Gelmeyen Gelenek ve Bilmeyen İrfan:Nazari Düşünce Geleneğimizin Bileşenleri
Paylaş:

unnamed-300x212 Gelmeyen Gelenek ve Bilmeyen İrfan:Nazari Düşünce Geleneğimizin Bileşenleri

İnsanın en büyük saadeti ve en yüce mertebesi, Allah’ın kemâl sıfat­ları ile dünya ve âhiretteki fiillerini bilmektir. Bu bilginin özlü ifade­si, mebde’ ve me’âdın (başlangıç ve sonun veya ilkenin ve bu ilkeden çıkan her şeyin) bilgisidir. Bu bilgiye ulaşmanın iki yöntemi vardır.

Birincisi nazar ve istidlâl, İkincisi riyâzet ve mücâhedeyoludur… Birinci yolu izleyenler, peygamberlerin dinlerinden birine mensup iseler kelâmcıdırlar, aksi halde Meşşâî filozofturlar. İkinci yolu izle­yenler ise riyazetlerini İslâm dininin hükümlerine göre yapıyorlarsa müteşerri’sûfilerdir, aksi halde İşrâkî filozoflardır.[17]

Türkiye’nin son yüzyılında yaşanan gelişmeler, bir zamanla­rın görkemli isimlerini ve devasa düşünce ekollerini unuttur­du. Bu isimler, klasik İslam mirasını yüksek seviyede tahsil etmeyi amaçlayan kuramlarda bile ancak lisansüstü seviyede tanınabilir hale getirdi.

Bir zamanlar sadece Anadolu’da değil Balkanlardan Hind Altkıtasına kadar İslam coğrafyasında Fahreddîn Râzî, Seyyid Şerif Cürcânî, Sadeddin Teftazânî, Molla Fenârî gibi düşü­nürlerin adını duymadan ve görüşlerini bilmeden medrese­den mezun olmak imkânsızdı. Son yüzyılda bu isimler önce sıradanlaştı, sonra sırlandı, ardından da sırlandıkları camlar, arkasını hiç göstermeyen ve bakanın sadece kendisini görebil­diği aynalara dönüştü.

Herhâlde bir toplumun zihinsel olarak tükenmişliğinin en çarpıcı alametlerden biri, şimdiye baktığında geçmişini gö­remeyip geçmişine baktığında sadece şimdiyi görebilmesidir. Bu sebeple Türkiye’de özellikle son yıllarda sık sık kullanılan “Anadolu İrfanı” tabiri, bileşenlerinden önemli ölçüde arın­dırılmış, yüzeysel tasavvufi çağrışımlara sahip, herhangi bir olay karşısından sağduyulu davranmaktan öte bir derinliği içermeyen bir terkibe dönüşmüş durumdadır. Hatırlayalım, neydi Anadolu irfanı…

Anadolu’nun İslamlaşması Selçuklularla başladı, Osmanlılar­la kalıcı hale geldi. Müslümanlar Anadolu’ya Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) yaşadığı döneme tekabül eden on birinci yüzyılda yerleşmeye başladılar. Bilhassa on ikinci yüzyılın ikinci yarı­sı ile on üçüncü yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu Selçuklular Konya, Sivas ve Erzurum, Ahlat ve Malatya gibi şehirleri ca­zibe merkezlerine dönüştürdüler. Osmanlılarla birlikte eski bilim merkezlerine Bursa, Edirne gibi şehirlerin yanı sıra asıl merkez olarak İstanbul eklendi. Yani Anadolu, İslam düşün­cesinin müteahhirûn dönemi, ikinci klasik dönemi veya ye­nilenme dönemi olarak adlandırılan bir evrede İslamlaştı ve çeşitli düşünce ekollerinin buluştuğu, yarıştığı ve etkileştiği bir merkez haline geldi.

Bu ekollerin ilki, sözü edilen dönemlerde sadece Anadolu coğ­rafyasını değil, bütün İslam coğrafyasını derinden etkileyen Fahreddîn Râzî (ö. 606/1209) ekolüdür. Gazzâlî sonrasındaki kelam ve felsefe okullarının kurucu düşünürü olan Fahreddîn Râzî, İslam da nazarî düşünce geleneklerinin buluştuğu şahsi­yettir. Onun eserleri, hem Eşarîlik ve Mutezile gibi kelam gele­neğinde hem de ibn Sînâ’da yüksek ifadesini bulan felsefe ge­leneğinde ileri sürülen görüşlerin gerekçeleriyle birlikte ortaya konulduğu, yeniden düzenlendiği ve karşılaştırmalı bir oku­maya tabi tutulduğu eleştirel metinlerdir. On üçüncü yüzyıl ve sonrasında yazılan ve on dokuzuncu yüzyıla kadar İslam dün­yasında kelamî ve felsefi düşünceye kaynaklık eden bütün temel eserler, Râzî’nin talebeleri ve takipçileri tarafından, onun eleş­tirel yöntemi esas alınarak yazılmıştır. Esîrüddîn Ebherî, Nasîruddîn Tûsî, Sirâcüddîn Urmevî, Kâtibi Kazvînî, Kutbüddîn Râzî, Adudiddîn Îcî, Sadeddîn Teftazânî, Seyyid Şerîf Cürcânî gibi Selçuklunun son dönemlerinden itibaren medrese gelene­ğine damgasını vuran tüm isimlerin eserleri, Râzî’nin eserleri­nin türevleridir. Burada sadece Osmanlı döneminde üst düzey kelam ve felsefe metinleri olarak Şerhu’l-Mevâkıf, Şerhu l-Makâsıd ve el-Muhâkemâf ın yazarlarının yalnızca icazet silsilelerinin değil, yöntem, tertip ve tasniflerinin de Fahreddîn Razı ye da­yandığını hatırlamak yeterlidir. Râzî geleneği, sadece kelam ve felsefede değil aynı zamanda mantık, cedel, dilbilimleri ve fıkıh usûlü gibi yöntem disiplinlerinde de hakim tavır haline gelmiş ve bu gelenek içinde yetişen düşünürlerin yöntem disiplinleri hakkındaki eserleri sonraki yüzyıllara damgasını vurmuştur.

İnceleyin:  Transhümanizm, Posthümanizm ve İnsan Bilincinin Yeni Kapsamı

Selçuklular, Memlüklüler, Timurlular ve nihayet Osmanlılar, yönetici sınıfın Türk olduğu hanedanlıklardı. Bunlar arasın­da önceleri Selçuklu, yaklaşık üç yüz yıl doğu İslam coğrafya­sının kâhir ekseriyetini birleştirdi. Daha sonra Osmanlılar, Batı İslam dünyasının da ana merkezlerini kuşatan büyük bir İslam devleti kurmayı ve uzun süre ayakta kalmayı başardılar. Türk olan bu iki devlet, her ne kadar milliyet esasına dayanan bir devlet olmasa da neşet ettiği Türkistan ve Mâverâünnehir bölgesinin âlim ve düşünürlerini Irak, Suriye, Mısır, Anadolu ve Balkanlara taşıdılar.

Mâverâünnehir bölgesi ise Hanefî fıkhı ve usûlü ile Mâturîdî kelamının hâkim olduğu bölgelerdi. Sadrüşşeria, Teftâzânî ve Cürcânî gibi büyük usûl ve kelam âlimleri, Mâverâünnehir ve Türkistan’daki Hanefî okulunu, İslam dünyasının diğer bölge­lerinde gelişen düşünce akımlarının görüşlerini de dikkate ala­rak yenilemeyi başardı. Türk hanedanlıklarla birlikte bu böl­gelerde gelişen usûl ve kelam birikimi, Anadolu ve Balkanlara taşındı. Bu sebeple Osmanlı medreselerinde başlangıçta meş­hur Mâturîdî âlimi Ömer Nesefî’nin Akâidine Teftâzânî’nin yazdığı şerh üzerine kaleme alınan hâşiyelerle, sonrasında ise müstakil teliflerle hatırı sayılır bir Mâturîdî kelamı edebiyatı oluştu. Diğer yandan Sadrüşşeria’nın Telvih’i. üzerine çalış­maların kesintisiz devam etmesi sayesinde doğu İslam dün­yasında gelişen usûl geleneği, Anadolu’da yeniden üretilmeye devam etti. Böylece Türk hanedanlıklar sadece Türk töreleri­nin pratik uygulamasını Anadolu ve ötesine taşınmakla kal­madılar, aynı zamanda Türk bölgelerinde gelişen fıkıh, usûl ve kelam birikimini de Anadolu ve ötesine taşıyarak merke­zi İstanbul olan yeni bir medrese geleneğine hayat verdiler. Anadolu on üçüncü yüzyıldan itibaren kelam ve felsefe gele­neklerinin yanı sıra tasavvuf geleneklerinin de temerküz ettiği bir merkeze dönüştü. Bu defa, öncekilerden farklı olarak bir ucu Endülüs’e diğer ucu Hindistan’a uzanan yeni tasavvuf akımının merkezi haline gelmeye başladı. Endülüs’ün Mürsi- ye kentinden çıkıp Mısır, Hicaz ve Şam beldelerinden geçerek Anadolu’ya kadar gelen İbnü’l-Arabî, kelam ve felsefe gele­neklerini tasavvuf geleneğinin temel kabulleri doğrultusunda yeniden yorumlandığı büyük bir metafizik öğreti geliştirdi: Vahdet-i Vücûd.

İslam metafizik geleneklerinin son büyük teorisi olan bu dü­şünce, henüz İbnü’l-Arabî hayattayken tasavvuf çevreleri­ni etkilemeye başlamıştı. Ama îbnü’l-Arabi’nin doğu İslam dünyasına gelip Anadolu ve Şam’da misafir edilmesi, büyük takipçilerinin de Anadolu beldelerinde yetişmesine sebep oldu. İbnü’l-Arabi’nin Anadolu’ya gelişi, Konya’nın on üçün­cü yüzyılda İslam dünyasının düşünen zihninin iki önemli merkezinden biri olduğu döneme tekabül eder. Nitekim onun en büyük takipçisi ve aynı zamanda tecrübelerine ortak ka­bul edilen Sadreddîn Konevî’nin Konya’da bulunduğu sırada şehir aynı zamanda biri Belh kökenli mutasavvıf, diğeri Azer­baycan kökenli Râzî geleneği mensubu iki büyük düşünüre de ev sahipliği yapıyordu: Mevlânâ ve Siraceddîn Urmevî.

İnceleyin:  Evrim Teorisi'nin Özet Bir Sunumu ve Sorunları

Yani İbnü’l-Arabi düşüncesinin Anadolu’ya gelişinden önce bu topraklarda Türkistan ve Mâverâünnehir bölgelerinden gelen güçlü bir tasavvuf geleneği vardı. Bu gelenek, Yusuf Hemedânî, Ahmed Yesevî ve Abdulhâlik Gucdüvânî gibi melâmet neşvesi taşıyan ama medrese geleneğinde de eğitim görmüş büyük pirlerin öncülüğünde şekillenmişti. İbnü’l-A- rabî’nin bir yandan melamet tavrını İlâhî isimlerin yeni bir yorumuyla teorileştiren, diğer yandan Mutezile, Eşarîlik ve Meşşâîliğin bilgi ve varlık tartışmalarını bu teorinin bir parçasına dönüştüren yeni yorumu, Anadolu dakı tasavvuf hareketlerinin kendisini hem anlayabileceği hem de ifade edebileceği bir büyük teoriye dönüştü. Bu sebeple Konevî, Davud el-Kayserî, Molla Fenârî gibi İbnül-Arabi nin bütün dönemleri etkileyen büyük takipçilerinin önemli bir kısmı Anadolu’da yetişti ve Anadolu’da İslam tasavvuf gelenekleri­nin bütünüyle ilgili ve tamamını yorumlama gücüne sahip bir tasavvuf anlayışı gelişti. Bir yandan tarikatlarla bu anlayışın sürekliliği sağlanırken diğer yandan medrese tahsili görmüş ulema içinde vahdet-i vücûd taraftarlarının çıkması, tekkelere mürid terbiyesinin yanı sıra teorik düşüncenin çeşitli üslup­larda yeniden üretilebildiği okullara dönüşme imkânı verdi. Böylece hicri ilk üç yüz yılın tasavvuf! tavırları, büyük bir an­latının parçası olarak çeşitli mecralarda varlığını devam ettir­me ve yeniden yorumlanma imkânına kavuştu.

İşte bir zamanlar Anadolu’daki irfan, İslam geleneğinin bü­tününü kuşatan, aktaran ve yeniden yorumlayabilen bir düşünceler manzumesiden oluşuyordu. Bu manzume, Râzi geleneği, Hanefî-Mâturîdî geleneği, Türkistan ve Mâverâün- nehir tasavvufu ve İbnü’l-Arabi geleneği olmak üzere dört te­mel bileşene sahipti ve bütün bu ekoller, karşılıklı etkileşim içindeydi. Osmanlının cihan hâkimiyeti mefkûresi de güçlü ve zayıf yanlarıyla böylesi bir nazarî düşünce birikimi üzerine kurulmuştu. Şimdi elimizde kala kala teoriden yoksun sağ­duyulu tepkiler kaldı. Eskileri uzaktan uzağa seviyoruz ama emek vermiyoruz. Emeksiz sevgi ise kördür, ne sevgiliyi tanı­mayı ne de ona kavuşmayı sağlar. Hele hele yeni bir zihinsel hamlenin dayanağı olması hiç düşünülemez. İrfanı bilgiye dö­nüştürmeyi ve geleneği bugüne getirmeyi ertelemekten vaz­geçmek gerekir. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde “Ertele­yenler helak oldu” (Müsned 1/139) buyurmuştur.

Ömer Türker – Anlamı Tamamlamak,syf:55,60

[17] Cürcânî, Hâşiye alâ Levâmi’i’l-esrâr fi şerhi Metâli‘i’l-envâr, İstanbul* Hacı Muharrem Efendi Matbaası, 1303, s. 17.