Edebiyat Üzerine:Edebiyat ve İlim
Fuzulî, “ilimsiz şiir temelsiz binaya benzer” derken ilmi, edebiyatın dokusu içine almak ister. Bizim düşüncemiz tamamen farklıdır. Biz burada ilim ile edebiyatın çeşitli ilişkilerinden yalnız bir tanesi üzerinde duracağız. İnsanın maddî ve manevî bütün faaliyeti kendi varlığını koruma amacına yönelmiştir. Bu itibarla her türlü faaliyet, birinci plânda birlik manzarası gösterir. Bunlar sonradan kendi özelliklerine göre çeşitli türlere ayrılır. Teorik olarak insan hayatını ikiye ayırıyoruz: Zihnî hayat, duygusal hayat. Zihnî hayatın eseri, akıl ve algılamaya dayanan pozitif ilimlerdir. Duygusal hayatımız ise bize sanat eserini verir. Akıl soyuttur. Kendi prensipleri çerçevesinde olaylara etki eder ve onların kanununu bulur. İlim içi boş bir ölçüdür. O, bu ölçüyü bütün olaylara, yani fıtratın ürünlerine uygular. Sanat bir üründür, yaratılışın bir ürünüdür. Topraktan yetişen bir bitki, buluttan damlayan bir damla, midenin salgıladığı bir sıvı, sinir sisteminin bir titreşimi sonucu bilinç üzerinde meydana gelen bir hayâl, bunların hepsi birer üründür ve vardır.
Özetle söylemek gerekirse, fiziksel veya kimyasal bir harekettir. İlim asırlarca bu hareketin içinde oluşan doğa kanunlarına etki etmek için çalışmıştır. İlim birliğe, sanat çeşitliliğe doğru gider. Bu, hayatın olmazsa olmazıdır. Evrende sadece kural ve kanunun hüküm sürdüğüne ilim yolu ile inananlar için bu kanunun bilinç ve algılamadan oluşan ilmin sahası içine girmeyecek hiç bir olay yoktur. Her olgu bir harekete indirgendikten sonra, meselâ toprakta gelişip boy atan bir tohum ne ise ve nasıl ilmin inceleme sahasına giriyorsa, insan yaratılışının bir ürünü olan sanat eseri de aynı niteliktedir. Niçin aynı sahaya girmesin? Toprağın içinden yükselen bir bitkinin oluşum şartları bir sanat eserinin oluşum şartlarından daha mı basittir? Eğer birincisi basit görünüyorsa, ikincisi de o derece basittir. Bunlardan biri insan bünyesinde, diğeri topraktan yetişiyor. İkisi de bir hareketin ürünüdür. Bu başlangıçtan hareket edersek sanatın bir şubesi olan edebiyatın da bir ürün olduğunu ve ilim ışığının bu ürün üzerine yönelmesinin zorunlu olduğunu kabul etmemiz gerekir.
“Sanat eseri güzeli arar” diye yüzeysel bir itiraz olabilir. Fakat yaratılışın hangi ürünü vardır ki bizim güzel veya çirkin ölçümüze seslenmesin? Bir çiçeğin, bir kuşun şekli, kokusu, rengi, sesi; bir meyvenin lezzeti, bir dağın azameti bizi bünyemiz ve anlayışımız derecesinde heyecandan heyecana düşürmez mi? Bütün bunlar bizim güzellik duygumuza hitap ettikleri için ilmin sınırları içine girmesinler mi? Bir sanat eseri hiç de bunlardan ayrı bir şey değildir. O, yaratılışın insan merceğinden geçtikten sonraki halidir. Aslında insan sanat eserini, insanı tanımak için ister. Bir doğa parçası, onu tuvale yansıtan sanatkârın eserinden az mı güzeldir? Fakat o tuval üzerinde bir insanın belirli bir zaman çerçevesine giren bütün manevî bünyesi vardır. Bir hayat hikâyesi, daha ileri gidersek, o ânın sınırlarında yoğunlaşmış asırlar vardır. Eğer iş bu derece önemli olmasaydı sanat eserini aramazdık. Evet, bu olay çok çetindir, çok girifttir. Anlayışın önüne dikilen bir Majino’dur ki, her bir parçasında bir kalenin korkunç hayali yükselir. Yalnız düşünmeli ki, bir tarafta da asırlarca adım adım kahramanca ilerleyen bir idrak ordusu vardır ki yürüyor ve önünde hiç bir şey karşı koyamıyor. Yapsa yapsa onu belirli bir zaman oyalıyor.
İlim, ışıklarını yaratılışın her sahasına yöneltip türlü isimlerle görünenin kabuğunu deliyor ve içinde kanunu arıyor. Aslında yaratılışa daha etkileyici bir bakışla bakarsak öznel ve nesnel olaylar arasındaki fark da ortadan kalkar. Sanat eserini de, onu oluşturan şartları da ilmin çeşitli branşlarındaki ileri adımlar dahilinde inceleyebiliriz. Bu incelemeler sonucunda, olaylar karşısında sarsılan insan ruhunun dile yansıyabilen bu eseri, sarsıntının etki derecesini, heyecansız hayatımızdaki düzenin ne derece altüst olduğunu bize gösterir. Sanatın gayesi güzele erişmektir. Fakat, bu buluş kesin değildir. Güzel anlayışı zamanla değişir. Toplumun genel eğilimi belirli bir zaman için bize bir ölçü verir. Fakat bu ölçü de bütün düzensizliğine, bütün kaprislerine rağmen bir olgudur. Ve hiç şüphe yok ki, bu kararsız görüşün bu özelliğinin kararlı bir kanunu vardır. Sebepler ne kadar girift olursa olsun, içerisinde devamlı bir kanunun gidişini sezmemek imkânsızdır. Bugün için hayâllerin mimarîsi, kelimelerin kullanılış yerleri gibi özellikler ilmî olarak inceden inceye incelenir ve istatistikler oluşturulursa, her asrın zevklerine yavaş yavaş etki etmek mümkün olabilir. Edebiyatın tarihi de gerek ferd ferd, gerek asır asır bu bilgilerin ışığı altında meydana gelir. İlmî tahlile girişmeden gizli bir sentezle edebî sanat eserinin değeri üzerinde zorunlu olarak eleştiriler yapılacaktır. Bunlar ilmin yolunda birer malzemedir. Fakat onun istediği kesinliği hiç bir zaman kazanamaz. Biz asırlar boyu sanatın derece derece güzellikteki ürünlerini zevk ile tatmışız ve şimdiye kadar onu bir ilim konusu olarak ele almamışızdır. Kanaatimizce bunun zamanı gelmiş, hattâ geçmektedir.
4.1.1. İlim ve Sanat
İnsanın bütün çalışmaları hayatı koruma gayesine yöneldiğini söylemiştik. Bu nokta üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor. Öncelikle görüyoruz ki organizmamız, akıllara şaşkınlık veren bir işbirliği ile çalışıyor. Vücudumuzun, hücrelerinden başlayan, bezelerde sırlara bürünen, esaslı organlarda daha açık bir seyir takip eden bir çalışması var. Bu fiziksel ve kimyasal faaliyetin bu derece ahenkli olabilmesi için hayat denen ve kendi yanılmaz bilinci kendi içinde bulunan bir merkezden idare edilmesi gereklidir. Normal olarak her organ, görevini bilen ve onu hakkıyla yerine getiren bir varlıktır. Bu sistem, çalışmasına devam edebilmesi için daima çevresine muhtaçtır. Meselâ, öncelikle gıda ihtiyacı. Bu olayı hiç de basit görmemelidir. Bir çocuk için yaratılış, ana sütünü doğmadan önce hazırlıyor ve bu süt, onun fizyolojisine uygun ideal bir gıdadır. Çocuk bünyesinin gelişimi için gerekli olan maddeleri de unutmuyor. Onları karaciğere depo ediyor. Doğadan alacağımız gıdaları seçmek zorundayız. Bu seçme işinde bize içgüdülerimiz rehber oluyor. İlmin bu derece geliştiğini sandığımız zamanda bile insan organizmasının nelerden faydalanacağı hakkında hâlâ bilim adamları arasında bir ittifak yoktur. Fakat bütün bunlara rağmen, insanlar yaşamış ki, insanlık ayakta duruyor. İçgüdülerimiz hayattan süzülüp gelen ve bizim bilincimizin altından bize yol gösteren ışıktır. Bu hayat mekanizması aynı zamanda maddenin üstünde onu en ince noktalarına kadar saran bir sinir sistemidir. Bu sinir sisteminin faaliyeti, insan hayatı ile o kadar yakından ilgilidir ki yalnız duyguları tahrik eden değil, çeşitli heyecanlarla hayatta ona yol gösteren bu organizmadır. Zevk ve üzüntü gibi iki duygu ile bu insan denen evreni hayat sahasında dolaştıran algılama oranında onu inanmaya götüren, özetle hayatı tattıran bu sinir sistemidir.
İnsanın belki diğer organları kendi değişimleri içinde bir işçi gibi çalışır. Kendinden kim bilir nasıl bir oluşum ile ayrılır; mesafe kavramını çiğneyip aşar. Yine bu sinir sistemidir ki statik olan aklı harekete geçirir. Bir iç sentezi ile bazen çok ilerilere atılır, büyük keşifler yapar. Bu sistem sağlıklı ise faaliyeti normaldir, insanı hazza sürükler. Ancak, hazzın insan ruhunda özel bir algılanışı vardır. Herkes aynı şeyden haz almaz, bin bir organik ve ruhsal sebep bu konuda insanları birbirinden ayırır. Fikren ve ruhen yükselmiş insanların haz anlayışı, algılama yeteneklerine uygun nitelik ve değerdedir. Meselâ, herkes yaşamak ister ve hayata koşar. Ancak, hayat her ne şekilde olursa olsun nefes almak değildir. Hazla birlikte olursa bir değer kazanır. Izdırap bile anlamaya göre değişen bir şeydir. Herhangi bir olay bazı insanlarda sevinç, bazılarında üzüntü meydana getirir. Bunların şiddet dereceleri de her insanda aynı değildir. Sinir sistemi görüş ve algılamaya göre insanı mutlu eder ve üzüntüden kurtarır. Bunu çok etkili bir şekilde yapabilmek için de hiç bir zaman akla uygun bir ölçüde durmaz. Mutlaka kendi dışındaki eşya ve olayları gerçek ölçüsünden uzaklaştırır. Bazen üzüntü o derece tahammül edilmez bir hal alır ki, o anda hayat, bütün cazibesini kaybeder. Elemin dinmesi için hayatın bitmesi gerektiğinde karşımıza intihar olayı çıkar.
Elem insanın çeşitli duygularını yüklenebilir: Maddî olur, manevî olur. En dayanılmaz elem manevî elemdir. Bu haz ve elem, bizim genellikle ruh dediğimiz merkezden gelir ve sinir sisteminin bütününün ürünüdür. Bu sistem canlılığı hayatın belirlediği hedefe sürüklemek için onu içinden harekete geçirir. Hazlar büyür, insana yüklenen büyük sıkıntıların hazlarını bazen en yüksek doza çıkarır, onu sürükler. Bazen tehlike arz eden olayları büyütür, canlılığı ondan uzaklaştırır. Kısacası bu cihaz, idrak ile işbirliği yaparak eşya ve olayların doğal hacim ve değerlerini olumlu veya olumsuz yönlerden kesinlikle derece derece aşar. Bizi saran eşya artık tamamen başka bir kimliktedir. Ve bu suretle sanatın sınırına ayak basmış oluruz. Sanat bu değişik manzaranın ifadesidir. Heyecan fırçası ile resmedilen bu ruh manzarasını hayatın az çok her aşamasında görürüz. Bu kuş bakışı görüntüde ışık yönelttiğimiz her noktanın, uyumlu bir evren içinde aynı bakışta bilinmeyen ve sonsuz âhenge zorunlu olarak katıldığını ve ondan zerre kadar sapmayacağını görüyoruz. O halde, bu hayatın zorunluluğunun ürünü olan sanat eserlerinin de kanunların bilinci olan ilmin inceleme sahasının dışında kalamayacağını düşünmek en doğal bir mantık aşamasıdır.
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi (C. XIII, İstanbul, 1965, s. 7-11.)