Hadis, Müslümanların İlerlemesi Bir Sonucu mudur?
Goldziher diyor ki: “Hadisin önemli bir bölümü, ilk iki yüzyılda müslümanların dini, siyasal, sosyal gelişmelerinin sonucundan başka birşey değildir.”
Bu tür iddiaları kaynaklar yalanlamış olmasına rağmen,Resulullah’ın vefatından önce görkemli İslam anıtını temelleriyle yerine oturtmasına, geniş ve ayrıntılı yasaları kapsamına alan sünnetini oluşturmasına, hatta Resul Allah’ın vefatından önce “Size iki şey bıraktım, onlara sarıldığınız sürece sapıtmayacaksınız, Allah’ın kitabı ve sünnetim” ayrıca: ‘Sizi müsamahalı, gecesi gündüzünü andıran, Haniflik üzere bıraktım” demesine rağmen böyle bir iddiayı nasıl ileri sürebiliyor ve cür’et edebiliyorlar bilmiyorum.
Bilindiği gibi, Resulullah’a en son şu ayet indirilmiştir:
“Bugün sizin için dininizi ikmal edip, üzerinize nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslam’ı verip ondan razı oldum”
Bununla da İslam’ın olgunlaşıp İslamın tamamlandığı amaçlanmaktadır.
Resulullah vefat ettiği zaman, oryantalistlerin iddia ettiği gibi çocukluk ve ergenlik çağında değil olgunluk ve birlik dönemkideydi. Evet gerçekte futuhat sonucunda müslüman fakihler Kuran ve sünnette nassı olmayan bir takım ter’i meseleler ve olaylarla karşılaşmadı değiller. Bu durumlarda sorunu çölüme kavuşturmak için kıyas ve istinbad yoluyla yargıya varma yolunu seçtiler. Bu yola başvururken de İslam dairesinden çıkmamaya özen gösteriyorlardı.
Bu bakımdan İslam’ın ilk iki yüzyılında olgunluk çağını yaşamış olduğunu bilmek gereklidir. Ömer, Kisra ve Kayzer’in uygarlıklar içindeki ülkelerini yönetti. Bu Ülkelerin karşı karşıya bulundukları sorunları çok anlamlı biçimde evirip çevirdi. Dahası, o toplumlara, Kisra ve Kayser’in kendi ülkelerinde beceremedikleri ölçüde söz geçirebildi. Eğer İslam gerçekten çocukluk çağını yaşamış olsaydı, Ömer bu büyük sorunlar ve ülkelerle nasıl baş edebilirdi? Bu ülkelere, daha önceki yöneticilerin sağlayamadıkları dirlik, düzenlik ve disiplini sağlamada beceri sağlayabilir miydi?
İnsaflı bir araştırmacı, müslümanların dünyanın uzanabildikleri çeşitli yerlerinde aynı ibadeti ifa ettiklerini, aynı ahkamla amel ettiklerini, sorunlarını aynı doğrultuda ve kendilerini aynı noktada toplayacak tek esaslarla gerçekleştirdiklerini görecektir. Aynı şekilde ibadetlerde, muamelatta, inanç ve geleneklerde bir olmuşlardır. Arap yarımadasını aşmadan önce gelişkin ve hayatlarının her alanını kapsayan bir düzene sahip olmasalardı böyle bir sonuç almaları imkansızdı. Eğer hadis ve hadisin büyük çoğunluğu ilk iki yüzyılda dini gelişmenin bir sonucu olarak değerlendirilecekse o zaman kesinlikle Afrika’nın kuzeyindeki müslüman ile Çin’in güneyindeki müslümanın ibadetlerinin bir olmaması gerekirdi Çünkü her iki yörede İslami oluşum tümüyle ayrıydı, öyleyse birbirinden alabildiğine uzak olan ülkelerde müslümanlar nasıl oldu da ibadette, yasamada, davranış, çevre ve ahlakta aynı karakteri yansıtabildiler?
Mezheplerin birinci yüzyıldan sonra ortaya çıkıp çoğalması ise, hiç kuşkusuz, kitap ve sünnet ile sahabelerin bunu değişik biçimde kavrayışlarının bir sonucudur. Oysa sünnet açısından bu böyle olmamıştır. İkinci ve üçüncü yüzyıllarda mezheb imamlarından hiçbirisinin, daha önce sahabi veya tabiinin kanaat belirtmediği hiçbir konulan olmuş değildir ve bu durum -sözü edilen bu şarkiyatçının iddia ettiği gibi- dinin yeterli düzeyde etkinliğe kavuştuğu dönem öncesidir. Böylece de bu iddia temelden çökertilmiş olmaktadır.
Bunun dışında kendi amacına uygun delilleri öne sürüşüne gelince, bu delillerin yıkılmaya hazır bir temel üzerine kurulmuş bir binayı andırdığını göreceğiz.
Mustafa Sıbai, İslam Hukukunda Sünnet