Fatih’in Büyük Mirası

Büyük atamız Fatih’in bize bıraktığı mirası Kostantiniye’nin fethinden ibaret görmek onu anlamamaktadır. Roma’nın varisi olan Bizans İmparatorluğu’nun dünya haritasından silinerek cihan tarihinde yeni bir devrin, Peygamber’in duasına mazhar olmuş bir kılıçla açıldığını düşünmek de bu mirasın bütün servetini ihtiva etmez. Çaldıran kahramanıyla, Plevne gazisini, Mehmed Akifle, Hüseyin Avni’leri de içerisine alan bu muhteşem miras, Türk milliyetçiliğidir. Milliyetçiliğimizin doğuşunu XX. asrın kapılarına veya daha yakın zamanlara getirenler, ecdadı da, tarihimizi de, milletimizi de bilmeyenlerdir. Bunlar Fatih’in torunları değildir; içimize karışan yabancılardır.

Daha Osman Bey’den başlıyarak Kayıoğulları, Anadolu’da milli birlik meydana getirmenin idrak ve iradesine sahip oldular. Ve bu dava uğrunda asırlarca sürekli başarı gösteren kahramanlar yetiştirdiler. Ankara Kalesi önünde bir millet ruhundan ateş alan bir Yıldırım’ın elinde kırılan kılıçla, bu topraklara milliyetçiliğin tohumlarını serpmişlerdi. Beşyüz sene sonra Çanakkale’nin toprağına gömülen gövdelerden göklere yükselen iman, milliyetçiliğimizin miracı oldu. İstiklal savaşını başaran bu imandır. Anadolu’ da etrafına hakim büyük bir müslüman-Türk devleti kurma iradesi ilk olarak Yıldırım’ın kalbinde yer almıştı. Bu.davayı Fatih Sultan Mehmed Han başardı.

Milliyetçiliğimizin bayrağı Fatih tarafından Ayasofya’ya çekildi. Yavuz aynı mabette hilafeti teslim alırken Büyük Muhammed’in davasının hizmetkarı olacağını haykırarak bu davanın ruhuna İslam’ın mukaddes kanını karıştırdı. Toprağıyla, havasına İslam’ın ruhu sinen Anadolu’da Osmanoğulları’nın kurduğu ve altıyüz sene onların eliyle gelişen büyük devletimizin yaşattığı ideal işte böyle bir milliyetçilikti. Başından .sonuna kadar milliyetçilik davasına sadık kalan, Türkleştirme ve İslamlaştırma siyasetini ön planda tutan bu devletin yıkılışını milliyetçilğimizin başlangıcı sayanlar, bizden olmıyanlarla, bizi bilmiyenlerdir. İslam’ın ruhundan tiksinenler, son asırlarda müslümanlığın mümessillerindeki zaaftan kuvvet alarak, tarihin çağları içerisinde gelişen gerçek milliyetçiliğimizi red ve inkar ederek, iptidai kabile ruhunun hayatında milliyetçilik tohumları ve totem kültüründe ruh kaynakları aradılar. Elbette netice hüsran olacaktı. Vatandan uzaklarda vatan aramak, vücuttan uzaklarda ruh aramak gibi bir vehimdi. Bugün bu vehimden kurtulan nesiller, milliyetçiliğimizin prensiplerini, yani dayandığı temelleri uzaklarda aramasınlar. Onu Fatih’in büyük mirasında bütünüyle hazırlanmış buluyoruz. Fatih’in ecdadından ilim ve ilham alarak hazırladığı milliyetçilik davası, onun toprak yani vatan, din ve devlet anlayışında tecelli eden ve insan anlayışında gayesine eren, torunları tarafından akıtılan kanlar ve yapılan manevi cihadlarla, bu mukaddes dava, cihan tarihinde eşi bulunmaz bir ruh yapısına dayanan muhteşem bir manevi mimarının temellerine dayanmaktadır. Bu temel fikirleri gözden geçirelim:

Fatih ve torunları Anadolu’yu anavatan yaparak kurdukları imparatorluğun topraklarını timar zeamet ve has sistemiyle  merkeze bağlayarak idare ettiler. Devletin kuruluşu, Anadolu beyliklerinin ortadan kaldırılmasıyla tamamlandı. Devlet tam manasıyla bir Anadolu Türk devleti oldu Sonra bu devlet, milli hudutları dışında İmparatorluk topraklarına taştı.

Vaktiyle Anadolu’da Türk istilasının başladığı XI. yüzyılda Alparslan’ın veziri Nizamülmülk tarafından yapılan toprak reformu, yani Anadolu toprağının eşit olarak bölünüp dağıtılması hadisesi, Kanuni Süleyman zamanında geniş ölçüde İmparatorluk toprakları üzerinde tekrarlandı. XX. asırda hakkıyle ve hukuki değerleri içinde yapılmasına gücümüz yetmeyen inkılabı onlar kendi asırlarında yaptılar. Bunu, ferdi hırsları ortadan kaldıran bir cemiyetçiliğin tezahürü olarak, milliyetçilik hareketi diye kaydetmeliyiz. Bu anlayışa temel olan ana fikirleri belirtelim: Toprak devletindir: ferdler onu eşit şartlarla işler, hür olarak faydalanırlar.

Fatih ve ecdadının din anlayışı bütün milli tarihimizin manevi siyasetini teşkil etmektedir. Peygamber’in ruhani serdarlığında Allah uğruna cihad yemini yapan hükümdarın bütün mesuliyetini omuzlarına yüklendiği İslam davası, hiçbir milletin hayatında görülmeyen bir ahlaki seviyeye bizi yükseltti. İslam insan ruhunun bütün bölgelerinde tatmin yaratmaya yeterli bir sistem olarak Türk çocuğuna şayan-ı hayret bir şahsiyet kazandırdı. Dünyanın neresine gitse Türk haliyle, karakteriyle, vekarıyla ve imanının simasında parıldayan nuruyla tanınıyordu.

Onun varlığını şerefli ve sevimli yapan incelikle zerafet, zeka ile el ele veren şefkat ve haysiyet Türk’ü, ancak asırlar içerisinde erişilebilen medeni seviyenin zirvesine yükseltmişti. Bugün bu zirveden ne kadar aşağılardayız!

İslam dini, kendi sinesinden çıkardığı, kendi hayat ve kainat görüşünü incitmeyen düşünüş ve inanışların dışında kalan yabancı ideolojilere karşı Türk ruhunun, İstanbul surlarıyla Budin ve Belgrad kalelerinden daha kuvvetli kalesi oldu. Yunus’un Allah elinden çıkmışcasına saf ve ilahi olan mistisizmi Hacı Bayram’ da bütün bir örf ve ahlak sistemi haline gelebildi. Müftü Ali Cemali’de devlet iktidarının hazinesi oldu. Osmanoğullarının ele aldığı, Fatih’le, Yavuz gibi dahi devlet adamlarının siyasi tarihe insan zekasının harikalarından biri halinde tevdi ettikleri devlet anlayışı, merkeziyetçi ve otoriteli devletti. Aynı zamanda hukuk-i ibaddan hükümdarı şiddetle mesul edici totaliter esasa dayanıyordu. Bu üç karekteri kısaca tahlil edelim.

İnceleyin:  Kader İle İnsan

Önce merkeziyetçi idi. Üç kıtaya yakın devlet ülkesini bir merkeze sımsıkı bağlıyordu. Eski Roma lmparatorluğunun koyu merkeziyetçiliği bizde adalet ve mesuliyet prensiplerine bağlı olarak akla hayret veren bir hukuk ve ahlak nizamı içinde yaşatılmakta idi. Devlet ve fazilet dahisi atalarımız, ilk çağın Büyük Roma İmparatorluğunu olduğu kadar, XIX ve XX. asırların Büyük Britanya İmparatorluğu’nu da geride bırakmışlardı. Orta Asya’da kurulan diğer Türk devletleri böylece bir merkeziyetçiliğe bağlanmadıkları için yıkıldılar.

Yalnız devletimiz, Fatihlerin devleti ebedi oldu, ebedi olarak yaşayacaktır! …

Prens Sabahaddin’in adem-i merkeziyetçilik görüşü, inhitat devrinin zaruretlerini ihtar edici hatalı bir görüşten başka bir şey değildir.

Bu devletin diğer karakteri otoriteli oluşudur. Lakin onda otorite yani tam iktidar, ortaçağın İngiltere Krallığı’yla, Papalık devletinde olduğu gibi hükümdarın keyf ve iradesinden doğma değildir. Halkın dimağını teşkil eden ilmiye sınıfına yani münevverlere dayanır ve her hareketinden Allah’a hesap vermeğe mecburdur. Ancak bu hesap verme mecburiyeti, bu sorumluluk sadece ahirete bırakılmak suretiyle hükümdarın ferdi iradesine terk edilmemiştir. Devlette fitne yaratabilecek bir hadise önünde, hatta bizzat kendi kılıcıyla bir hükumet reisinin kellesini düşüren Yavuz gibi otoriter bir padişah, Zembilli Ali Cemali Efendi gibi fazıl ve cesur bir müftünün Allah emrini ihtar eden iradesi önünde eğilir.

Devletler devirerek cihan mülkünü kendisi için küçük bulan ve bir hamlede yeryüzünün halifeliğiyle Türk devletini birleştiren aynı Sultan, Divan-ı Hümayun’un bir itirazı ile en büyük kararını geri alır. Meclis karşısında geriler. Zira Divan denilen meclisin geleneklerine karşı gelmek kimsenin haddi değildir. Devlet böyle olur. Temellerinin ebedileştirilmesi hususunda Fatih’in pek büyük rol oynadığı bu devlette siyasi nizam şayan-ı hayret bir mükemmelliğe ulaşmıştı. Birinci Orta’da bir yeniçeri neferi gibi maaşını alan Padişahın, devlet reisi olarak önüne düşüp harbe götürdüğü ordu, devlet ve siyaset işlerine asla karışmazdı. Kanuni kırılan üzengisinin bir askere yaptırıldığını duyunca “Orduya esnaf karışmış,” diyerek bu hareketi yapanları cezalandırdı. Onlar, ilmi siyasete alet yapmadılar. Süleymaniye Külliyesi’nden cellatlar çıkmadı. Onlarda otorite, halkın isteği ile hakkın iradesinin birleştiği yerde cihad yapıcı kudretti. Bu iktidarın, dışında bıraktığı ve mutlaka boğduğu şey, her taraftan fışkırmaya kabiliyetli anarşi, yani devlet nizamını yıkmak isteyici şerir kuvvetlerdi.

Bu devletin üçüncü karakteri hür bir totalitarizme dayanmış olmasıdır. Yani bu devlet, halkın bütün ihtiyaçlarına uzanır ve onları karşılamaya çalışır. Hukuk-ı ibaddan şiddetle mesuldür. Halk hizmetlerinde hürriyet prensibine halel vermeyerek bunların bir kısmını vakıf teşkilatına bırakmıştır. Bunda teşkilatın temeli halkın, idare devletindir. Sosyal teşkilata devlet bünyesinde yer verilmiştir. Devlet kavramının değer ve gerçeğini hakkıyla ifade eden bu otorite rejiminde demokrasiye yani halkın iradesiyle idare rejimine aykırılık, halkı inkar ve millet iradesine karşı gelme değildir. Millet iradesi nerede devletten kopar da ayrılırsa orada iktidar yaşatmaya imkan bulunmaz. Fark şudur: Asri demokrasileri iktidar halktan devlete doğru yükselen, tecrübi (ampirik) bir gerçek olduğu halde Fatih’in devletinde devletten halka inen bir anlaşma ve yürütme kudretidir; rasyonel (akli) bir gerçektir.

Her ikisinde halk, idare ile anlaşmış, birleşmiş durumdadır. Ve her rejimde bu anlaşma ve birlik ortadan kalkınca devlet yıkılır. Ancak demokraside ayaklar başı yürütür, otorite rejiminde ise baş ayakları idare eder.

Osmanoğullarının çok kuvvetli ve sarsılmaz oluşunun sebebi, önceden pek mükemmel ve insanı her sahada idareye muktedir bir hukuk sistemine, İslam hukukuna sahib oluşları idi. Yüzyıllarca adalet mesuliyet esaslarını yaşatan bu hukuk, İslam’ın ilahi ahlakıyla el ele vermiş bulunuyordu.

İnsanlığı yüksek bir medeniyet seviyesinde yaşatmaya muktedir olan bu yüce sistemin en harikulade sentezini insan anlayışında buluyoruz. İnsan onda, dini, ahlaki, siyasi ve askeri bir varlıktır. Bu sebepten büyük adam tiplerini bu sahalarda görüyoruz. Hacı Bayram ve kşemseddin’ler din ile ahlakın, Orhan Gazi’lerle Fatih’ler gönüller fetheden siyasetin, Yıldırım’larla Gazi Osman’lar cihada aşık, cemaata feda olmasını bilen askerliğin cihan tarihinde eşi bulunmayan kahraman dahileridir. Osmanoğullarının önderlik ettikleri, ebedi önderi oldukları bu insan ideali, Anadolu’nun sınırları içine kurulan Türk devletinin bünyesinde dünyanın en mutena eserlerini verdi. Bu fitnenin bir devlet devirebileceğini eşsiz zekasıyla bir anda takdir eden Yavuz gibi bir padişah bizzat kendi kılıcıyla yere düşürdüğü baştan henüz kan sızarken, din ve ahlak mürşidi alimin atının ayağından kaftanına sıçrayan çamurla ebediyyen iftihar etmek fırsatını bulduğu için vecdlere gark olur. “Alınız, der, bunu tabutuma örtünüz. Alimin atının ayağından sıçrayan çamur dahi bizim için şereftir.” Kıyamete kadar gelecek genç nesillere alimin değerini bu söz ve bu hareket kadar belagatle anlatacak bir kudret ve bir hadise tasavvur edilemez. Öyle iken acaba üzerinde hala bu kaftan örtülü duran türbenin ziyaretçisi garip kumrular mıdır? Nerede ilme, inkılaplara susamış nesiller? Hırkada kuruyan çamur, mahşerde yakalarımıza sarılmasın! Bizi boğmasın. Fatih’in, alnında Rönesanslar parıldayan simasına bakın.
Peygamber emelini gerçekleştirmek için gemilerini dağdan aşıran hükümdar, kafalardan kule yaptıranCengiz’lerin torunu değildir. Varna’da ve ikinci Kosova’da düşmanları tarümar etmek üzere Manisa’daki çilehaneden çıkıp gelen bir dervişin oğludur. Dünyanın en büyük zaferlerine muhteris Yıldırım gibi bir kumandan, kahpe düşmanı arkadan vurmaya tenezzül etmiyerek sonunda sekiz ay bir demir kafesin çerisindeki işkencelere katlanan ve kendisi gibi nice millet büyüklerinin dayanılmaz ıztıraplarına önder olmuş bir Türk büyüğüdür.Osmanlılarda millet fikri henüz doğmamış diyenlere sorarım: Öyleyse Hüdavendigar’lar, Gazi Osman’lar nedir? Bizans bir takım avare kılıçlara mı teslim olmuştur? Topkapı Sarayı’nda görülen, bir tarih ve bir milletin siması değil midir? Bu şehrin, laalettayin bir kalabalığın, bir topluluğun, bir sömürge halkının şehri değil de, bir milletin şehri, belki de
bir milletin beyni olduğunu isbat eden, cihana ilan eden yüzlerce minare değil midir? Her köşesinde bir devlet harikası, bir millet
zaferi yükselen bu toprak, bu vatan Fatih’lerin bize emanetidir. Ve bu toprakların üstünde yaşayan insan, eşref-i mahlukattır. Bu millet, bu vatan çocuklarının insanlık sahnesinde önderi, büyük Peygamber’dir. Onlar seherden geceye kadar vakit vakit O’nu hatırlar, O’na olan sevgilerini tazeler. Ahlaki yapısı insanlığa örnek olacak insanlar tarafından kurulan milli birlik, ulu devletimizin en kuvvetli temelini teşkil ediyordu. Altıyüz yıl bu millet, kendi sinesinde parça parça, fırka fırka ayrılık nedir bilmedi. Fatih’in anlayış ve alicenaplık taşıran kalbi,Bzans’ın Rum halkını da birliğimize hayran bir bağlılıkla fethetmiştir. Vatan bir aile ocağı haline gelmişti. Öyle iken bizi parça parça bölen meş’um tesir bize nereden geldi? Nasıl içimize girdi?

İnceleyin:  Türkiye Selçukluları -2

Milliyetçiliğimizin dayandığı temelleri gördük. Bunları yıkan kuvvetleri de tanıyalım.

Millet kalbini asırlarca Anadolu toprağından ayırmayan ve yüzyıllarca millet kanıyla yoğrulan bu milli vatan, bu mukaddes toprak, Asya bozkırlarına çevrilen şaşkın bakışlardan sırrını esirgedi. Üzerlerine ayet yazılan kemiklerinin şekli şehit ecdadınkine benzemeyen, yüzünde asırların ıztırabı okunmayan, ancak iştiha zafer, ümit ile imandan ayrılmaz. Ümit ile iman dünyamızı aşk ile dolduracaktır. Aşkın korkusu lmaz. Korku ile uykuyu, kuyruğuna basılınca saldırmak illetine müptela olanlara terkedelim. Güneşi bir an bile sönmeyen sonsuzluğun yolcularıyız. Hayata söz verdik, ölüme söz verdik, ebediliğe söz verdik. Zaman ve vücut ve vehimlerinirakıp korkusuz ve hürriyetini bizzat kendi tasdik _ etmiş bir ebedi yaşayışın icaplarını yerine getiremiyecek kadar küçülmeyelim.

Fatih’in çocukları, siz güneşin batmasından· korkar mısınız? O bir vehimdir ve muvakkattir. Yarın sabah güneş mutlaka doğacaktır. O halde güneşi batırdık, batıracağız diyenlerden de korkmayın.

Siz uyuyanlardan korkar mısınız? Kendilerini uyanık sanarak uykuda dolaşanlardan da korkmayın.

Mevlana’nın torunları, siz hak ile konuşmayan dilden, kendini görmeyen cesetten korkar mısınız? Siz korkudan korkar mısınız?

Sizi tenzih ederim. Kuvvetinizin kaynağı Kur’an, dayandığınız temeller vatandır. Ebediyen size millet, size vatan, size devlet mev’uttur; sizi tebrik ederim.

29.5.1962’de Milliyetçiler Derneği’nin
Fetih toplantısında yapılan konuşma; Yeni İstiklal,
6 Haziran 1962, 13 Haziran 1962, 20 Haziran 1962,
27 Haziran 1962 (4 yazı halinde);
“Fatih’in devleti” adıyla, Hareket, 1/6,
Mayıs 1966 (kısmen); BF/2.

Kaynak: Nurettin Topçu – Büyük Fetih s.13-20

Harun Selçuk

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir