İlmin Temelleri Nerededir?

indir-3 İlmin Temelleri Nerededir?

İlmi, medeniyetten ayırmak mümkün değildir. Son dö­nemlerde ilimler Batı’da büyük gelişmeler kaydettiler. Pek çokları, bugünkü duruma bakarak, ilmin kaynağının Avrupa olduğunu zannediyor olmasına rağmen konu araştırılınca, meselenin hiç de öyle olmadığı ortaya çıkıyor. Tarihin sayfalarını biraz karıştıran, Avrupa’nın çeşit­li ülkelerinden öğrencilerin, yüzyıllarca Endülüs’e (Kurtuba’ya) akışıyla karşılaşır. İslam dünyasında ilim, irfan, Batı ile mukayese edilemeyecek kadar gelişmişti. Meselâ Gustaue Le Bon’un belirttiğine göre, Halife II. El-Hakem’in kütüphanesinde altı yüz bin yazma kitap mevcuttur, bunların kırk dördü kataloğa aitti.(1)

Muhammed El Nedim’in 987’de “Fihristü’l-ulûm” adıyla yayınladığı eseri, Arapça, telif ve tercüme, bütün ilim dallarında yazılmış kitapların bibliyografyasıydı. Her yazarın, biyog­rafisine yer verdiği, tenkidini yaptığı eserine ele aldığı ya­zarların müspet ve menfî taraflarını belirten bir liste de ilave etmişti. X. yüzyılda, sâhip İbn-i Abbas gibi hüküm­darların kütüphanelerindeki kitaplar Avrupa’daki bütün kütüphanelerde bulunanların toplamından fazla idi.(2) Camilerin ekserisinde kütüphanenin bulunmasıyla yetinilmemiş, bazı şehirlerde umûmî kütüphaneler de kurul­muştu. Değişik kaynaklarda belirtildiği üzere, Moğollar Bağdat’ı zaptettikleri zaman, şehirde otuz altı kütüphane vardı.(3) Kahire’deki kütüphanede iki milyon yüz cilt ese­rin bulunduğu da zikredilmektedir.(4) Matematik, astro­nomi, fizik, kimya, botanik, tıp gibi ilimlerin ve İbni Sînâ, Fârâbî, Harezmî ve benzeri âlimlerin milletler arası şöh­ret kazanmaları, ortaçağda İslam üniversitelerinde ger­çekleşmiştir.

O dönemlerde yaşayanların bugünkü insanlara göre çok daha dindar olmaları ömürlerini ilme vermelerini engellemiyordu. Bilim, dinin ikiz kardeşiydi; Kur’an’ın övdüğü âlimleri Hz. Peygamber de, “Bilgiyi aramak için yurdunu ye ocağını terk eden, Allah’a giden yolun yolcu­sudur”, “Âlimin mürekkebi, din uğruna şehit düşenlerin kanından daha mübârektir” gibi hadîslerle üstünlüklerini ifade ettikleri için başka türlü olamazdı. Fakat Batılılar aldıklarını kendi ambalajlarına iyi sarıyorlar. Bilhassa son dönem, âlim ve filozofları bilgilerinin menşelerinden hiç söz etmiyorlar.

Halbuki İslam âlim ve filozofları yararlandıkları kay­nakları göstermişlerdir. Meselâ Fârâbî, Aristoteles’den bir husûsu almışsa cümlesine, “Kâle Aristoteles” (Aristo demiştir ki) sözleriyle başlamış ve yaptığı iktibasın hangi kitabının neresinde bulunduğunu belirtmiştir. Hıristiyan ortaçağ filozofları, Aguinolu Thomas’ın “Summa Theolo- gicae” adlı büyük eserinde görüldüğü üzere, Müslüman hangi âlim veya filozoftan yararlandıklarını göstermişler­dir. Fakat Yeniçağ Batılı filozof ve bilginleri, Müslümanlardan yararlanmalarına rağmen, kaynaklarını ısrarla giz­lemişlerdir. Bunun sayısız örneklerinden biri, ünlü Malebranche’in, İbni Mıskeveyh (932-1030)’den çok istifade etmiş olduğu, hatta örneklerini aynen kullandığı halde adından söz etmemiş olmasıdır: “Sıcak olan el, kendi sı­caklığının altında bir şeye dokunduğu zaman, onu soğuk bulur, fakat eli soğuk olan kimse, aynı nesneyi sıcak bulacaktır”(5) Mıskeveyh’in bu örneğini Malebranche şöyle kullandığı halde kaynağını vermiyor.”… meselâ, şayet soğuk bir el ile dokunursak, ilk suyu sıcak buluruz; hatta (sıcak) bulmak zorundayız ve şayet sıcak olan bir el iıe dokunursak, onu soğuk buluruz.”(6)

Malebranche, Ibni Arabi’den yaptığı iktibaslardan da söz etmiyor. Arabi, El-Fütuhatü’l-Mekkiyye (Mekke ilhamları) adlı eserinde şöyle diyor: “… Kadınlar hâmile iken, bir şeye aşerdikleri zaman, çocuk da o şeye benzer olarak dünyaya gelir.” Bunu Malebranche kendisine şöy­le mal ediyor: “Analar çok büyük iştah duyarak yemek is­temiş oldukları şeyleri andıran çocukları doğururlar.”(7) Arabi: “Bir erkekle bir kadın beraberlikleri sırasında ki­mi tahayyül ederlerse, çocuk ona benzer” diyor. Bununla da kalmayıp, erdemli, bilge insanların resimlerini duvar­lara asarlarsa, beraberlikleri sırasında bunlara bakan ka­dınların doğuracağı çocukların da onlara benzeyeceğini ilâve ediyor. Arabi’nin bu sözlerini Campenalle şöyle kullanıyor: “… Yatak odalarına, en ünlü erkeklerin güzel heykelleri konmuştur, kadınlar baksın, başlarını göğe kaldırsın ve böylesine soylu, böylesine güzel çocuklar do­ğurayım diye Tanrıya yakarsınlar.”(8) Malebranche ise Arabi’nin görüşünü yaşamış gibi anlatıyor: “Daha bir yıl bile olmuyor ki, Evliyâdan Pius’un yortusu kutlanırken, onun (kilisedeki) tablosuna dalakalmış ve kendini ona vermiş olan bir (hamile) kadın, bu evliyânın tasvirine iyi­den iyiye benzeyen bir çocuk doğurmuştur.”(9)

Gazâlî ünlü İhyası’nda şöyle bir örnek verir: “İnsan vücudu ruhun memleketidir. Ruhun kuvvetleri (bir şehir­deki) sanatkârlar ve ameleler gibidir. Akıl ve tefekkürün kuvveti ise (bu ülkedeki) akıllı vezir gibidir. Gazap (öf­ke) ise, polis müdürü gibidir.” Bu örnekler Salisburglu John ile Hobbes’de karşımıza çıkmaktadır.(10) Benzer olaylar sayılamayacak kadar çoktur. Dînî taassuptan veya kendine mal etmek ihtirasından dolayı Batılılar Müslümanlardan aldıklarını göstermediler, hatta onları inkâr etmeyi de ihmal etmediler. Bacon bunun tipik bir örneği­ni vermektedir: ”… Sahip olduğumuz ilimler, büyük bir kısmıyla öreklerden gelmektedir; Romalı, İslam ve daha sonraki yazarlar tarafından buna ilave edilen şeyler çok olmadığı gibi, önemli de değildir.”

İlimde en önemli nesne kâğıttır; zira ilmi birikim kaydetmekle sağlanır; ancak bu yolla meraklıları ilmi belli bir yerden alıp, bir yere götürebilirler. Kâğıdın bol­laşmasıyla ilim bir zümrenin tekelinden kurtuldu, istekli dimağların arzularına hazır hâle geldi. Önce Çinliler ve Türkler ipekten kâğıt yapıp kullanıyorlardı.(11) Kuteybe, Semerkant’ı zaptettiği zaman orada kâğıt fabrikaları bul­muştu. Kısa bir süre sonra (706)’da Mekkeli Yusuf Amru kâğıdı ipek yerine pamuktan yapmaya başladı; daha ucu­za mal edilen bu şekil, çabucak yaygınlaştı. Kâğıdın İslam âleminden Batı’ya yayılışında, XII. yüzyılda Fransa’dan Kompostela’ya gelen hacıların önemli rol oynadıklarına Watt işaret etmektedir.(12) Ortaçağda “Şam kâğıdı (Charlo Damascenaz) ” deyiminin de delâlet ettiği üzere Avrupa, ihtiyacını İslam dünyasından alıyordu.

Batı’da ilk kâğıt fabrikası 1389’da Almanya’da ku­ruldu. Halbuki İslam aleminde, daha Harun Reşid döne­minde Vezir Yahyâ İbni Fâdıl Bermekî, 794 yılında Bağ­dat’ta kâğıt fabrikasını kurmuştu. Kâğıdın bollaşması, matbaanın icadına zemin hazırladı.

Medenî hamlelerin temelinde ihtiyaç bulunmakta­dır. Müslümanlar için ibadet bakımından zamanın önemi çok fazladır; namaz saatlerinin, Ramazanın, iftar ve sa­hur vakitlerinin tespiti gerekmektedir. Kıblenin tayini de çok önemlidir. Bunun için İslam’ın ilk yüzyıllarında koz- mografik çalışmalar, bilhassa takvime dair yoğun gayret­ler müşahede ediyoruz. Bu çalışmalarda bulunanlardan birisi de usturlabın mûcidi Firâzî (777)’dir.

İslam âleminin ilk mütefekkirlerinden El Kindi (801-873) aritmetik, geometri, astronomi, meteoroloji, coğrafya, fizik, müzik, tıp, felsefe konularına dair iki yüz altmış eser yazdı. Bunların arasında “Gezegenlerin Ters Dönüşlerine Dair” kitapçığı çok dikkat çekicidir.O da Eflatun gibi, matematik bilmeyenin filozof olamayacağana inanıyordu. Med-cezir olayın inceledi; düşünce cisimlerin hızını tayin eden hususları tespit etmeye çalıştı. Optik’e dair bir kitabında ışık olaylarını inceledi; açıların pergelle ölçülmelerini geometriye o getirdiği gibi, sıvıla­rın izâfî ağırlıklarını da o hesapladı. Batı düşünce ve ilim tarihindeki Leibniz’in “Her monad, kainatın kendisi gibi güzelce tanzim olunan aynasıdır.” görüşünü, çok önceden belirtmişti.(13)

Altmış dokuz âlimle beraber Halîfe El Memun için ilk coğrafya ansiklopedisini tertip eden Muhammed B. Musa El Harezmi (ö. 846) İslam ilim ve fikir dünyasının, hattâ topyekün ilim aleminin köşe taşlarındandır. Hazar Denizi’nin doğusundaki Harezm’de (Harzem, bugünkü Hiyve) doğduğu için bu adla anılmıştır. Bu büyük ilim adamı, değişik konularda çalışmalarda bulundu. Astro­nomi ile ilgili yaptığı tablolar Kurtuba’dan Changay’a ka­dar uzanan alanda yaşayan astronomlara yüzyıllarca reh­ber oldu. Günlük hayatta kullandığımız aritmetikten ilimde faydalanmanın yolunu ilk açan ve aritmetiği siste­matik halinde genişleten, Trigonometrinin kurucusu ge­ne Harezmîdir. Algorithme kelimesi de, Batılıların “Al- harizmi” dedikleri, Harezmî’nin adından gelmektedir.(14) Müslümanlar Trigonometriye “Musellat” diyorlardı. Mu- sellat ile ilgilenen El Battanî’nin de bilime küçümsenmez katkıları oldu. Musellat’a dair araştırmaları Ebu Reyhan El Birûnî çok geliştirdi. “Trigonometri” tâbiri ise Batılı mütercimlerin Yunanca’dan ürettikleri bir kelimedir. Harezmî’nin bu konudaki en önemli eseri “Hisâbu’l-Cebr ve’l Murâkabe”dir. Arapça’sı kaybolan bu eser, XII. yüz­yılda Gèrad de Grèmone tarafından Latince’ye tercüme edildi ve XVI. yüzyıla kadar Avrupa’nın bütün üniversilerinde ana matematik kitabı olarak okutuldu. Batı’da yebro diye telaffuz edilen “Cebir” sözü de bu eserle ilim âlemine girdi.(15) Logaritma cetvelleri de ilk defa Harezmî tarafından yapıldı; daha sonra geliştirildi.

Batılılarca Albateyni diye anılan Ebu Abdullah El Battânî (850-929) Trigonometriye dair çalışmalar yaptı. Trigonometrik alâkaları bugünkü kullanılan şekliyle formülleştiren odur.(16) Kırk bir yıl astronomik müşahedeler­de bulundu; günümüzdeki hesaplara dikkati çekecek ka­dar yakın rakamlar elde etti.

Matematik ilminde Müslümanların emeği çoktur. Modern çağda Batı’da yararlanılan “Matematik uslübunu Müslümanların vücuda getirdiklerini Hunke, şöyle izah etmektedir: “Matematiği, Yunanlıların soktuğu ta­mamen geometrik kılık içinde devralan Müslümanlar, bu kılığı atarak, ona cebir ve hesap elbisesi giydirdiler.” Müslümanların bulduğu ondalık kesirleri El Kâşi geliştir­di. Meçhûlü belirten “X”de Müslümanların icadıdır. “X” harfi Arapça’da yoktu. Müslümanlar bilinmeyene “şey” diyorlar, kısaltılmış olarak da “Ş” harfiyle sembolleştiri­yorlardı. “Ş” harfi İspanyolca’da “X” harfine tekabül eder. Günümüzde dünya milletleri, Müslümanların “Ş” harfini, İspanyolların “X” harfiyle ifade etmektedirler. Sinüs ve Tanjant da Müslümanların buluşudur. Sinüs, Arapların çıkıntılı veya kavisli kısmı ifade için kullandıkları “cep” kelimesinin Latince tercümesidir. Sıfırı da Müslümanlar bulmuştur. Muhammed İbn-i Ahmed “Mefâtihü’l-Ulûm” adlı eserinde, eğer onlar basamağında hiçbir sayı mevcut değilse, sırayı muhafaza için küçük bir dâire ileriye sür­müştür. İşte bu dâirenin karşılığı olan ve Arapça’da “boş” anlamına gelen “sıfır” kelimesi, Latince’ye geçen “zero”nun menşeidir.(17) Bugün bize çok basit gibi gelen sıfı­rın icadı hakkında Risler şöyle demektedir: “Herhalde bu bir dâhiyâne icattı; hiç abartmadan denilebilir ki, sıfırın icadı insan cinsinin en büyük keşiflerinden biridir”.(18) Bü­tün bunlara dayanarak Jaeques Risler “Rönesans’ımızın matematik hocaları Yunanlılar değil, Müslümanlardır”(19) demek zorunda kalmıştır.

Müslümanlar için Yaradan’ın sonsuz kudreti hakkında fikir sahibi olmak bakımından zaman kadar berrak gökyüzündeki ışıl ışıl yıldızlar da dikkat çekicidir. Halîfe el-Memun (786-833) Batlamyus’un keşiflerini tahkik etmek ve yeni araştırmalar yapmak için bir astronomlar heyeti kurdu. Dünyanın yuvarlaklığına inanan bu âlimler yaptıkları hesaplara dayanarak, çevresinin otuz beş bin kilometre olduğunu tahmin ettiler. Bu astronomlar tam bit ilıııî anlayışla çalışıyorlardı. Tecrübeyle sabit olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyorlardı. Onlardan biri de arz dere­celerinin uzunluklarını hesaplayan El Ferganî idi. Güne­şin gezegenler gibi, fakat aksi yönde seyreden bir yörün­gesi bulunduğunun ilk El Ferganî farkına vardı. Ortaçağ Avıupası’nda Alfraganus adıyla anılan El Ferganî’nin “Astronominin unsurları” adlı eseri, birçok defa Latin­ce’ye tercüme edildi ve basıldı. El-Harezmî Bağdat’ta Semmasiye mevkiinde ve Suriye’de Kasyon dağında ilk rasathaneyi kurdu. Batı’da ise ilk rasathane yüzyıllarca sonra Nurenbery’de kuruldu.(20) Sıncar Dağı’nda Harezmî yaptığı çalışmalarla, meridyen dâiresinin yirmi dört bin mil olduğunu tespit etti. Watt, El-Harezmî hakkında bil­gi verirken Batlamyus’un coğrafyasını ele alarak, dünya­nın yerleşilmiş bölgelerinin tasvirini yaptığını belirtmek­tedir.(21)

İslam’ın verdiği vecd ile ilim uğruna Müslümanlar büyük gayretle çalışıyorlardı. Önce de zikredildiği üzere pek çok astronomi âlimi yetişti; fakat bu âlimlerden Mu­sa’nın oğulları adıyla anılan üç kardeş (Muhammed, Ahmed, Hasan) Batı’yı çok etkiledi. Yazdıkları kitap Cremonalı Gerhard tarafından Latinceye tercüme edildi. Ortaçağ boyunca Avrupa’da “Üç Kardeşlerin Kitabı” ola­rak ün saldı. Üç kardeşler matematik, astronomi konula­rında da ayrı ayrı harikulâde eserler verdiler. Güneşin yüksekliğini ve güneş yılının uzunluğunu hesaplayan Mu­sa’nın güzîde öğrencilerinden Sâbit İbni Kurra da Batı’nın Doğu kaynaklarına yönelmesine vesile olan âlim­lerden biridir.

Bağdat’taki ilk Büveyhî hükümdarlarının himayesin­de çalışan Ebu’l Vefâ, Tycho Brahe’den altı yüz yıl önce ayın üçüncü değişmesini keşfetti.(22) Ebu Mâşer (öl. 886) de ayın hareketlerini, med-cezir olaylarıyla ilgisini incele­di, elde ettiği verilerin doğruluğuyla şaşırtıcı sonuçlara ulaştı. Renkli bir kişiliği olan Ömer Hayyam da (öl. 1153) astronomi konularında dikkate değer çalışmalar yaptı; “Celâli” adında bir takvim geliştirdi; beş bin yıl bo­yunca uygulansa, bu takvimin sadece bir gün hatalı sonuç vereceği hesaplandı.

Müslüman astronomların çalışmalarını daha sağlıklı sürdürebilmeleri için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmıyor, maliyetine bakılmadan gerekli âletler yaptırılıyordu. Yu­nanlılarca bilinen, yıldızların hareketlerini gösteren araç­lar ve usturlap geliştirilmekle kalınmadı; yirmi beş metre çapında sekstonlar ve daha başka âletler de yaptırıldı. Mükemmel bir şekilde geliştirilen usturlap X. yüzyılda Avrupa’ya getirildi ve denizciler tarafından XVII. yüzyıla kadar kullanıldı.

Tıp ilmi de Müslümanlara çok şey borçludur. İslâm tıbbının eski Yunan’dan değil de, Müslüman hekimlerin araştırmalarından doğduğunu Jacques C. Risler, La Civi­lisation Arabe adlı eserinde şöyle anlatır: “… Biraz sonra âlim seleflerini bir tarafa bırakarak eski Yunanlıların hiç bilmedikleri yollara koyuldular ve bu suretle tıbbın geliş­mesine büyük bir nispetle iştirak ettiler. Tıp öğrenimi, bilhassa hastanelerde yapılırdı ve C. Cumston’un dediği gibi “Müslümanlar klinik tıbbını tesis edip, patoloji deni­len “ilm-i emrâz”ı gittikçe zenginleştiriyorlardı.”

İşte o devirden itibaren medreselere fen fakülteleriyle, tıp fa­külteleri ve laboratuarlar ilave edildi”(23) ilk dispanser ve eczaneleri Müslümanların kurduklarını, okullarını açtık­larını, kitaplarını yazdıklarını belirten Will Durant bu konuda Şu bilgileri de vermektedir: “Eski ilaçlara grî anber,kafu,cıva,mevsafi,karanfil karanfil, hıyarşenber ve sinameki’yi ilave ettiler.Şurup ve gulap şeklinde sunulan ilaçlar da Müslümanlar tarafından tıp dünyasına getirildi.(24)

Mikrobun ne zaman ve nerede keşfedildiğine dair fikir yürütenler, Buharî ve Müslim gibi büyük nıuhaddislerin kaydettikleri: “Bir yerde veba olduğunu işitirseniz oraya girmeyiniz ve eğer bulunduğunuz yerde zuhur et­mişse, oradan çıkmayınız”, “Çatlak bardaktan su içmeyiniz; çünkü orası şeytanın oturağıdır” hadîsleri ile aynı mealdeki daha nice hadîsin üzerinde durmalıdırlar. İnsa­nı “Allah’ın yeryüzündeki halîfesi” kabul ettiklerinden Müslümanlar tıbba çok önem verdiler.

Hz. Peygamber’in, mesleğinde derinleşmemiş he­kimlerden sakınılmasına işaret buyurmalarından, tıp il­mini bilmeyenlerin tedavi ile meşgûl olmalarını yasakla­malarından(25) çok sonraları bile Batı takdisle, şeytanı kov­ma usulleriyle uğraşıyordu. Bu konuda Havâri Yako- bus’un şu sözleri onlara yol gösteriyordu: “İçinizden biri hastalanınca, en yaşlı râhipleri çağırtınız.İsâ namına has­tayı yağladıktan sonra ona dua etsinler.İman duası,has­taya şifa verecektir.” Eczanelerin mahiyetinde bir nevî dinsizlik ve küfre varan mânâlar bulunduğunu kilise öğ­retmeni Tation da açıklıyordu: “Dünyevi ilaçlara, ot ve köklere inanmak her şeye kâdir Allah’a karşı güvensizliği ifade eder. İnsanları Tanrıdan çevirtmek isteyen şeytan­larla fena ruhlar, budalalarla, îmânı zayıf bulunanları kandırıp, aldatmaktadırlar. Eczacılık, her çeşit şekiller içinde bir nevi iğfalkâr sanat ve hareketlerden doğmuş­tur. Maddeye güvenerek onunla tedavi olmak isteyen kimse, kendisini Tanrının kudretine terk ederse, çok da­ha çabuk şifa bulur. İlahî kudrete başvurma yerine neden köpek gibi otlar, geyik gibi yılanlar, domuz gibi ıstakoz­lar, aslan gibi maymunlarla tedavi olmayı tercih ediyor­sun? Dünyevi şeyleri neden ilahileştiriyorsun?”(26)

Haçlı seferinin büyük vaizi Clair Waux’lu Bernhard (1090- 3) Filistin’de hastalanan papazlara”Kurtuluşunuzu dünyevî ilaçlar kullanmak suretiyle tehlikeye atmak, sîz­lere yakışmaz.” diyerek doktora başvurmayı ve ilaç kul­lanmayı kafi şekilde men etti.

Hunke, Müslüman bir doktorun hatıratından alıntı yapmakla İslam ve Hıristiyan dünyaları arasındaki farkın açıklanmasına yardımcı olmaktadır. “Bana bacağında çı­ban bulunan bir şövalye ile sıtmadan fazlaca zayıflamış bir kadın getirdiler. Şövalyenin ayağına yakı sardım. Çı­ban patladı; tehlikesiz bir seyir takip etmeye başladı. Ka­dını diyete tabî tuttum. Vücut durumunu nebatî gıdalar vermek sûretiyle iyileştirdim. Bu sırada oraya gelen bir Frank doktoru, hastalara dönerek beni gösterip, ‘Bu sizi tedavi etmeyi bilmiyor’ dedi. Şövalyeye, ‘Tek ayakla yaşa­mayı mı, yoksa ölmeyi mi tercih ettiğini’ sordu. Şövalye ‘Bir ayakla’ cevabını verdi. Bunun üzerine Fransız Dok­tor, kendisine kuvvetli bir şövalye ile keskin bir balta ge­tirilmesini istedi. Şövalye biraz sonra elinde balta ile gö­ründü. Henüz oradan ayrılmamıştım. Doktor, hastanın bacağını odun yarmaya mahsus bir kütüğün üzerine koy­du. Bir balta darbesiyle bacağı kesmesini şövalyeye em­retti. Şövalye, gözlerimin önünde hastanın bacağına bir darbe indirdi. Ancak bu birinci darbe ile bacak ayrılma­dı. Şövalye ikinci defa tekrar vurdu. Bacağının ilikleri dı­şarı fırlayan felaketzede hemen öldü. Doktor, onu taki­ben kadını muayene etti, ‘bu kadının başında âşık bulun­duğu bir şeytan var. Saçlarını kesin’ dedi. Kadının saçları kesildi. Tekrar hemşehrilerinin yemeğinden sarımsak ile hardal yedi. Böylece ateşi yükseldi. Doktor, ‘Kafasına şeytan girmiştir’ diyerek, usturayı yakalayıp, başının deri­sini haça benzer şekilde kesti. Kafasını örten kısım tama­men açılıncaya kadar derisini ortadan çekip sıyırdı ve ka­fasını sadece tuz ile ovdu. Kadın aynı anda öldü.”(27)

Bunlar sadece mutaassıplara has inançlar değildi. Aynı anlayış, zamanla dînî şuuru tamamen yerleşmiş, ki­lise kararname ve kanunlarında yer almış, teolojik çevre­lerde hararetle münakaşa ve müdafaa edilmiştir. Yalnız ruhî ve aklî hastalıklara değil, henüz mahiyeti bilinmeyen hastalıklara da şeytanın sebebiyet verdiğine, bunlardan ancak şeytanı şiddetle kovmakla kurtulunabileceğine inanılıyordu. Hatta bu inanç XIX. yüzyılda bile revaçta idi.Goethe’nin dostu Weisenbergli doktor şâir Tustinus Kerner, Münihli prof. Schubert, Bauder von Ringseis, Tubingenli Eschenmager, Leibzigli prof. Heinroth şeytana tutulma hastalığından nasıl tedavi olunacağına dair bilgi ler veriyorlardı.(28)

İslam dünyasında ise çok eski zamanlarda, bugünkü müspet mânâda tıp anlayışına sahip Ebulkasım, Zehravî, İbni Zühr, İbni Rüşd, Mûsa Bin Memun gibi ünlü hekimler yetişti. Geleneği oluşan tıp ilmi gittikçe gelişiyordu. Hac mevsiminde adeta tıp sempozyumu gerçekleşirdi. Değişik ülkülerden gelen doktorlar bir araya toplanır, her biri yeni araştırmalarının sonuçlarına dair bilgiler ve­rir, bitkiler ve onların tıbbî özellikleri hakkında da açık­lamalarda bulunurlardı. îlk hastane ise Bağdat’ta Hânın Reşid tarafından kuruldu. X. yüzyılda beş hastane daha açıldı. Zamanla bu hastaneler çoğaldı. Tıp öğrenimi de daha çok hastanelerde yapılmaya başlandı. Hekim Vezir Ali İbni îsâ zamanında (931) da hastaları tedavi için şe­hirden şehire dolaşmaları maksadıyla özel bir doktorlar birliği oluşturuldu. Gerekli imtihanlardan geçmemiş olan ve devletin diplomasına sahip bulunmayan kimse asla he­kimlik yapamazdı. Eczacılar, kırık-çıkık işleriyle uğraşan­lar, hattâ berberler devletin denetiminde idiler.

Müslüman hekimler ameliyatlarda solunum yoluyla anestezi yapıyor ve bu maksatla derin uyku veren haşhaş ve ona benzer bitkilerden yararlanıyorlardı. İslam âle­minde yetişip, insanlık tıbbına katkıda bulunmuş büyük hekimler arasında, maymunlarda ameliyatlar yaparak, anatomiyi inceleyen Yuhanna İbni Masawag (777-857), tarihte göz hastalıklarına dair ilk eseri veren Hunan İbni İshak ve çöz hekimi Ali İbni îsâ hemen akla gelenlerdir. Ali İbni Isâ’nın yazdığı “Göz Hekimlerinin El Kitabı”adındaki eser Avrupa’da XII. yüzyıla kadar okutulmuş­tur.(29)

İnceleyin:  Hasan-ı Basri'nin Düşüncesinde Ahlak

Büyük Selçuklular zamanında sağlık hizmeti devletin görevlerinden birisi haline geldi. Melikşah dönemin­de resmî hastahaneler yurdun büyük bir kesimine yayıldı. Harzemşâhı unvanı ile tanınan Lokman’ın phormocologie’ye dair Akraborin adlı eseri, Curcanlı İsmail bin Ha­şan’ın Büyük Tıp Kamusu, Zâhire-i Harzemşâhî’si bu dö­nemlerin sözü edilmeye değer kitaplarıdır.

Ünlü Alfons cetvelleri de gerçekte İslâm âlimlerinin eseridir. Toledo’da astronomiye dair çalışmalar yapan Es-Sarkali (1028-1087)’nin kitabını Kastilya Kralı X. Al- fons’un doktoru Abraham, Kastilya diline çevirince, Al­fons cetvelleri adıyla Batı dünyasında yaygınlaştı. Bütün Batı âlimlerinin kullandıkları bu cetveller Copernicus devrinde bile önemlerini korudular. Ancak 1551’de Wiltenbergli prof. Reinhold, bunlardan daha gelişmiş, “Prus­ya cetvelleri”ni tanzim edebildi. Hıristiyanlarca dünyevî şeylere kafa yormak küfür derecesinde hatalı sayıldığı, hattâ Tertullian’ın: “İncirin tebliğinden sonra, tabiatı araştırmaya ilgi göstermek, îsâ’nın kanaatince, bizim va­zifemiz değildir” dediği dönemlerde Es-Sarkalî, dünyanın güneşe uzaklığını ölçmüş, gün dönümleri, gece gündüzün eşitliği hakkında Toledo’da dört yüzden fazla rasat yap­mış, “Astronomiye Dâir” adlı eserini Cremonah Gerhard Latince’ye tercüme etmişti. Copernicus 1530 yılında ya­yımladığı “De Revolution-Obus Obrium Coeles Tium” adlı meşhur kitabında Es-Sarhalî ve El-Battânî’den övgü ile söz eder. Daha sonraları da Uluğ Beg gibi bilginlerin çalışmaları ile astronomi büyük mesafeler aldı. Batı’da ise ilk defa Fransız Maupertius 1736 yılında yerkürenin ölçümünü yaptı.

Ortaçağ Avrupası’nda Alhazen diye tanınan El-Hişam’ı en çok Kitabü’l-Menâzır (Optik Kitabı) adlı eseriyle biliyoruz. Bu kitap, ortaçağ boyunca yazılmış eserler arasında düşünce ve metot bakımından en ilmi olanı kabul edilmektedir. El-Hişam ışığın hava ve su gibi saydam cisimler içindeki kırılımını inceledi, büyütücü merceği Avrupalılardan üç yüz yıl önce icada çok yaklaştı. Bacon, Witelo gibi Batılı bilginler mikroskop ve teles« kopa dair çalışmalarında Hişam’ı esas aldılar. Ona kadar görme, gözden çıkan ışığın maddeye ulaşmasıyla açıklanıyordu. O ise, “Görme, bakılan cisimden göze gelen, gö­zün saydam bölümünden giren ışık sayesinde mümkün­dür”, tezini ileriye sürdü.(30) Cevheri de görmeyi çeşitli arazların bir yere gelip toplanmasıyla izah etti. Onun bu izahıyla “Araziyye” veya “Hadisecilik” (phènomenisme) ortaya çıktı. Ancak son yüzyıllarda İngiliz filozofları Berkley, Hume, Huxley, Stuart Mili bu görüşün takipçi­leri oldular.(31) “Âlem hareketten ibarettir” diyen Nazzam, belki bu konuda Hışam D. El-Hakem’den farklı düşün­müyordu. Cisimlerin sonsuz parçacıklardan meydana geldiğini günümüzde fizik ilmi de kabul etmektedir. Mo­dern fizikte ise bütün tabii kuvvetlerin, maddenin görül­meyen parçacıklarına ait hareketler olduğu iddia edil­mektedir. Yeni keşfedilen elektron ve ışın veren radyo­aktivite Nazzam’ı doğrulumaktadır. Yakın dönem Alman düşünürlerinden Feurbach’a göre tabiat devamlı hareket ve tekâmül halindedir.

Cebir ilmine dair “Kitâbu’l-Cebr ve’l Mukabele” adlı eseriyle meşhur olan El-Heysem (965-1051) ışık kırılma­larının sebeplerini hava ve su gibi çeşitli ortamlarla açık­ladı. Havanın yoğunluğu ile ışığın kırılmasının doğru orantılı olduğunu ve yükseldikçe yoğunluğun düştüğünü o keşfetti. Buradan elde ettiği verilerle, dikkat çekici bir şekilde, hava tabakasının on beş kilometre olduğunu he­sapladı. Oktides ve Batlamyus’un: “Gözler görülecek şey­lere ışınlar gönderir, böylece görme olayı gerçekleşir.” şeklindeki teorilerine El-Hişam gibi o da karşı çıktı.

Görme olayının, görülen şeyleri gözlere ışınlar gönder­mesi ve o ışınların göze gelmesiyle gerçekleştiğinde ısrar görüntünün görme sinirleriyle beyne intikal ettiğini tespit etti. Ayın parlak bir cisim olmadığını o keşfetti; bundan hareketle her renkli cismin ışığı yansıttığını bul­du. Teorilerini ispatlamak amacıyla deneyler yaparken fotoğraf çekmeye yarayan bir alet icat etti. Pek çok icat­larından biri de okuma gözlükleridir. El-Heysem’in Batı’ya etkileri göz kamaştırıcıdır. Optik fizik alanındaki te­orileri yeniçağın ortalarına kadar Avrupa’da ilme hâkim oldu. İngiliz Roger Bacon’dan, Alman Witello’ya uzanan dönemde bütün optik onun teorilerine dayanır. Karanlık oda gibi değişik konuların mucidi kabul edilen İtalyan Leonardo da Vinci’nin ilham kaynağı da El-Heysem’dir. Keplerin kanunlarına dayanarak teleskopu yapan Gali­leo’nun ardında da o bulunmaktadır. Yer çekimini bir kuvvet olarak ispat etmekle Newton’a, cisimlerin düşme­si konusunda da Galileo’ya öncülük etti. Hatta Heysem’in, kelimenin tam anlamıyla modem fizik ilminin kurucusu olduğu da hayranlıkla ifade edilmektedir.

İslam medeniyetinde gelişen tıbbın sultanı İbni Sînâ’dan sonra en büyük tabiplerden, natüralist filozof Ebu Bekr Râzî (864-926), aynı zamanda hayvan, bitki ve madenlerin tasnifinde sistemli çalışmalar yaptı. Batılıla­rın “Rhazes” dedikleri Râzî, Yunan ilmine olduğu kadar, eski İran ve Hint ilimlerine de vakıftı. Sokrates’ten sonra Yunan felsefesine fazla önem vermemiş, El-Kindi’yi ten­kit etmiştir. Fakat Yunan’ın eski tabiat felsefesi ile Hint ve İran’ın Sihri tabiat ilimlerini uzlaştırmaya çalışmıştır. “Kitâbu’l-Esrar”, “Kitabu’s- Sırru’l-Esrar” ve bilhassa “Kitabu’l-Hâvî” adlı eserlerinde Doğu’nun tesirleri açıkça görülür. Yansı tıbba ait olmak üzere yüz otuz bir eser yazdığı rivayet edilmektedir; ancak bunların çoğu kaybol­muştur. “El-Hisbe ve’l-Cederî” adlı kitabında ilk olarak çiçek hastalığı üle hısbe hastalığının farklı olduğunu be­lirtmiştir. En büyük kitabı “El-Hâvî” ise bir tıp ansiklope­disi sayılabilir. Bu eserinde Roma, Fars, Hint kültürlerin­deki tıpla ilgili bilgiler özetlemiş, sonra da şahsi görüşle­rini ifade etmiştir. Bu kitabı hakkında Will Durant şöyle demektedir: “Yirmi cilt olan Kitab-ul Havi eseri tıbbın bütün dalarına şamildi.Liber Contines adıyla Latinceye tercüme edilen bu eser,yüzyıllarca beyaz ırk aleminin belki en çok hürmet besleyip,en fazla istifade ettiği kaynak oldu.1395 yılnda  Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi Kütüphanesinin bütün mevcudunu teşkil eden dokuz ki­taptan biri de bu eserdi.Razi’nin çiçek ve kızamık hastalıkları hakkındaki eseri doğrudan doğruya tetkik ve müşâhede ile klinik tahlillerle istinat eden bir şaheserdi, İntani (mikrobik) hastalıkları hakkında ilk vazıh tetkik eseri ve o iki hastalığı tefrik hususunda ilk gayret mahsulü işte buydu”.(32) 1498 ile 1866 yıllan arasında İngiltere’de kırk baskısı yapıldığı düşünülürse, eserin ünü ve etkisi daha iyi anlaşılır. Bir diğer önemli eseri de on ciltlik tıp kitabı olan “Kitabul-Mansûri’dir. Gerad de Gremone bu eseri Latince’ye tercüme etti. Bu tercümenin “Mamus Almansurıs” adını taşıyan dokuzuncu cildi XVI. yüzyıla kadar Avrupa’da en yaygın metinlerden biriydi.(33) İlk defa tabiat felsefesi mektebini o kurdu,gözlem (observation) ve de­ney (ex-perience) metodu ile hareket etti. Batı da ise ta­biat felsefesi ancak XV. yüzyılda Almanya’da Paracelus,

İtalya’da Brunu ile başlar. Çağdaş tabiat ilmi metodu da İtalyan Leonordo, Polonyalı Cpernicus, Alman Kepler ve daha sonra İtalyan Galileo ile kuruldu. Francis Bacon’un büyük babası Oxford’un önemli simalarından Roger Ba-con Râzî’nin çok tesirinde kaldı. Aslında Razı sadece Roger Bacon’u etkilemedi; İngiliz Amprizmi’nin üzerin­de de müessir oldu. Çok yönlü bir âlimdi. Tıpta cıvanın yeni kullanış alanlarını buldu. Hayvan kursağının cerrahî dikiş maddesi olarak kullanılmasını o sağladı.(34) Galsama (Boğaz deliği)’yı ve sesin hasıl olmasını sağlayan sinirleri de gene o keşfetti. Kimya ilminde de dikkat çekici buluş­ları vardır.

Her ne kadar simya kimyanın kaynağı gösterilirse de bu görüşün doğru olmadığı ileri sürülmektedir. Bilhassa İslam dünyasında kimya ile simya ayrı ayrı bilim dalları kabul edilmektedir. Kimya, mâdenî cevherlerin özelliklerini yok edip, ona yeni ve başka özellikler kazandırma metodlarından bahseden bilimdir. Simya ile algılanamayan hayali misalleri meydana getiren disiplindir.

Aslında kimya Müslümanların kurduğu bir ilimdir.Eski Yunanlıların bildikleri basit tecrübelerden ileri gitmiyordu» Halbuki İslam âlimleri, müşahedeyi, tecrübeyi,kontrolü ve hassas ölçüleri bu ilim dalanın bir parçası haline getirdiler. Meselâ imbik denen donatım cihazını geliştirdiler. Sayısız maddelerin kimyasal tahlilini yaptılar,alkalilerle asitlerin farkını tespit ettiler. Çok çeşitli kim yasal maddeler ve ilaçlar da onların çalışmalarının ürünüdür.(35)

Asıl adı Ebu Nâsır Muhammed İbni Uzluğ olan Fâ-râbî (870-950), Aristo mantığıyla İslam kelâmı üzerinde yaptığı çalışmalarla şöhrete ulaşmıştır. Aristo’yu tanıtma­sından veya El Tâlimu’s-sâni adlı eseri telif etmesinden dolayı El-Muallimu’s-sâni unvanım kazanmıştır.

Felsefede büyük isim yapan Fârâbî, sûfi doktrinini ve kıyafetini benimsemişti. İbni Halleyan onun için şöyle demektedir: “Dünyevî şeylere öylesine düşkün olmayan bir insan daha yoktur. Yiyeceğini temin etmek ya da ba­şını sokacak bir ev bulmak için en küçük bir teşebbüste bulunmazdı.” Fârâbî’den otuz dokuz eser kaldı. Bunlar­dan “İhsanü’l-Ulûm” (İlimlerin Ansiklopedisi) adlı eseri, mantık, matematik, fizik, kimya, iktisat ve siyaset ilimle­rinin özetidir.

Fârâbî, Allah’ın varlığına delil olarak Aristo’nun ile­ri sürdüğü fikirlerden hareket ediyordu. Sebepler zinciri­ne işaret eden bu kâinat, ilk sebebin varlığını gösterirdi. Çokluk, birliğin de deliliydi. Felsefenin biricik gayesi, bu ilk sebebi bulmaktır; buna yaklaşmak da ancak sağlıklı bir ruhla mümkündür.

Farâbı, bu görüşüyle Alfarabus olarak tanındığı Batı’ya çok etki etmiştir.Aristo’nun ”Organun”adlı kitabına dair yazdığı şerh Roger Bacon, Alman filozofu Büyük Albert (Albert le Grand)gibi ünlüler için yol gösterici oldu.Duyuların yanı sıra, sezginin de ilimde önemini ilk önce Farâbî belirtti. Bu görüşe, Batı’da Fransız Bergson Alman Steiner ve benzeri etkili düşünürlerde de rastlıyoruz. Eserleri arasında El-Medinetü’l-Fâzıla (İdeal Şehir) çok mühimdir. Kitabına bitmez tükenmez bir mücadele olarak nitelendirdiği tabiat kuvvetlerinin tasviriyle başlar. Bu mücadelelerde her canlı varlık, diğer bütün canlı varlıklarda, kendi varlığına son verecek bir yetenek gör­düğünden, “Kelbiyyun” şöyle düşünür: “Bu cihanşümul mücadelede, akıllı olan iradesini başkalarının iradesine göre şekillendirir; eğilir ve böylece de kendi isteklerinin tamamını elde eder.” Savaş kaçınılmaz bir durumdur ve tabiidir; bütün tabiat kanunlarında olduğu gibi, hak kuv­vetlinindir. Tarih, kuvvetlinin zayıfa boyun eğdirdiğine dair örneklerle doludur. Bunun için, akıllı olan gücünün yetmeyeceğinin karşısında eğilir.” Bu realiteye Fârâbî karşı çıkar; insanları hırs, kavga, kıskançlık değil; akıl, fe­dakârlık ve sevgi üzerine cemiyeti kurmaya davet eder. Bu fikirlere yüzyıllarca sonra Batılı filozofların cemiyetin oluşmasını izah eden nazariyelerinde rastlıyoruz. İnsan­lar arasındaki ilişkinin mücadele olduğunu belirtmekle sistemini “insan insanın kurdudur.” (Homo homini lu- pus) esasına oturtan Hobbes’e öncülük etmiştir. İnsanla­rın toplu yaşamak zorunda olduklarından, “akıl, fedakâr­lık ve sevgi” ile, yâni gönül rızasıyla bir araya gelmeleri gerektiğini belirterek, Rousseau’dan önce sosyal muka­vele (Contrate social) teorisini öne sürmüştür.

Hayvan ve bitkiler üzerinde deneyler yapan Câbir İbni Hayyan (öl. 815) elde ettiği sonuçları sistemli bir şe­kilde kaydetti. Ham azotun hazırlanmasını keşfettiği gibi, çeliğin ve diğer madenlerin arıtılmasında ciddî bir usul geliştirdi. Asit’i keşfeden Ebû Mûsa Câbir-i Tûsî (öl. 876) modern kimyanın kurucularından biridir.(36) Kimya ilminde devir açtıkları kabul edilen Pristley ve Lavosier’den çok daha önemli olduğunu belirtenler az değildir.

Matematik âlimi Ebul Vefâ Buzcavî (940-998) Tanjant ve Kotanjantların cetvellerini yapmıştır. Buzcavî’nin bu­luşları Batı’da XV. yüzyılda Alman âlimi Johann Müller tarafından yeni buluşlarmış gibi ileriye sürülmüştür. Batı’da kullanılan bugünkü rakam sistemleri de XVI. yüz­yılda Araplardan alınmıştır. Menşeinin Hint olduğu iddia edilen bu rakamlar hakkında Sedillot şöyle demektedir: “Her ne kadar Müslümanlar bizim (chiffres Arabes= Arap rakamları) dediğimiz sisteme (chiffres İndies= Hind rakamları) diyorlarsa da, bu durum o rakamların menşeini Hindistan saymamıza kâfi değildir. Çünkü Müslümanlar Proclus’un tarif ettiği bir âlete de (Cerele İndien=Hint Çemberi) adını vermişlerdir. Zaten Arap rakamlarının şekil itibariyle Hint rakamlarından büsbü­tün başka türlü olduğu da tespit edilmiştir.(37)

Çok yönlü bir âlim olan Ebu Ali El-Hüseyin İbni Sînâ (980-1037) geniş ilâvelerle tabiî ilimlerin bütün dalla­rını zenginleştirdi. İbni Hallegan ondan şöyle bahseder: “On yaşına geldiği zaman, Kur’an’ı ezberlemiş ve umûmî edebiyatı bitirmişti. İlâhiyat, aritmetik ve cebirden de an­lıyordu.”(38)Küçük yaşta, herhangi bir resmî eğitim görme­den hekimlik bilgilerini elde etti. Buluğ çağında ise hasta tedavi etmeye başladı. On yedi yaşındayken Buhara hü­kümdarı Nuh İbni Mansur’u sağlığına kavuşturunca, ünü birden arttı; resmen saraya bağlandı ve sarayın kütüpha­nesinde çalışma imkânına kavuştu. Eski çağlarda tıbbın kurucusu sayılan Hippokrates (Hippocrate)’e mukabil, ortaçağda tıbbı yeni baştan kuran İbni Sînâ, “Tıbbın sul­tanı” unvanını hak etti”.(39) Tıp konusundaki ilk bilgileri, tıp alanına ait hadislerden oluşan “Tıbb-ı Nebevi”ye da­yanır. Ortaçağ ve Rönesans Avrupa’sı Hippokrates ve Falien’den fazla İslam hekimlerini; bilhassa İbni Sînâ’yı takip etmiştir. Kaleme aldığı yüz kadar kitap arasında tıp için ikisi çok önemlidir. Bunlardan biri “Kitabu’ş-Şifâ”dır On sekiz dit olan bu eserde matematik, fizik, metafizik ekonomi, ilahiyat, musiki, siyaset konularım da ele alır.

Diğeri ise ‘Kânun Fi’t-Tıb”dır. Bu kitapta fizyoloji, hi’ yen, tedâvi ve ilaç konuları hakkında bilgiler verir. nun Fi’t-Tıb” XII. yüzyılda Latince ’ye tercüme edilmiş ve yüzlerce yıl Avrupa tıp fakültelerinde en önemli kitap olarak okutulmuştur. Montpelier ve Lovain Üniversitele­rinde XVII. yüzyılın yarılarına kadar başlıca tıp kitabı bu eserdi.(40) Onun Batı’da ne derece etkili olduğu şu cümle­den de bellidir: “1617 tarihli bir üniversite yönetmeliğin­den anlaşıldığına göre, Râzî ile İbni Sînâ tercümeleri tam altı yüz yıl Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur.”(41) Batılıların Avicenna diye andıkları İbni Sînâ, dağdağalı geçen ömründe çok değişik konularla il­gilendi. İlmî buluşlar yaptı ve eserler verdi. Zelzeleye merkezî sıcaklığın (mağma – nâr-ı merkezî) sebep oldu­ğunu ilk defa o ileriye sürdü. Su ve hava basıncını “Ne­cat” adlı kitabında işledi. Bunlar Batı’da ancak XVII. yüzyılda anlaşıldı. İtalyan fizikçisi Toriçelli onu yüzyıllar­ca sonra takip etti. Hareket, kuvvet, boşluk, ışık ve özgül ağırlık üzerine orjinal çalışmalar yaptı. Mineraller hak- kmdaki eseri XVIII. yüzyıla kadar Avrupa minerolojisi-nin temel kitabı oldu.(42)Dağların meydana gelişi hakkındaki fikirleri de dikkat çekicidir. Euclide’yi tercüme etti. Astronomiye dair müşahedelerde bulundu. Aynı zaman­da şâir ve filozoftu. Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım” düsturu, İbni Sînâ’da da aynen bulunmaktadır. Aristo’nun ortaçağ boyunca yaşamasına sebep olanlar­dan birisi de O’dur; yazdığı şerhler Roger Bacon gibi ün­lüler açısından bile paha biçilmez niteliktedir. Metafizik konularında da Batı’yı çok etkilemiştir: “İbni Sînâ varlık teorisiyle öyle bir etki yapmış oldu ki, Latin skolastikleri arasında kendisine bir şeyler borçlu olmayan tek metafi­zikçi yoktur.”(43)

Ebu’l Reyhan Muhammed İbni Ahmed El Birûnî (973-1048) matematikçi, fizikçi, astronom, filozof, tarih­çi, coğrafyacı, dilci ve şâirdir. Harzem ve Taberistan hü­kümdarları ona saraylarında yer verdiler. Gazneli Mahmud, Harzem’de İbni Sînâ ve el-Birûrn’nin varlıklarım öğrenince, sarayına gönderilmelerini istedi.Harzem hükümdarı  da buna itaat etti.İbni Sînâ davete icabet etmedi ve çöllere kaçtı. El-Birûnî ise Gazneli Mahmud’un sa rayına yerleşti; Hint seferine iştirak etti.

Dünyanın yuvarlaklığını bilen El-Birunî, Dünyanın her gün kendi mihveri etrafında bir defa ve yılda bir defa da Güneş’in çevresinde döndüğü kabul edilirse, astrono­mik verilerin doğru çıkacağına inanmıştı. Coperniaıs’tnn beş yüz yıl önce,’“ Birûnî’nin şu bilgileri vermesi ne kadar dikkat çekicidir: “Gündüz, gece değişikliklerini yapan Güneş değildir; bilakis kendi mihveri etrafında dolaşan Dünyanın kendisidir.”Hatta El-Birûnî’nin İbni Sînaya yönelttiği sorulardan hareketle gezegenlerin dâiresel de­ğil, elips biçiminde hareket ettiğinin farkında olduğu id­dia edilmektedir.(44)

İncil’e ters düştüğü için Batı bu gerçekleri görmez­likten gelmeye kendini mecbur hissettiği dönemlerde Birûnî “El-Mârut” dediği bir âletle her şeyi dünyanın mer­kezine doğru çeken yer çekimini de tespit etti.'(45) On sekiz değerli taşın özgül ağırlığını tayin etmiş ve bir cismin öz­gül ağırlığının, taşırdığı suyun hacmine tekabül ettiğini bulmuştur. Geometriye teoremlerin ispatım getiren de odur.(46) Birleşik Kaplar Kanunu’nu o bulmuş, hidrostatik prensibinden faydalanarak, menba sularının ve artezyen kuyularının çalışmasını da o icat etmiştir. Etnografya ve kültür tarihine küçümsenemez katkıları oldu. Araştırmalarını tam bir objektiflikle yapmaya çalıştı.İlk önemli eseri-esen Asârul l-Bakiyye”nin önsözünde ilim anlayışına ve ilmi araştırmaya dair prensiplerini buluyoruz. “İster eski âdetler, ister partizan davranışlar, ister rekabet ya da karşısındakini etki altına almak isteği olsun, insanları gerçeği görmez hâle getiren heı türlü sebebi ortadan kal­dırmalıyız.”

Yıllarını Hindistan’da geçiren Birûnî, ahalinin dille­rini, adetlerini, kastlarını, kısaca kültürünü araştırdı; en dikkat çekici eserlerinden biri olan “Târihü’l-Hind”i 1030 yılında yazdı. Hint ve Yunan filozoflarını mukayese etti; Hindistan’ın asla bir Sokrates yetiştiremeyeceği kana­atiyle, ilimlerini hayalden kurtaramadıklarını belirtti.

Descartes ve Kant’ın İslam dünyasındaki en önemli hocaları Ebu Hâmid Muhammed Gazâlî (1058-1111)dir. “Şüphe Hak’ka götürür” prensibi ile Descartes’e, aklın bütün problemleri çözmede yeterli olmayacağını ileriye sürmekle de Kant’a öncülük etmiştir. Bilhassa Descartes, Gazâlinin âdeta takipçisidir. Descartes’in Hollanda Kra­liçesi Elizabeth’e kader konusunda yazdığı mektuplarda Gazâlinin El-Munkızu Mine’d-Dalâl kitabının etkisi çok açıktır. Akıl ve tabiattan daha çok vahye güvenmesi de onu Pascalın, Malebranche’nin öncüsü yapmıştır.(47) Saint Thomas ve onun ardından giden Raymond Martini filo­zofların dîne hücumlarına Gazâlinin getirdiği delillerle cevap vermişlerdir.

Ebu Câfer El Gafîkî de Botanik konularında Batı’yı etkiledi. Gafikî, İspanya ve Kuzey Afrika’da topladığı çok değişik bitkilere Arapça, Berberice, Latince adlar verdi; “El Edviyetü’l-Müfrede” ismindeki kitabında da bu bitkileri nitelendirdi. “El Mugnî Fi’l Edviyetü’l Müfrede” ve “El-Câmî Fi’l-Edviyetü’l-Müfrede” adlı eserleriyle ün yapan İbnü’l Baytar, Gafikî’nin takipçisidir. Bitkilerin özelliklerini, hangi hastalıklara karşı kullandıklarını gös­terdi.(48) Eczacılıkta değeri olan bitkileri El-Dinâverî “Kitâbu’n Nebat” (Bitkiler Kitabı)’nda anlatmaktadır. Bu kitapta» anlaşıldığına göre Müslüman botanikçiler aşılama yoluyla yeni meyveler elde etmeyi biliyorlardı, Gül ve bâdem ağaçlarını aşılayarak nadir ve muhteşem çiçekler ye­tiştirmeye çalışıyorlardı(49)

“Sürekli yaratma” nazariyesini ilk defa İbni Rüşd (1126-1198) ileriye sürdü. Felsefede olduğu kadar tıpta da şöhret sahibi olan, Batının Auerroes olarak adlandır­dığı Ibni Rüşd. bilhassa Avrupa da derin tesirler bırak­masına rağmen, orijinal felsefesi yoktur. Aristo, Fârâbî ve İbni Sînânın yorulmak bilmeyen takipçisidir.

Muhyiddin-i Arabî (1165-1240) aklın sınırlarını çok zorlamış bir bilim insanı, bir mütefekkirdir. Eşyanın ma­hiyetini tam anlamıyla bilmemizin mümkün olmadığı, yalnız maddenin ayrılmayan vasıflarını bilebileceğimiz iddiasındadır. Kant’ın tenkitçi düşüncesi de bu noktadan kaynaklanmıyor mu? Arabi’ye göre, hakikat maddî ve manevî olabilir. Maddî ilimler his ve akıl, manevî ilimler ise keşif ve ilham yollarıyla kazanılır. His ve akılla ancak tabiatın dış bünyesine ve vasıflarına dair bilgi ediniriz. Keşif ve ilhamla, his ve akılla ulaşamadığımız yerlere va­rırız. Arabî, çok değişik çağlarda yaşamış, değişik görüş­lere sahip ilim ve fikir insanlarına kaynaklık etmiştir. Pascal, Malebranche gibi mistik mütefekkirleri etkiler­ken, Batı’da mâneviyata cephe açan Spinoza da ondan çok yararlanmıştır. Spinoza tabiatı iki kısma ayırır. Ya­ratıcı tabiat (natura naturante), yaratılmış tabiat (nature naturel) yani eski deyimle tabiat-ı tabia ve tabiat-ı matbûa” bir başka söyleyişle “Allah ile alem, zat ve müessir olması itibariyle, fâil-zâhir ve edilgen (müteessir)- tabiat” düsturunu Arabi’den almıştır.”(50) Fakat Arabi’ye göre, ha­kiki sebep (illet) ancak Allah’tır. Bir de husûlü üzerinde durmadığımız, maddenin oluşmasına vesîle teşkil eden âdî sebepler vardır.

İnceleyin:  Ariflerin Tevhidi

Fransız filozofu Malebranche, âdî se­beplerin de yaratılmasını Allah’a bağlıyor. Muhakkak ki sebeplerin hepsini yaratan Allah’tır; hepsi de, şöyle veya böyle Allah ın varlığına işârettir. Kelâmcılara göre, zâhirde görünen hadise (Âruz phonemene) baki değildir,fanidir, geçicidir. O ancak Allah’ın yaratmasıyla vuku bulabilir. Araz(sonradan vesile olan) ancak cevher (substunce)ile ayakta durur; cevher ise arazsız bulunamaz.Bu Alem cevher ve Arazın birleşmesiyle meydana gelir; “Yaratıcı”dan hâli olamaz. Ayrıca Arabî “Hiçbir şeyin haki­kati mahvolmaz” prensibini ileriye sürerek “Hiçbir şey yokluktan yaratılamaz ve hiçbir şey yok olmaz” kanunu­nu ileri süren Lavasier’in ve “Doğum, ölüm sırf bir isim­den ibarettir; ne tamamen mahvolmak ne de yeniden ha­sıl olmak vardır.” şeklinde düşünen Leibniz’in öncüsü ol­duğunu haber vermiştir. “Cansızlar canlıdır” iddiasında bulunan Paracelsus, Bruno, Campenalla, F’echer, Ara­bi’den farklı bir şey söylemiyorlardı.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (1206-1274) “Hayat rü­yadır” görüşüyle, Schopenhaur’a öncülük etmiştir. “O, sensin, varlığını kendinde ara” sözü Steiner gibi pek çok Batılı bilgine ışık tutmuştur. Sürekli yaratmaya dair de şunları söylemektedir: “Bu dünya ile öte dünya hiç dur­madan doğurur. Her sebep bir ana, onun sonucu da ço­cuktur. Sonuç doğunca o da bir sebep, yâni ana olur ve şaşırtıcı sonuçlar doğurur. Bu sebepler kuşak kuşak üstü­ne eklenir. Ne var ki bu sebepler zincirindeki halkaları görecek gözün aydın olması gerekir.”

Ausguste Comte’un yaptığı ilimlerin tasnifini Ebu’l Bereket Bağdadî’de görüyoruz. Mostesqueu’nun, Durkheim’in sosyolojilerinin esasları İbni Haldun’da bulun­maktadır.

Ortaçağ Batılı coğrafyacıların, İslam coğrafyacılarıy­la mukayese edilemeyeceklerini, günümüzün Batılı coğ­rafyacıları da kabul etmektedirler. Ortaçağda Batı’da ha­ritacılık usullerinin, Dünyaya dair bilgilerin karanlık ve bâtıl itikatlarla dolu olduğu, İlmî coğrafyaya ancak Müs­lüman coğrafyacıların Latince’ye ve diğer Avrupa dilleri­ne tercümesinden sonra geçildiği, Batı kaynaklarında da ifade edilmektedir. SicilyalI İdrisî’nin “Nüzhetü’l-Müştak’ının,İbn Havkal’ın ”Kitab-ul Mamalik ve’l Mesalik’inin,Ebul Ferda’nın ‘Takvimul Buldan’ının,yahut Hamevi’nin ‘Mucemul Buldan’ının,İbn Hardadbih’in,Fergani’nin,El Biruni’nin ve benzerlerinin Batıdaki etkilerini inkâr etmek mümkün değildir.Bu konuda Watt şöyle yazmaktadır

“Avruplıların edindiği en geniş ve en doğru coğrafi bilgiler Müslümanlar sayesinde olmuştur. Malmesburglu William’in XII, yüzyılın babında yazdığına göre, o zamanki insanlar Avrupa hariç, hâlâ bütün dünyanın Müslümaıılara ait olduğunu zannediyorlardı.(51)

‘ İslam tarihçiliği de,Yunan tarihçiliği ile mukayese edilemez. Hatta tarihçiliğin İslam medeniyetinin bir ürunü olduğunu ileriye sürenler de az değildir. Bunu iki se­bebe dayandırmaktadırlar. Dinin emri olduğu için Müs­lümanların bütün ilimlerin köklerine inmeleri, onlara azamî özen göstermeleri ilk sebep kabul edilmektedir, İkinci sebep olarak da, Araplar kadar ecdat silsilesine önem veren bir başka milletin bulunmamasına bağla­maktadırlar. Kanaatimizce Müslümanların Hz. Peygamber’e sevgilerini de bunlara ilave etmek gerekir. Zira ilk tarih kitaplarından birisi Muhammed İbni ishak’ın 767’de yazdığı “Siyer-i Nebí” (Hz. Muhammed’in Hayatı) adlı eseridir.

İslamiyet’ten sonra bu anane, yâni geçmişin izini sürmek, tarih yazmak merakı diğer İslam milletlerine geçti. Bunun içindir ki pek çok Müslüman gibi İbni Ku- teybe de (828-889) insanlığın tarihini kaleme almaya kalktı. Ebu Câfer El Taberî ömrünün kırk yılını vererek, “Kitabu’l- Ekber Er-Resul ve’l-Mülk” adlı eserini yazdı. Bu eser yaradılıştan 913 yılına kadar Resullerin ve hü­kümdarların tarihini vermektedir. Bugün sâhip olunan on beş cildin, orjinalinin onda biri olduğu iddia edilmek­tedir. (52)Taberî de her olayı, Bossuet gibi, Allah’ın takdiri ile izah ediyordu. Eserinde kronolojik sıra takip etmiş, anlattıklarının yanında hadislere yer vermiştir. Kaynakları zikretmesi de ilim anlayışını ve araştırma metodunu gösteren bir delildir.

Büyük seyyah olan ve Çin Denizine ulaştığını söyleyen El-Mesûdî, Taberî’nin takipçisidir, Gezdiği yerleri, müşahede ettiği olayları otuz ciltlik bir eserde topladı. Eserini çok uzun bulduğundan sonradan onu, “Altın ve Kıymetli Taş Madenleri, Çayır” diye kısalttı. El-Mesûdi den hareketle Durant Müslüman tarihçiler için şöyle demektedir: “Tarih ve coğrafyayı rahatça birleştirmekte­dirler. Beşerî olan hiçbir şey onlara yabancı değildir. Ve hepsi de çağdaşları tarihçilerden üstündür.”(53)

Batı’da ise tarih merakı çok yakın zamanlarda doğ­du. Vıco,Hegel,Kari Marx’dan sonra büyük önem kaza­nan tarih felsefesi, yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı altı yüz yıl önce Ibni Haldun tarafından va’z edildi. Haklı olarak o, birçok noktalardan da tarihî maddecilerin, sos­yologların, beşerî coğrafyacıların öncüsü sayılmaktadır.

Müslümanlarla temasa geçmeden önce Batı musikîsi yalnız kilise İlahîlerinden (hymne) ibaretti. Musikîlerini nota ile seslendirmelerine İslam-Doğu musikisi sebep ol­du. Müslümanlar daha yedinci yüzyıldan itibaren usûle dayanan eserler yazdılar. Bu tarz 1190 yılına kadar Batı­lılarca bilinmemekteydi. Sol anahtarını ve beş hatlı nota­yı ilk defa Müslümanlar kullandıkları gibi, şef asâsı da Medineli Suryaj isminde bir musikişinastan gelmekte­dir.(54) Pek çok musikişinasın eserleri Batı’ya tercüme edildi. Bunların arasında Ebu’l Ferec (Ali bin Mehmed Ebul Ferec),in “Mecmuâtü’l-Elhan” adlı eseriyle, Fârâ- bî’nin “Anâsırü’l-Musikî”si zikredilmeye değer.

Ortaçağda İslam âlemi ilim bakımından Batı ile mu­kayese edilemeyecek kadar ileri olduğu gibi, aynı zaman­da “Bin bir Gece Masallarının diyarıydı. Güç, kuvvet gi­bi zenginlik de orada toplanmıştı. Her şeyiyle Batı’yı etkiliyordu. Von Lecog’un dediğine göre Türkistan’dan Avrupa’ya moda elbiseler getirilmişti. Yapılan kazılar­dan çıkan heykellere bakarak bugünkü Batı kıyafetinin de Türkistan menşeli olduğu ileri sürülmektedir.

İslam bilgin, düşünür ve sanatkârları Arapça’yı kul­lanmalarına rağmen, belki de aralarında Arap olmayan daha çoktu. Ama Kurtuba, Semer kant arasında İslam bilginleri gramer çalışmalarıyla Arapça’ya klasik şeklini vererek parlak bir edebiyatın temellerini attılar. Hazırla­dıkları lügatlerle kelime hâzinelerini düzene koydular. Ansiklopedi ve antolojilerle pek çok eserin gelecek nesil­lere intikalini sağladılar. Yoğun çalışmalarla oluşturulan bu edebiyatın Batı’ya tesir ettiği de bilinmektedir. Kafi­yenin bile İslam âleminden Batı kültür dünyasına intikal ettiği belirtiliyor.(55) Batı’da edebiyat, İtalya ile İspanya’dan diğer Avrupa ülkelerine yayıldı. Bilhassa eski İs­panyol, İtalyan edebiyat ürünleri İslâmî etki altındadır­lar. Hatta ünlü Dante’nin, kendisini klasikler arasına da­hil eden “İlahî Komedya”sını dahi Arap yazar ve şâiri Ebû Âlâ Maarrî’nin “Risaletü’l-Gufran” adlı eserinden kopya derecesinde aldığını İspanyol bilgini M. A. Polacio (1918 yılında) ispat etti.(56) Batı edebiyatının yüz akı kabul edilen Donkişot (Donquichotte) da İslam edebiyatının etkisiyle ortaya çıkan bir ürün kabul edilmektedir.(57)

İslam’ın etkisi Batı’nın bütün hayatında görünmek­tedir. İslamiyet’in ilk dönemlerinde ortaya çıkan harikulâde hukuk da Batı hukuk anlayışını çok etkilemiştir. Batı’nın ciddî âlimleri de bu gerçeği bilmekte ve inkâr et­memektedirler. Ay haritaları literatüründe pek çok yere Bettânî, Ebu’l-Fi’da gibi İslam bilginlerinin adları veril­mesi de ilim erbabının kadirşinaslığının ifadesidir.

Muhakkak ki İslam âlimlerinin ve medeniyetinin Ba- tı’ya tesirleri bunlardan ibaret değildir. İslam âlimleri ve medeniyeti de yabancılardan faydalandılar. İlimler insan­lığın ortak malıdır; onu idrak eden zihinlerin istifadeleri tabiîdir. Eski Yunan, hatta az da olsa Hint ilimlerini ter­cüme ettiler. Bazıları onları üstat kabullendiler; kimileri de üstatlarının ardından gitmeyi görev bildiler. Meselâ Ibrahim-i Muazzam Anqxogarosi, Ebu’l-Huzeyl Democrite’yi takip ettiler. Diğer taraftan pek çokları da fikirle­rine ters gelen Yunan flozoflarına hücumda bulundular; reddiyeler yazdılar. İlk İslam diyalektiği (Cedel)nin bura­lardan doğduğu da söylenebilir. İslam dünyasının eski Yunan’la ilim ve kültür alışverişini Luvis Young doğru olarak şöyle yorumlamaktadır: “Müslümanların Yunan kültürünü geliştirmiş olmaları, dünya kültür tarihinin çok önemli halkalarından birini oluşturur. Pek tabiî olarak bu İslam uygarlığının eski Yunan uygarlığının soyut bir taklîdi yahut onun bir yansıması olduğu anlamına gel­mez.İslam uygarlığını münakaşa ederek değerlendirme­ye koyulduğumuzda- İslam sayesinde Arap yarımadasın­da ortaya çıkan parlak düşünceleri ve Müslümanların bu düşüncelerden, Yunan kültürünün verilerini sentezleyerek yeni bir kültür, özgün bir uygarlık meydana getirdik­lerini aklımızdan hiç çıkarmamalıyız.”

Batı’da uzun zaman ciddî bir yanılgı yaşandı. Yunan medeniyetini kendiliğinden doğmuş sanıyorlar, “Yunan mucizesi” diyorlardı. Avrupalılar, Homeros’la ve İyonya filozoflarıyla başlayan bu medeniyet devrine yerden fış­kırmış bir kaynak nazarıyla bakıyorlardı. Halbuki onlara bu medeniyet Mısırlılar, Sümerler, Babililerden gelmişti; denizci Finikeliler de onun en büyük taşıyıcılarıydı. Bu medeniyetlerin ardında da Uzak-Doğu, Hindistan bulun­maktadır. Aslında ilimler, medeniyetler gezen nesneler­dir; nerede kendilerine uygun zihniyet ve ortam bulurlar­sa, orada kökleşip, meyvelerini verirler. İlk birikimlerin nerede başladığı medeniyet tarihçilerinin ebediyyen meçhûlü kalacaktır. Her bulunan medeniyetin mutlaka bir evveliyatı vardır. Mantık bizi insanın menşeine götür­mektedir.

Elbette Mısır, Bâbil ve Sümerlerden aldıklarına Yu- nanlılar çok şey kattılar. Müslümanları da, önce de belirtildiği üzere, Yunan taklitçisi saymak hatalıdır; Müslümanlar Yunan mirasını sadece unutulmaktan kurtarma­dılar; aldıkları malzemeyi geliştirdiler ve zenginleştirdi­ler. Batı’yı da çok etkilediler. Meselâ XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da kuvvetli bir İbni Rüşdcülük (Averroisme) cereyanı belirdi. Bu hareket İbni Sînâcılık akımıyla karşılaşıp, çarpıştı. İbni Rüşdcü olan da, İbni Sînâcı (Augustinisme) olan da Avrupalı idi. Nihayet İbni Sînâcılığın tekamülünden doğmuş Thomisme felsefesinin galebesiyle sonuçlanan bu fikir mücadelesi Ortaçağda İs­lam felsefesinin Batı’da ne kadar etkili olduğunu göster­mektedir.

Aslında Max Scheler’in dediği gibi her millet veya ümmet büyük medenî akışla birleşen ve o akışa karışan bir sudur. Oswald Spenglerin sandığı şekilde kendi içine kapanmış, başkalarından habersiz ve kendi kendine do­ğup büyüyen, devresini tamamlayan medeniyet yoktur. Eski Çin-Hint, Orta Asya, Sümer, Mısır, Bâbil’i Yunan ve Latin’de, Yunan ve Latin’i İslam dünyasında, İslam medeniyetini de Avrupa’nın Rönesans ve sonrasında gö­rüyoruz. Değişik medeniyetler yan yana yaşamalarına rağmen aynı dönemde çağa damgasını basan insanlığın tek bir yüksek medeniyeti vardır, o da insan toplulukları arasındaki karşılıklı tesirlerin büyümesi, çoğalması ve ge­nişlemesiyle boy atmaktadır. Karşılıklı tesirlerden doğan kıvılcım bir başka verimli toprağa düşebilir; ama o kıvıl­cım koptuğu ateşin özelliklerini hâvidir; boy atarken düş­tüğü ortamın özelliklerini de bünyesine katar.

Bir yanlış kanaat da ilimlerin metotlarının Batı’da ortaya çıktığıdır. Önce de belirtildiği üzere araştırma, in­celeme, deneme metotlarını ilk dönem Müslümanları, bilhassa Şam ve Bağdat’ta tatbik ediyorlardı. Sonra bu metotlar bütün İslam dünyasına yayıldılar.

Fakat Hıristiyanlarla Müslümanların ilme bakışları farklıdır. Havari Paulus, “Tann hikmeti aptallığından mı dünyaya açıklamadı?” diye sorarken ilmin önüne set çekiyordu. Kur’an ise pek çok âyetinde ilim ve ilim adamla­rını övüyor; Hz. Peygamber de İlmi, bir kâfirin dudakla­rından olsa dahi alınız”, ‘Tahsil hem kadın için, hem de erkek için farzdır”, ‘Tahsil, cihâd-ı mukaddestir”, “Âlim ol, yâhut âlimlerin talebesi, yahut dinleyicisi, veyahut dostu ol; fakat beşinci bir vaziyette bulunmamaya dikkat et; çünkü mahvolursun.”, “Bu dünyayı isteyen ilme sarıl­sın, âhireti isteyen ilme sarılsın; hem bu dünyayı, hem âhireti isteyen ilme sarılsın” gibi hadislerle ilmi teşvik ediyordu. İslamiyet, ırklar, milletler, kişiler arasında mutlak bir eşitlik ilan ettiği halde Kur’an-ı Kerim yalnız âlimle cahili eşit tutmamış ve bu konudaki hükmünü de Zümer Suresi’nin dokuzuncu âyetinde şu yüce ibareyle insanlığa ilan etmiştir: “Bilenlerle bilmeyenler hiç eşit olur mu?”

Bir de din telakkileri ilim bakımından etkili oluyor­du. Hıristiyanların mukaddes kitabını okumak ruhban sı­nıfına aitti. Bu sınıfa ait olmayan bir kişi ona yaklaşamazdı. Bu da okuma, yazmayı sınırlandırıyordu. Hunke IX.-XII. yüzyıllarda Orta-Avrupa’da okuma-yazma bil­meyenlerin oranının %95 olduğunu acı bir üslûpla ifade etmektedir. Halbuki İslam âleminde köy ve şehirlerde kız ve erkek çocukları Kur’an sûrelerini ezberlemek için gayret sarf ediyorlardı. Konuşmaya başlayan çocuk kelime-i şehâdeti ezberlemekle öğrenim devresine girerdi. İslam ülkeleri, imkânların el verdiği ölçüde bir mektep havasına büründürülürdü. Câmilerde, çeşme başlarında, açık havada öğretim ve eğitim yapılırdı. İlk öğretim oku­yup, yazmaktan başka, karakteri teşekkül ettirmeyi, ikin­ci öğretim basamağı ise bilgi vermeyi hedef tutardı. Alimler câmilerde Kur’an tefsirleri yapar, hadis, ilahiyat ve hukuk dersleri verirlerdi. Zamanla ilâhiyat ilmine gra­mer, dil, edebiyat, mantık, matematik, astronomi ve di­ğer ilimler eklendi. Bir şehre gelen öğrenci veya meraklı giriş kapılarına, duvarlara asılan listelerden günün hangi saatinde, câmilerde hangi dersin yapıldığını öğrenir, ken­disine uygun hocayı bulmakta güçlük çekmezdi.

Müslümanlar ve Batılılar ilimlerde farklı gayeler ararlardı. Her şeyde olduğu gibi, ilimde de Müslümanlar önce Allah rızasını gaye edinmişlerdi. ‘Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” lafzını benimsemek, onlar için başlıca amaç kabul edilmişti. Allah’ın yasakladığı hususlarda rı­zası aranmazdı; zaruret olmadıkça bu hususlar ilme konu edilemezdi.

İslam’da ilimler “hayır-şer” ayrılığı esası üzerine oturmuştur. İnsanlığa yararlı olacak, yani “hayırlı” ilimle­re zaman ve emek sarf edilirdi. Zararlı olabilecek husus­lar ilmin konusu yapılamazdı. Meselâ hiçbir zaruret yok­ken, ağır sarhoşluğu temin gayesiyle, daha etkili alkol üretmek için araştırma yapmak caiz değildir.(58)

İslam’da insanın Allah’ın yeryüzündeki halîfesi ka­bul edilmesinin gerektirdiği sorumluluklar da göz ardı edilemez. Hangi şart ve hangi durumda olursa olsun, im­kânlar sınırlıdır; bu sınırlılık takdim-tehir konusunu ilim insanlarının önüne getirir. Dünyanın herhangi bir yerin­de açlıktan ölen insanlar varken, insanlığa ne kadar yara­rı dokunacağı belli olmayan Ülker yıldızına dair araştır­ma yapmak caiz bulunmayabilir. “Benim vatandaşım” de­ğildir telakkisi, İslam’da revaç bulmaz; çünkü sorumlulu­ğun sınırı yoktur. Batı medeniyeti insanları dinlerine ve­ya bir başka kritere göre sınırlayabilir; imkânlarını da ona göre kullanabilir; ama İslam’da insan sınırlandırıla­maz; zira o bizatihi insan olmakla “Allah’ın halifesidir.

Dipnotlar:

1-Danişmend, İsmail Hâmi: İslam Medeniyeti, İst. 1982, s. 16
2-Durant, Will: İslam Medeniyeti, Ter. Orhan Bahaeddin (tarihsiz) İst, s. 89
3-Durant, Will: a.g.e., s. 88
4-Hunke, Sıgrid: İslam Güneşi, Ter. Servet Sezgin, İst. 1975, s. 245-246
5-Keklik, Nihat: Türk-İslam Filozoflarının Avrupa Filozoflarına Etkileri Konusunda Yeni Örnektir, İst. 1987, (s. 7’de İbn Mıskevenk, Risale Fin-nefs ve’l Akl (Arapça metin); s. 59-60 Mısır-M. Akkoun, Deux Epit- res des Miskoucayh, Domas 1961-1962 içindeyi gösteriyor.)
6-Keklik: a.g.e., s. 8’de Molebranche, Etretiens Surla Metaphysigue et sur la religion s. 92; 93’ü gösteriyor.
7-Keklik: a.g.e., s. 13-14’te Malobrohce, Hakikatin Araştırılması 2/674’i gösteriyor.
8-Campenalle: Güneş Ülkesi, Ter. Vedat Günyol-Haydar Kazan, İst. 1965 s. 32
9-Keldik, Nihat Felsefenin Tekniği, s. 171’de Malebranche Hakikatin Araştırılması 2/65-66’yı gösteriyor.
10-“ Keklik: Türk-İslam F.A.F.E-K.Y.Ö, s. 56
11-Bu konuda Durant şu bilgileri vermektedir “Kâğıdın Çin’de kullanılma­ya başlaması M. S. 105 yılına rastlar. Mekke’de 797, Mısır’da 800, Ispan­ya’da 950, İstanbul’da 1100, Sicilya’da 1102, İtalya’da 1154, Almanya’da 1228, İngiltere’de 1309 yılında kullanıldı. (Keklik: Türk-İslam F.A.F. E.K.Y.Ö. s. 81)
12-Watt, Montgomery: İslamm Avrupa’ya Tesiri, Ter. Hulusi Yavuz, İst. 1986 s. 34
13-İzmirli, İsmail Hakkı: İdam Mütefekkirleri ile Garp Mütefekkirleri Ara­sında Mukayese, Ankara 1987, s. 17
14-Danişmend: a.g.e. s. 42’de Artur Pelleger’in I. İslam dans Le Monde 1950 s. 97’yi gösteriyor
15-Durant: a.g.e., s. 98
16-Durant: a.g.e., s. 99
17-Danişmend: a.g.e. s. 6’da Risler La Civilisation Arabe eserinin s. 61’ini gösteriyor.
18-Danişmend: a.g.e. s. 37’de Risler La Civilisation Arabe eserinin s. 161-162’yi gösteriyor.
19-Danişmend: a.g.e. s. 46-47’de Risler La Civilisation Arabe s. 162’yi gös­teriyor.
20-Durant: a.g.e.s. 99
21-Watt: a.g.e. s. 42
22-Durant: a.g.e. s. 99
23-Danişmend: a.g.e., s. 26’da Jacques C. Risler La Civilisation Arabe s. 177-178’i gösteriyor.
24-Durant: a.g.e., s. 105
25-Hamîdullah, M: Islam Peygamberi, Ter. Salih Tuğ, c. II, Tıp bölümü
26-Hunke: a.g.e. s. 141-143
27-Hunke: a.g.e. s. 140
28-Hunke: a.g.e., s. 174
29-Durant: a.g.e., s. 107
30-Durant: a.g.e., s. 179-180
31-İzmirli: a.g.e., s. 16
32-Durant: a.g.e., s. 21
33-Durant: a.g.e., s. 107-108
34-Durant: a.g.e., s. 108
35-Durant: a.g.e., s. 10
36-Danişmend: a.g.e., s. 37-38’de L.P.E.A. Sèlidot Mate’riaux paux servir ai historié (comparè’des sciences mathématiques 1845-1849 paris s. 460’i gösteriyor.
37-Durant: a.g.e., s.108
38-Duran: a.ge., s. 111
39-Durant; a.g.e., s. 108’de şu bilgiyi vermektedir: ’’Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde iki Müslüman hekimin resimleri asılıdır: Râzî ve İbni Sînâ.w
40Danişmend: a.g.e., s. 31-32’de Cartier Morcurs et Coudemes des Musul­man 1955 s. 245’i gösteriyor.
41-Durant: a.g.e., s. 110
42-Goichon, A. M: İbni Sînâ Felsefesi ve Ortaçağ Avrupası’ndaki Etkileri, Ter. İsmail Yâkut, İst. 1980, s.137
43-Durant: a.g.e., s. 103
44-Nasır, Seyyid Hüseyin: a.g.e. s. 181
45-Durant, a.g.e.: s. 103
46-Danişmend: a.g.e., s. 60’da Louis Gillet Rebeu des deux mondes, 15.8.1946, s. 419-429 da Pascal ve Ghazzali’yi gösteriyor.
47-Madudin Halil: İ. İ.. İslam Medeniyeti Üzerine, Ter. Mehmet Yakın, İst. 1987, s. 63-64.
48Duran: a.g.e. s. 104 ‘
49-İzmirli: a.g.e. s. 34
50-’ Durant: a.ge., s. 91
51-Watt, Montgomery: İslam’ın Avrupa’ya Tesiri, Ter. Hulusi Yavuz, s. 31
52- Durant: a.g.e., s.

53- Durant, a.g.e. s. 54-
54-Danişmend: a.g.e., s. 29’da Charles Mills’in Histoire do Monammetis- me’nin Fransızca baskısı Paris, 1925, s. 438’i gösteriyor.
55-Yeni Hayat Ansiklopedisi, cilt II
56-Danişmend: a.g.e., s. 62
57-İmadüddin Halil: a.g.e., s. 86’da El Arap ve A’raba (Araplar ve Arapçı- lık) s. 36’yı gösteriyor.
58-Münif Paşa: Mecmua-i Fünun Mukayese-i İlm ü Cehl, 1862, c.l, s.l, s.
22-23

 

Mehmed Niyazi – Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir