Dünya Tarihsel Bakışla İslam Tarihini Yeniden Düşünmek

banutarih1-300x208 Dünya Tarihsel Bakışla İslam Tarihini Yeniden Düşünmek

TAHSİN GÖRGÜN

İslam’ın İki Anlamı ve Dünya Tarihi İslam Dini tabiri genel olarak iki anlamda kullanılır. Birinci anlamı ile İslam ilk insanın ilk Peygamber olduğu ve daha sonra da insanlara Peygamberler gönderildiği inancına dayalı olarak, insanlığın tarihini İslam tarihi olarak kavrar. İkinci anlamı ile İslam Dini, bu peygamberlerden sonuncusu olan Hz. Muhammed’in tebliği ile insanlığın öğrendiği, şu anda dünyada bir buçuk milyardan fazla insanın müntesibi bulunduğu dini isimlendirir. Birinci anlamı ile İslam dini perspektifinden bakıldığında Dünya Tarihi, insanlığın yerküredeki hayatını ve bu hayatta yaşadığı her şeyi, insanlığa hidayet rehberi olarak gönderilen ve insanları içine düştükleri unutkanlıktan kurtararak, hakikati hatırlatan peygamberlerin tebliğleri ile irtibatı içinde ele alır. Bu anlamı ile Dünya Tarihi peygamberler tarihidir. Genel olarak Müslüman tarihçilerin dünya tarihlerinin ve Batı Avrupa’ da yazılan ve ı9. Yüzyılın sonlarına kadar yaygın olan dünya tarihlerinin genel çerçevesini bu anlayış teşkil eder. İbn Arabi’nin, Fususu’l-Hikem’inde kozmolojik olmaktan daha çok ontolojik olarak bütün bir tarihi peygamberler tarihi olarak kavraması, bu yönden ayrı bir önem arz etmektedir. Bu perspektiften bakıldığında tarih gelip geçenin değil, gelip kalanın keşfi ile meşgul olmaktadır. Günümüzde yazılan dünya tarihlerinde, farklı gerekçelerle de olsa, bu yönde bir eğilim göze çarpmaktadır.

İkinci anlamı ile İslam Tarihi, miladi vıı. yüzyılda başlar ve günümü ze kadar devam eder. Bu anlamı ile İslam Dini ve bu dine mensup olan insanlar, yine bir Peygamber’in tebliğini bütün insanlığa farklı kanallar la ileterek, farklı bölgelerde yaşayan insanlara bu dini tebliğ ederlerken, aynı zamanda onların içine düştüğü uyku ve uyuşukluktan uyanmalarını sağlamışlar; bu arada miladi vıı. yüzyılın başlarında zuhur eden bir sürecin devamında v111. yüzyıldan xv111. yüzyılın sonuna kadar bütün bir yerkürede en etkili güç olarak, hemen bütün insanların hayatlarının be lirli bir şekilde gerçekleşmesi cihetinde etkili olmuşlardır. Bu etki kısmen Müslümanların irtibat kurduğu insanların bir kısmının Müslüman olması şeklinde gerçekleşirken, en genel ve yaygın manası ile kadim kültür ve medeniyetler Müslümanlarla irtibat kurduktan sonra ya kendileri yeni im kanlar keşfederek kendi sahip olduklarını daha etkin bir konuma getirmişler veya Müslümanlar onların sahip olduklarını araştırıp açığa çıkararak ihya etmişlerdir. Bu anlamı ile de İslam Tarihi dünya tarihi ile eş anlamlı olmuştur. İslam Tarihinin bu cihetten dikkate alınması, Müslüman tarih çiler tarafından olduğu kadar, özellikle xvı ı ı. yüzyıl Batı Avrupa tarihçileri için de geçerli bir şeydir.

İslam dini ve medeniyetinin ihya edici hususiyeti genellikle ya dikkate alınmaz veya yanlış yorumlanır. İslam’ın bu hususiyetini dikkate almak için öncelikli olarak bilinmesi gereken şey, Hz. Peygamber’in tebliğe başladığı dönemde yerkürede bulunan kültürlerin halidir. Gerçekten de miladi 7. yüzyılın başında bütün kültürler fosilleşme sürecine girmiş bulunuyordu. Roma ve Grek kültürleri tamamen fosilleştiği gibi Çin ve Hint medeniyetleri canlılığını yitirmişti; Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da herhangi bir hayat alameti bulunmuyordu. Orta Asya bölgesinde bütün insanlığı etkileme ye aday bir hareketlilik bulunmadığı gibi, bugün bilinenler çerçevesinde, Amerika kıtalarında da eski medeniyetler canlılığını yitirmişti. İşte tam bu şartlarda İslam Dini’nin tebliği gerçekleşti ve bu dönemde Hicaz’ da ortaya çıkan içtimai bir hareket, adım adım bütün bir yerküreyi harekete geçirdi. Hala bütün bir yerkürede olup bitenler, miladi yedinci asırda zuhur eden hareketle doğrudan irtibatlı bir şekilde gerçekleşmektedir. Ancak şunu ifade etmekte fayda vardır ki, şu anda olup bitenler “bir şekilde” İslam ve Müslümanlarla alakalı olmakla birlikte; bu alaka zaman içerisinde örtüler le perdelenmiş, ona ilişkin şuur geri planda kalmış olduğu için, olup biten le irtibatının fark edilmesi esaslı ve ciddi çalışmaları gerektirmektedir. Bu çalışmalar bir taraftan örtüleri açma, yani bir tür keşfü’l-mahcub işlevi ifa etmek zorundadır; diğer taraftan da keşfe bağlı bir inkişafı gerçekleştirme den, daha önceki inkişafı kavramak mümkün gözükmemektedir. Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-necat isimli mevlidinde Hz. Peygamber’in doğuşunu cihandaki bütün zerrelerin “merhaba” diye selamladıklarını söylemesi, bu doğumun en azından bazı Müslümanlar tarafından kozmik bir hadise olarak kavrandığını da göstermektedir.

Genel olarak bakıldığında İslam dininin tebliği ile dünya tarihinde bütün bir insanlığın başlangıçta sahip olmakla birlikte zaman içerisinde kaybettiği birliği bir çok cihetle yeniden kazandığı; bir anlamda insanlığın vahdetinin yeniden kurulduğu görülebilir. Müslümanlar hem hayat tarzı hem de coğrafi konum itibariyle “orta”da oldukları için, yerküre üzerindeki kültürlerin irtibatının da vasatı ve vasıtası olabilmişlerdir. İslam medeniyetinin taşıdığı zenginlik, farklılıkların gelişmesine yönelik açıklık, fiziksel olanı merkeze alan geleneklerle irtibatı mümkün kıldığı gibi sırf fizikötesini merkeze alan gelenekleri de anlamaya da imkan sağlıyordu. Aslında İslam medeniyetinde Müslüman olmak, farklı yönelişleri terk etmek anlamına gelmemekte, insan tabiatında/fıtratında mevcut olan yönelişlerin makul bir çerçevede yaşanması anlamına gelmekteydi. Bu cihetten bakıldığında dünya tarihi, bir cihetten tabiatın tabiat olarak yeniden keşfedildiği, duyu verilerinin bilgi kaynağı olarak yeniden kazanıldığı, insanın kendi emeği ile oluşturduğu bir dünyanın mukimi ve mevcudatın tayin edici unsuru olduğunun fark edildiği, nihayet bütün bunların yaratıcı ile irtibat içerisinde anlaşıldığı ve bu anlamanın esasının peygamberin tebliği ile görünür hale geldiği bir süreci ifade eder. Dolayısıyla dünya tarihi yazımında “kalıcı” olanı keşfetmek, bu hususların üzerinde özellikle durulmasıyla mümkün hale gelir. Bunların yanında bir taraftan dilin bütün imkanlarıyla keşfi ile zihnin ve bunun en açık alameti olan matematik ve formel düşünmenin yeniden ve diğer imkanlarla birlikte düşünülmesi, yine bu tebliğle birlikte insanlığın hayatında yeniden etkin olabilmiştir.

Burada önemli olan bütün bu unsurlardan hiçbirinin mutlak olarak kabul edilmeyerek, her birinin itibariliğine muvafık itibari bir mevki verilmesidir. Bu ise İslam medeni yetinin vasat bir medeniyet olmasının daha farklı bir ifadesidir. Bunlara ek olarak yazının insan hayatında tayin edici bir özellik kazanması ve yaşanan hayatın yazı yoluyla takyidinin küresel bir kayıt formu haline gelmesi de İslam toplumu ve medeniyetinin bütün insanlığa armağan ettiği, bugün de etkin olan varoluş kategorileri arasındadır. İslam dini, onu benimseyerek hayatını ona göre yaşayan insanların ha yatında olduğu kadar onların hayatında zuhur edenin diğer insanlar için de ulaşılabilir hale gelmesiyle birlikte, farklı dil ve din mensuplarının sulh ve salah içerisinde birlikte yaşamasıyla ilgili esasları oluşturmuş, böylece bütün bir insanlığın hayatının akışında yeni imkanlar ve alanlar açmıştır. Bunlar içerisinde belki en önemlisi, ferdiyetin zuhurudur. Tecellide tekrar olmadığı ilkesi ile birlikte hem tek tek insanların, hem belirli bazı cihetlerden vahdet teşkil eden insan gruplarının ve hem de bu grupların etkin olduğu zaman dilimlerinin diğerlerinden tefrik edilmesinin esası, bu itibari vahdette ortaya çıkar.

İnceleyin:  İslam Modernizmi Neye Tekabül Ediyor?

Bu zuhuru mümkün kılan şey, İslam’ın vahdeti ve kesreti, birbiriyle çelişmeden birlikte bulunabilen farklılık ve farklılaşma şekilleri olarak tespit edebilmesidir. İslam Dini ve toplumunun ayırıcı özelliklerinden bir diğeri, insanlık tarihinde tarihsel olarak bilinen ilk ve yegane din tebliği ve bu tebliğe dayalı bir toplumun ortaya çıkışını temsil etmesidir. Tarihsel olarak İslam, yeni bir dinin tebliğinin ve bu tebliğ neticesinde bir toplumun nasıl ortaya çıkarak etkin olduğunun tayin edici, daha yerinde bir tabirle, bilinen yegane örneğini teşkil etmektedir. Ne Hinduizm ve Budizm, ne Konfüçyanizm ve ne de Hıristiyanlığın zuhuru konusunda tarihi olarak güvenilir, mevsuk malumata sahip olmamamıza rağmen İslam dini ve toplumunun zuhuru konusunda tarihen mevsuk verilere sahibiz. Bu sebeple İslam dini ve toplumunun dünya tarihindeki yerini hem ontolojik hem de epistemolojik olarak kavramak mümkündür. Bir başka deyişle İslam’la birlikte bütün insanlık yepyeni varolma ve bilme imkanları elde ettiği için bir din, toplum ve medeniyet olarak İslam, yapısal olarak dünya tarihinin hem bir varlık hem de bilgi ilkesi olarak önem arz etmektedir. Müslüman olsun veya olmasın, bir din tebliği ile bir toplumun ve medeniyetin nasıl teşekkül ettiğini öğrenmek isteyen herkesin İslam dini ve toplumuna bakması gerekli ve yeterlidir. Bir başka ifadeyle İslam’la birlikte yepyeni bir varoluş tarzının zuhuru ve bunun nasıl zuhur ettiği, bir tür “varlığın tarihi” anlamında, in sanlar için ulaşılabilir ve bilinebilir hale gelmiştir. İslam toplumlarının bütün insanlık için taşıdığı mana, yani onları ilgilendiren cihet, yerkürenin insanlar tarafından imar edildiği ve insanların kendi imar ettikleri, kendi inşa ettikleri bir düzen içinde yaşıyor olmalarıdır. Bunun farkında olmak başta kötülük meselesi olmak üzere birçok meselenin hakiki kavranışının esasını teşkil etmektedir.

Ne var ki insanın içinde yaşadığı dünyayı kendisinin inşa etmesi demek, Alman Filozofu Kant ve sonrasındaki bütün konstrüktivist düşüncenin varsaydığı gibi, her şeyi insanın kurduğu anlamına gelmez. Müslümanlar, birçok batı Avrupa düşünürünün şu veya bu şekilde kabullendiği gibi, insanların içinde yaşadığı şartları hem fert hem de tür olarak kendilerinin inşa ettiğini ifade etmek için kesb (=kazanma, elde etme) kavramını kullanırken; bunun, insanın yerküre üzerindeki varoluşunu isimlendirdiğinin farkında idiler. İnsan kendi kesb ettiklerinden oluşan bir varlık düzeni içinde hayatını sürdürmektedir, ancak bu düzenin tahakkukunun ön şartı, insana başta yerküre ve yerkürenin de bir parçasını teşkil ettiği bir alemin “verilmiş” olmasını iktiza eder. Buna ek olarak insanın doğuştan itibaren bu alemle irtibat kurarak, onun üzerinde muhtelif şekillerde tasarrufta bulunabilecek, bu tasarruflar üzerine düşünerek, tasarrufların keyfiyeti üzerinde de tasarrufta bulunabilecek bir “kabiliyet” ile yeryüzüne gelmesi gerekmektedir. İnsan ancak kendisine doğarken verilmiş olanlara dayanarak yerkürede bir hayat düzeni kurabilir ki, buna Maverdi “mükteseb akıl” adını vermektedir. İşte insanın yerkürede kesbettiklerinin zaman ve ilgi olarak en yakın olanlarına, bu yakınlığı ifade etmek üzere el-hayatü’d-dünya, yani yakın hayat; bunun mukabiline ise el-hayatü’l-ahireveya el-hayatü’l-ukba, yani diğer veya gelecek hayat adı verilmiştir. Türkçede olduğu kadar, birçok batı dilinde de dünya (World, Monde, Welt, vs.) terimi tam da bu anlamda, insanın yakın hayatını ifade etmektedir. Müslümanlar hayatı, yakın ve uzak, yakın ve gelecek hayat olarak tefrik edip, yakın hayatı (dünya) hayatını gelecek hayat (ahiret veya ukba) ufkunda kavrayarak yaşamışlar ve yerkürenin imarını bu anlamda gerçekleştirmişlerdir.

Buna karşılık insanın yaşadığı şartları kendisinin kesbettiği ilkesi, itibari geçerliliğinden soyularak mutlaklaştırılınca, yakın hayatı anlamsız ve boş olarak kabul eden aşırı ruhban tavrının tam karşısına, öte ki hayatı tamamen inkar veya ihmal ederek yakın hayatı mutlaklaştıran başka aşırı bir tavır zuhur ederek günümüzde etkin ve egemen bir konuma gelmiştir. Bu sürecin kısaca hatırlanması, İslam dini, toplumu ve medeniyetinin dünya tarihi perspektifindeki kalıcı konumunu, yani geçmiş ve gelecekteki mevkıfını daha kolay anlamayı mümkün kılacaktır. Bu aynı zamanda İslam’ın bütün insanlık için neden bütün zamanlarda önem arz ettiğinin anlaşılmasına da yardımcı olacaktır. xvıı. yüzyılda İslam dünyası ile farklı şartlarda irtibatını sürdüren Batı Avrupa’da, bu irtibatın da etkisiyle yükselmeye başlayan Deizm, İslam toplumunu aşırılıklardan muhafaza eden asli irtibat noktasından habersiz olarak gelişmiştir. İslam dünyasındaki düzen onu mümkün kılarak muhafaza eden ilahi vahiyle irtibat içerisinde teşekkül etmekle birlikte, bu düzeni sadece bir düzen olarak kavrayarak üstlenen, ama asıllarıyla irtibatını ya algılamayan veya reddeden bir tavır, yeryüzünü imar etmenin aslında menfi bir şey olmadığını, hatta bir kısım Kalvinistlerin savunduğu gibi, meslek alanındaki başarının Allah tarafından kabul edilmiş/razı olunmuş bir hayatın alameti olarak kabul edilebileceğini savunmuştur. Bu ise sınırları olmayan veya sınırları belirlenemeyen bir yakın hayat düzeni arayışına zemin teşkil etmişe benzemektedir.

Bu yakın hayat düzeni arayışı, zaman içerisinde Katolikliğin kötü olarak kabul ettiği bir çok şeyin aslında kötü olmadığı veya kötü olmakla birlikte dünya hayatında insanların daha rahat etmesini sağladığını, bu yönden de faydalı olduğunu fark etmiş ve Hıristiyanlığın öngördüğü ahlakı dikkate almadan bir düzen oluşturmanın hem mümkün hem de daha faydalı olabileceği düşünülebilmiştir. Bu süreçte gerçekleşen dönüşümle birlikte Katoliklik, daha önce Roma’yla kurduğu ilişkiye benzer bir şekilde, form olarak reddedilmeden, siyasi bir işleyiş çerçevesinde dönüştürülerek, adına modern absolutist devlet denilerek muhafaza edilmiştir. Modern siyaset teorisinin esasında bir teoloji olması, tam da bununla alakalıdır. Bu üstlenme sürecinde önce her şeyi yaratan ve yöneten bir varlığın insan aklı tarafından bilinebileceği ve bunun için bir “ruhban sınıfının” desteğine ihtiyaç hissedilmediği düşüncesinin Katolik düşünme tarzına karşı etkin olma süreci, modern dünyanın oluşumunun ana çizgisini işaret eder.

İnceleyin:  Hukuk mu Ahlak mı?

Bu süreçte tahakkuk eden, form olarak Katoliklikten gelen düzenin içeriğini Müslümanlardan üstlenilen içerikle dolduran, ancak bunun antik cihetini ihmal eden tavır, zaman içinde aklın kendi kendine yeterli olduğu varsayımına dayanarak Tanrı’yla irtibatını da ihmal etmeye yönelmiş, nihayet insanları rabbü’l-alemin(=alemlerin efendisi), İngilizce ifade etmek gerekirse Lords of the Univers olarak kavramıştır. Bu ise bir taraftan şahısların mülkiyet haklarını kutsayan kapitalizme, diğer taraftan da hayatı insanın bir etkinlik alanı olarak görerek, bu etkinliği adalet cihetinden eleştirel bir şekilde kavramayı ve düzenlemeyi amaç haline getiren, bu çerçevede mülkiyeti bütün kötülüklerin anası olarak kavrayan sosyalizme yol açmıştır. Bu cihetten bakıldığında İslam dini ve toplumun da dengeli bir şekilde sürdürülen hayatın uçlara çekildiği ve düzenin uçlar tarafından sağlanmaya teşebbüs edildiği zaman ne gibi sonuçların ortaya çıktığının belirlenmesi, modern dönemi anlamanın en önemli yollarından biri olduğu kadar gelecek hakkında düşünürken dikkate alınması gereken önemli bir yönü teşkil etmektedir. İslam medeniyetinin, varlığını ve meşruiyyetini tanımakla birlikte et kinliğini tahdit ettiği ve buna karşılık modern batı medeniyetinin bütün bağlarından kopararak serbest bıraktığı mülkiyet ve dünya imarına dair yönelişin, istiğna fikri ile birlikte nasıl bir zulüm çarkına dönüştüğünü son iki asırdaki gelişmeler açıkça göstermektedir. Batı medeniyetinin, yerküreyi imar etmenin insanın yeryüzündeki varlığının gayesi olduğu esasını sadece yakın hayat ve egoist bir çerçevede kavrayarak, bunu gerçekleştirmede Katolik formu kullanılması büyük bir maddi güç elde etmesini sonuç vermiştir. Bununla birlikte Batı medeniyeti önceden engizisyonun Hıristiyanlaştırmak için kullandığı misyonu, başkalarını medenileştirmek olarak yeniden tanımlamış ve söz konusu gücü bütün bir yerküreyi istila için kullandığı bir araca dönüştürmüştür.

Bu aracın etkin ve acımasız kullanımının karakterize ettiği modern dönem, aslında Müslümanların bütün insanlığa öğrettiği varoluş kategorilerinden bazılarının uçlara çekilerek mutlaklaştırılmasının nasıl neticelendiğini ve bunun sonucunun neler olabileceğinin görünür hale geldiği bir “deneme” dönemi olarak görüle bilir. Bu dönemde bilgiyle ilgili olduğu kadar varlık alanında da, indirgemelere dayalı yaklaşımlar ve bunlar arasındaki ihtilaflar tayin edici olmuş tur. Benzer bir durum din kadar dünya alanında da karşımıza çıkmıştır. Din alanında, dini, insanın bilgi alanı dışına çıkarma gayretleri kadar, onu insanın faaliyet alanının bir parçası olarak kavramaya yönelen tavırlar da ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde insanların mülkle olan irtibatında da, mülkiyeti kutsayan bir tavır ile onu şeytanlaştıran, radikal kötü olarak kavra yan iki yaklaşım etkin olmuştur. Bu örnekler bize din ile dünya arasında olduğu kadar, mülkiyet ile insanın diğer irtibatları arasında da dengeli bir ilişkiyi mümkün kılan bir tavır olarak İslam’ın, hem günümüzle hem de geleceğimizle geçmiş üzerinden nasıl irtibatlandırılacağı hususunda bir fi kir vermektedir. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: İnsanın bir yönünü mutlaklaştıran yaklaşımlar, aşırılığa yöneldikleri için, dengeyi, yani sulh ve salahı sağlayamazlar. Salahın sağlanmadığı haller, kalıcı değil, geçicidir. Yine buradan şunu da çıkarmak yanlış olmaz: İslam dininin, toplumunun ve medeniyetinin insanlığın hayatında geçmişte olduğu gibi gelecekte de kaçınılmaz olarak etkin olacağını beklemek, boş bir tavır değildir.

Benzer bir durum formel yapılar ve bunların ortaya çıkardığı imkan ve sorunlarla da alakalıdır. Formel yapılar, başta tamamen zihinde mevcut olan matematik ve geometrik modeller olmak üzere, insanlar tarafından ihdas edilmişlerdir ve varlıklarını insanların onları kabul ederek benimsemesine borçludurlar. Formel yapıların diğer bir özelliği ise zuhur ettikten, yani kabul edilerek benimsendikten sonra insanlara tahakküm edebilecek bir konum kazanabilmeleridir. Belki günümüzde matematiğin imkan lan ile de güçlenen formel Katolik tavır, insanlığın karşı karşıya kaldığı en önemli sorunu teşkil etmektedir. Günümüzde insanların, hayatlarını kolaylaştırması için kesbettikleri ve onların gayretleri ile kesbolunmuş olmalarından daha başka bir mahiyeti bulunmayan formel yapılar, -ki bunlar kısaca şirketler, dernekler, partiler, kiliseler ve benzeri oluşumlar olarak karşımıza çıkmaktadırlar,-belirli bir aşamadan sonra kendilerini amaç haline getirerek, onları oluşturan insanları kendi varlıkları için araç haline getirebilmektedirler. İnsanların formel yapılar için araç hali ne geldiği şartlar hem dinin hem de ahlakın bittiği şartlardır. Günümüz de hem dindarlığın hem de ahlakın manasındaki “sulanma”nın zeminini buralarda aramak gerekecektir. Başka bir ifadeyle belirli sınırların aşılması durumunda, insan, kendi yaptıklarından/kesbettiklerinden dolayı zulme maruz kalabilmektedir.

Bu konuda da İslam dini, toplumu ve medeniye ti, vasat ve vasıta olarak insanı, kendi yaptıklarının “şerrinden” muhafaza hususunda da önemli bir imkanı içinde taşımaktadır. Nitekim İslam medeniyeti içinde bir taraftan devlet ama aynı zamanda vakıf gibi farklı, gayrı şahsi müesseselerin ortaya çıkarılması, fakat bunların günümüzde olduğu kadar tayin edici bir konuma gelemeyişleri, kendi başına önemlidir. Bu bir taraftan formel yapıların Müslümanlara yabancı olmadığını, yani Müslüman olmakla formel yapılar oluşturmak arasında bir çelişki olmadığını gösterirken, aynı zamanda İslam dininin insanları kendi oluşturduğu formel yapılardan muhafaza edecek imkanları sağladığını da ifade eder. Tabii ki İslam medeniyeti içinde de zaman zaman formel yapılar insanlar üze rinde mutlak tahakküm kurmaya yönelmişlerdir; ancak Müslümanlar her defasında, bu sorunların üstesinden gelmeyi bilmişlerdir. Son iki asırdaki gelişmeler sanki Müslümanların artık bu başarıyı gösteremeyecekleri, yani Müslüman olmanın onlara sorunları çözmede bir avantaj sağlamadığı gibi bir düşünceyi akla getirmektedir. Müslüman dünyasının, beklemediği bir şekilde mutlaklaştırılan tikel cihetlerin sağladığı tahrip edici güçle tanışması belki beklenenden daha fazla sürmüş olabilir. Ne var ki durum, nelerin olup bittiğinin anlaşılması süreciyle alakalıdır ve bugün Müslümanlar sorunlarla mahiyetlerine uygun bir şekilde karşılaşma hususunda daha donanımlı bir konuma gelmişlerdir. Günümüzde ve gelecekte bu sorunların keşfedilerek çözülmesinin, Müslümanların formel yapıları geçmişte ortaya çıkarmakla birlikte bunlara mahkum olmadan hayatlarını sürdürebildiklerine dair derin bir farkındalığı ve İslam medeniyetinin dünya tarihindeki yerini bu cihetten yeniden müzakere ve mütalaa etmeyi gerektirmektedir. Geçmişte Müslümanların dünya tarihindeki konumlarının mahiyetlerine uygun bir şekilde araştırılarak ortaya konulması, insanlığın karşı karşıya kaldığı sorunların hallinde Müslümanların tecrübesini dikkate almanın kaçınılmaz olduğunu da göstermektedir.

Editör:İbrahim Halil Üçer – İslam Düşunce Atlası,c.1,syf:80-86

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir