister Bir nevi gerçeklerden kaçtığımızı ifade etmeye çalışır. Halbuki, hedonizmin (zevkçliğin) bir marazi telâfi mekanizması olması ihtimali üzerinde durmak, kişinin şuurundaki ebedilik ihtiyacını fanilikte, sonsuzluk ihtiyacını sınırlıda, hürriyet ihtiyacını kendini unutmakta, bir’lik ihtiyacını sürüye katılmakta, mutlak’a olan ihtiyacını izafîde tatmin etmeye çalışmasını geriye kaçma (regression) mekanizması ile açıklamak mümkündür. İnsanın hayvanî hayata hasret duyması, yüksek idrâkini uyuşturmaya çalışması, düşünme ve şuur hayatından içgüdüsel ve fizyolojik hayata sığın-ması marazi bir anlam taşımıyor mu? İnsanın, insanca yaşamaktan kaçması nasıl normal olabilir?
0 Yorumlar