”Dindar Ahlaksız; Dinsiz Ahlaklı Olabiliyor” Söylemi
Paylaş:

 

 

Bu mesele günümüzün can alıcı meselelerinden bir tanesi.

Neden diye sorulursa, buna cevap olarak -belki gerçek, belki algıdır, bilemiyorum- dindarım diyenlerde ahlaksızlaşma- nın artması gösterilmekte… Hatta o kadar ki bu durum ateist olmaya veya deistleşmeye malzeme kılınmakta…

Burada ciddi karıştırmaların yapıldığı kanaatindeyim. Sı­rasıyla gitmek gerekirse şunları diyebilirim:

1.Değerler ile ahlak karıştırılıyor. Ahlakın kaynağı ne­dir diye sorulursa “değerlerdir” diye cevap verilebilir. Peki de­ğerlerin kaynağı nedir? Düğüm noktası soru budur. Aşağıda buna değineceğim. Devam edelim: Değerler ahlakın kendisi değil kaynağıdır. Zira değerler insanın olduğu yerde hazır ola­rak vardır. İnsan bunları sosyal veya kültürel olarak icat etme­miştir, edemez de… Nerede bir insan gerçekliği varsa değer­ler otomatik olarak oraya iner. Siz bunu değerlerin fıtri olduğu şeklinde ifade edebilirsiniz. Yine bunu değerlerin ruhtan kay­naklandığı şeklinde de ifade edebilirsiniz. Burada şu hususun altını muhakkak çizmeliyiz:

Ahlakın dayandığı değerler, insandan önce vardır. Bu de­ğerler, insanın iç dünyasına, fıtratına yerleştirilmiştir. Bu de­ğerler, soyutlama yoluyla dış dünyadan çıkarılmamıştır. İnsan çok şeyi dış dünyadan soyutlayarak elde eder. Örneğin, san­dalye kavramına bakalım. Sandalye kavramını, türlerinden ve unsurlarından soyutlayarak onu “arkalığı olan bir oturak” ola­rak tanımlayabiliriz. Bunu görünür, maddî alemdeki her şeye uygulayabilirsiniz. Ancak ahlakın dayandığı değerler böyle de­ğildir. Mesela adalet kavramını ele alalım. Bu değer, dış dün­yadaki ortak niteliklerden soyutlama yoluyla çıkarılıp türe- tilmemiştir. Dış dünyada adalete uygun durumların varlığını gözlemleriz elbette. Ancak insan, dış dünyada adalete uygun durumları bilmezden önce de adalet bir değer olarak vardı. İn­sanın iç dünyasında, fıtratında mevcut bir kavram olarak bulu­nuyordu. Öyle ki, gerçekte insan, apriorik olarak adalet kavra­mının, değerinin varlığı sayesinde dış dünyada adalete uygun durumları bilir. O zaman adalet varlıktan öncedir. Bu durumda adalet nereden gelmekte, nereden kaynaklanmaktadır? Dış dün­yadan soyutlanarak elde edilmediğine göre, dış dünyayı önce- lediğine göre bu değer maddî dünyadan değil, bunun ötesinde başka bir alemden gelmiş olmalıdır. Bu alem ise ruhanî var­lıklar alemidir. Ruhanî varlıklar alemi, Allah’ın insana ruhun­dan üflediği alemdir. Bu İlahî nefes, sadece hayatı var etmek için değildir. Zira hayvanların da hayatı vardır. Ancak hayvan­lar bu İlahî nefesin muhatabı değillerdir. Bu İlahî nefes, insanı değerli kılmak için ona bahşedilmiş olan ene değerli ve kutsal şeyi insana vermiştir. Bu ise ruhtur. Buna İnsanî ruh da diye­biliriz. O zaman kesin olarak değerler ile ruhun irtibatının ol­duğunu söyleyebiliriz. (Bk.Taha Abdurrahman, Seküler Ahla­kın Sefaleti, s. 214)

Ahlaka gelince, o bir tercih meselesidir. Bir yerde tercih varsa ahlak tezahür eder demektir. Değerler ise bir tercih me­selesi değildir. Onlar özümüze, yaratılışımıza, fıtratımıza kod- lanmıştır. Ahlak değerlerin tercih ile amele dönüşmesidir. Ah­lak ile amel iç içedir. Amele, davranışa dönüşmeyen ahlak, ahlak değildir. Ve ahlakın ortaya çıkabilmesi için muhakkak kişile­rin ve olayların olması gerekmektedir. Ama değerlerin varlığı için bir olaym yaşanması gerekmez. (Tabii imtihan sırrı gereği bu değerler boşuna değil. Murad-ı ilahi gereği bir şekilde mu­hakkak varlıkta zuhur ederler) Örnek verelim:

Doğruluk

Adalet

Merhamet

Bunlar değerlerdir. Bu değerler soyuttur, manevidir, meta­fiziktir. Bir kişiye de, bir eşyaya da bağlı değildir. Bir topluma da bağlı değillerdir. Evrenseldirler. Bu değerler tercih ile amele dönüştüğünde ahlak adını alırlar.

Doğru dürüst (kişi)

Adil (kişi)

Merhametli (kişi)

Kısaca doğruluk değer, doğru olmak ise ahlaktır. Adalet değer; adil olmak ise ahlaktır. Merhamet değer; merhametli olmak ise ahlaktır.

Bunun sonucu şudur: Değerler ancak “din” ile kaim olur. Buna “ruh” ile de diyebiliriz. Ruh ise, Allah’tandır. Allah da “din” ile bunları bize haber vermektedir. “Din” varsa değerler var olabilir. “Din’siz, değerler var olamaz. “Din”siz, değerlerin bir izahını yapmak da mümkün değildir. Burada “din”den ka­sıt detayları olan şeriat değil, varlığa esma-ı hüsna’sı ile tecelli eden Allah’ın kendisidir. Esma-ı hüsna değerlerin varlığının tâ kendisidir. Allah, bu değerleri insana üflemiş ve onun fıtratına yerleştirmiştir. Demek ki değerlerin kaynağı Allah’tır; başkası da düşünülemez. Öyleyse şunu demek durumundayız:

“Din’siz ahlak -zor olsa da- mümkündür, olabilir (ki aşa­ğıda bunu da ayrıca inceleyeceğiz) ama “dinsiz değerler asla var olamaz. Zira dindar güzel değerleri tercih etmeyerek ah­laksız davranabilir; dinsiz ise güzel değerleri tercih ederek ah­laklı olabilir. Burada dinsizin düşünmesi gereken şey ahlaklı davrandığında bile neye göre ahlaklı davrandığının farkında olmasıdır. İşte ateistin veya kafirin aslında farkında olmadığı budur. Şu veya bu sebeple güzel değerleri tercih ettiğinde bile bu değerlerin farkında değildir; bu değerlerin kaynağının far­kında değildir. Ateistin veya kafirin değerleri yaratması, icat etmesi, sonradan oluşturması mümkün değildir. Sadece var olanları harekete geçirmesi, tercih etmesi ve eyleme dönüştür­mesi mümkündür. Burada şu noktanın altını çizmem gerekir: Allah’ın, insanın fıtratına değerleri yerleştirmesi, insanın insan­lığını muhafaza etmesinin en büyük göstergesidir. Ateist bile olsa fıtratına kodlanmış değerlere —isteyerek, ikrar ederek ol­masa bile- uymaktadır. Böylece ateist insanlığını muhafaza et­mektedir, tabii böyle yapıyor iseler… Farkında değil, ama in­sanlığım da Allah’a borçludur. Çünkü o değerleri ona kodlayan Allah’tır ve Allah, insanın, insanlığını muhafaza etmesini iste­mektedir. Ne zaman ki, insan bu değerlere haksızlık eder, on­ları inkar eder, dahası onların aksine davranır ve zulmederse, o zaman insanlığını kaybetmekle karşı karşıya kalır.

İnceleyin:  İslam'ın Akdeniz'e Çıkmasının Etkileri

2.Ateist ahlaklı olabilir, dedik. Ortada değerler var, bunlar­dan güzel olanı seçip ahlaklı davranabilir. Burada da karıştırı­lan ya da ihmal edilen bazı noktalar var. Ahlaklı olmak şekilsel olarak bazı değerleri davranış haline getirmek midir? Örneğin, kişi birine yardım ediyor. Görünüşte bu ahlaki bir davranıştır. Ancak bu yardımı kendini beğenmek veya övülmek ya da bir başka menfaat için yahut kendisi yardıma muhtaç olduğunda kendisine yardım edilsin diye yapıyor olabilir. Bunu bilme­miz çoğu kere mümkün değil. Örneğin, kurumsallaşmış dev ilaç sanayi… Dahası insanlar rahat etsinler diye icat edilen dev teknolojiler… Bunlar görünürde insanlığa fayda temin ediyor. Peki bu yapılanlar ahlaki midir? Biz biliyoruz ki bunun arka­sında para kazanmak var, Batı merkezcilik var, sömürmek var, insanlığı kendine muhtaç bırakmak var. Böyle olduğunda kişi veya kurumlar için ahlaki davranıyorlar diyebilir miyiz? Her­halde ahlaki davranmış olmazlar. Bir davranışın ahlaki olabil­mesi için evrensel bir ilkeye bağlanması gerekiyor. Bu ilke ne­dir? Bu ilke para, fayda veya mutluluk olabilir mi? Yahut ateistin iddia ettiği gibi “ben’lik veya “toplumsal kabuller” olabilir mi? Bunlar değişkenlik arz edeceğinden dolayı evrensel olamazlar; evrensel olamadıkları için de ahlâkın bağlanabileceği bir ilke sayılamazlar. Burada ahlakı evrenselleştiren tek ilke Allah’tır, Allah’ın rızasıdır. Bir müslümanın dahi Allah’ın rızasını gözetmeden ortaya koyacağı bir davranış ahlaki olmayacaktır. Demek ki Müslüman dahi bir davranış ortaya koyarken Allah’ın Brızasını değil de başka şeyleri kast ederse yaptığı ahlaki değildir. Müslümanın bu yaptığı dahi ahlaki olmadığında ateistin yaptığı ahlaki nasıl kabul edilecektir?! Görünürde ahlaki dav­ranmak ahlaklı olmak değildir.

O halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Ateist ahlaklı ola- | bilir diyorsak bu halis ahlaklı olduğu anlamında değildir. Gö- rünürdc ahlaklı olabileceği anlamındadır, işte tam bu noktada Müslümanları üçe ayırırsak mesele netleşir:

1.Halisane yani sırf Allah için ahlaklı olanlar,

2.Riya, menfaat, fayda ve benzeri düşüncelerle görünürde ahlaki davrananlar,

3.Katıksız ahlaksızlık yapanlar.

Burada gerçek anlamıyla ahlaki davrananlar ilk sıradaki in­sanlardır, Diğerleri ya görünürde ahlaklıdır ya da ahlaksızdır. Sonuçta ikisi de ahlaki davranmamıştır. Ateistin ilk anlamıyla ahlaklı olması mümkün olmadığına göre sonuçta o da ya gö­rünürde ahlaklıdır ya da ahlaksızdır. Böyle olduğunda ise ate­ist gerçek anlamda ahlaklı davranmış olmaz.

Geriye şöyle bir sorun kalır: Ateist, yine de hiçbir beklenti içine girmeksizin, içinden herhangi bir farklı düşünce geçir­meksizin salt iyilik yapabilir ve ahlaki davranabilir. Aslında bu durumu Kant, ifade etmiştir denilebilir. Kant, ahlakî açıdan saf iyi olanın, niyet olduğunu savunmuştur. Ona göre yalnızca sonuçlarına bakarak eylemleri değrlendirmek yanıltıcıdır. Ör­neğin açıkça kötü niyetle yaptığımız bir davranış da bazen iyi sonuçlara yol açabilir. Ama sonucunun “iyi” olması, bu davra­nışın ahlaki açıdan “iyi” olmasını sağlamaz. O halde sonuca de­ğil niyete bakılmalıdır. Hiçbir kaygı gütmeden nasıl davranmak gerekiyorsa öyle davranmak davranışı ahlaki kılar. Kant, buna ödev ahlakı diyecektir. Biz ise ise buna “dinin ahlakı” diyoruz.

Yine de aynıdırlar demek zor, ama Kant’ın dinden etkilendiği açık. Yukarıda salt sonuçlara bakarak bir davranışı ahlaki kıl­manın mümkün olmadığını biz de dile getirmiştik. Ödev ah­lakı ile dinin ahlakı arasında Necaşi’nin Ca’fer b. Ebi Talibe dediği gibi ince bir çizgi vardır.

Aslında Kant dahi ahlakı temellendirirken Tanrı’dan vaz­geçememiştir. Saf aklın eleştirisinde metafiziği reddeden Kant, pratik ahlakta özgürlük, ruhun ölümsüzlüğü ve Tanrı gibi kav­ramlarla metafiziğe geri dönmüştür. Kant’ın Tanrı anlayışı Hı­ristiyanlıkta olduğu gibi pasif Tanrı anlayışıdır. Bu anlamda deizme daha yakındır. Ancak ‘en yüksek iyinin gerçekleşmesi, mutluluk ve erdem gibi birbiriyle tesadüfen bir araya gelen bu kavramların bir araya gelebilmesi için Tanrıya gereksinim var­dır. Bu da aktif Tanrı anlayışı demektir. Kant ahlakın kaynağı olarak Tanrı’nın değil akün olması gerektiğini, fakat en yüksek iyinin gerçekleşmesi için de Tanrı ya ihtiyaç olduğunu belirtir. Kant etiği, bir anlamda seküler konuşan bir teist düşünce ifa­desi şekline dönüşmüştür. Kant’ın tutumu ilginçtir! Tanrı’dan vazgeçememiş, ama Tanrı yerine aklı koymak istemiştir! Bu du­rumda Tanrı, sistemde kavramdan öte bir anlam taşımamakta­dır. Descartes de öyle yapmıştı. Sisteminde varlığı açıklayabil­mek için önce Tanrı kavramına başvurmak zorunda kalmıştı!

Görüldüğü gibi mesele ahlak olunca onu metafizik olma­dan, Tanrı olmadan temellendirmek mümkün gözükmüyor. Burada diyebileceğimiz iki durum vardır. Biri şudur: Din, iyi niyete, ahlaka sağlam bir temel sunmaktadır. Din olmadan, iyi niyeti de, ahlakı da, vicdanı da temellendirebileceğimiz bir te­mel yok gibidir. Varsa da kalıcı değildir. Esasen hiç kimse de ahlaki davranacağı zaman belli bir felsefeden yola çıkarak bunu yapmamaktadır. Örneğin, Kant dahil, felsefede ortaya konulan ahlak görüşlerinin toplumu ne kadar etkilediği, sürükleyebil’ diği, onları bir arada tutabildiği herhalde oldukça tartışmalı­dır. Felsefi argümanlar toplumda ciddi bir karşılık bulamıyorlar.

İnceleyin:  Mü'minin Miracı:Namaz

İkinci olarak şayet böyle bir şey varsa burada üç şeyin et­kisinden bahsedilebilir: Dinin, geleneğin/toplumun ve kanu- Ihun etksinden… Evet, şayet dindar, kendisini temellendiremi­yor ama ahlaklı davranıyorsa bunda çeşitli etkenler söz konusu blmalıdır. Bu etkenler aslında yapılan davranışı sırf ahlakî ol­maktan da çıkarmaktadır. Dediğimiz gibi şu veya bu sebeple böyle bir davranışta dinin etkisi/taklidi söz konusudur. Din, top­lumu etkilemiş, o toplumda yaşayanlar ateist olsa bile dinden yararlanmışlardır. Türkiye özelinde söylemek gerekirse “kültü- rül Müslümanlık” diye bir tabirin dile getirildiği bilinmekte­dir. Yani kişi ateist olsa bile, İslam inanmasa bile, yaşadıı Müs­lüman toplumun değer kodlarından etkilenebilmektedir. Bunu başka nasıl izah edebiliriz? Şu örnek üzerinden bunu açıkla­mam gerekirse: Örneğin Batı kendi değerlerini evrenselleştir­mek istemiştir. Aslında bu dini değerlerin taklidinden başka bir şey değildir. Din kendini evrensel olarak sunar. Batı dinin ev­renselliği yerine kendi seküler değerlerinin evrenselliğini koy­muştur. Bu dini taklit veya dinden rol çalma yahut dinden et­kilenmedir. İşte ateist de dediğimiz düşüncelerle hareket ederse muhtemelen kültürel olarak dinin onun üzerinden bir etkisi söz konusudur. Ateist haksız yere adam öldürmeyi kötü görü­yorsa, salt vicdanından dolayı değil, asırlardır birike gelen di­nin toplumu etkilemesi ve yönlendirmesinin de bir sonucudur. Ateist, tecavüzü kötü görüyorsa salt vicdanından dolayı değil, asırlardır birike gelen dinin toplumu etkilemesi ve yönlendir­mesinin de bir sonucudur, insanlığın dinden kaynaklı bu biri­kimi olmasa bugün kötü görülen şeylerin hemen yarın iyi gö­rülmesinin önünde hiçbir engel yoktur.

Aynı şeyi gelenek ve kanun için de söylemek mümkündür. Ateist ahlaklı davranıyor, çünkü toplum şu veya bu şekilde o davranışı gelenek haline getirmiştir. O davranışın niçin öyle ya­pıldığı sorgulanmamış, ancak toplum onu gelenek haline geti- ridği için iyi olarak görülmüştür. Kanunun varlığı da aynı şe­kilde insanları ahlakî davranmaya zorlayabilmektedir. İnsanlar kötü bir davranış yapınca suçlu olacağını ve ceza görceğini bil­mekte; onun için ahlakî davranmaktadır. Sonuçta ahlakî davra- nılmakta, ama tabii bütün bunlar o davranışın sırf ahlakî ola­rak gerçekleştiğini ortaya koyamamaktadır.

Son olarak şunu ifade etmem gerekir: Ateist, çeşitli sebep­lerle ahlaklı davranıyor, ancak ahlaka da inandığı yoktur. Çünkü ateist filozoflar özgür iradenin yanılsama olduğu görüşündedir. Özgür irade yoksa ahlak nasıl gerçekleşsin? Yine ateist iyi ve kötünün varlığını felsefi olarak kabul edemez. Çünkü maddenin ezeli olduğuna inanmaktadır. O zaman ateist ahlakın ya mad­deden kaynaklandığım söyleyecek ya da insanın kendi ahlakını yarattığını kabul edecektir, ikisinin olması da ihtimal dahilinde değildir. Ahlakın maddeden kaynaklanması mümkün değildir. Çünkü maddede akıl, irade ve ahlak yoktur. Bunu önermesel olarak şöyle ifade edebiliriz:

İyilik, adalet, merhamet insanın temel doğasıdır.

Bir cisim/madde veya fiziksel bir olgu iyilik, adalet ve mer­hametin kaynağı olamaz.

Çünkü cisim veya fiziksel olguda iyilik, adalet ve merha­met yoktur.

O zaman iyilik, adalet ve merhametin kaynağı olarak bu vasıflara, sahip bir varlık olması gerekir.

Bu varlık, maddî olamayacağına göre —ki, ahlak maddi de­ğildir- zaman ve mekan dışı olmalıdır.

O Varlık, iyi, adil ve merhametli olan Allah’tır.

Ahlak, İnsanın yarattığı bir şey de değildir. Bunların dış dünyada olmaları da mümkün değildir. Ahlak, inşam önceleyen, ona kodlanan bir duygular bütünüdür. Örneğin adalet veya merhamet. Bunların dış dünyada olması mümkün değil­dir. Bunlar insanda içsel olarak vardır. Bunu nereden anlıyo­ruz? Eğer bizde içsel olarak adalet duygusu olmasaydı, dış dünyada yaşanan bir olaya dair “adildir veya adil değildir” diye bir değerlendirme yapamazdık. Yine dış dünyada merhameti gerektiren bir olayı düşünelim. Bizde merhamet duygusu ol­masaydı, o olaya karşı hiçbir şey hissetmez, hayvan gibi olur­duk. Demek ki, değerler bizim iç dünyamıza, yani yaratılışımıza kodlanmıştır. Bütün mesele bu değerlerin nereye dayandığıdır. O zaman insan ahlakı icat etmiş olamaz! insandan önce ah­lak vardır. Ayrıca ahlak/değerleri insana dayandırırsak, onları göreceleştirmiş oluruz. Oysa değerler, evrenseldir, evrensel ol­malıdır. Falan kişiye veya topluma göre değişken olmamalıdır. O zaman değerlerin kaynağı da kendisinde en güzel değerle­rin bulunduğu, maddi olmayan bir varlık olmalıdır. Ki, bu Var­lık değerlerin de teminatı olsun. Allah’tan başka böyle bir var­lık olabilir mi? Değerleri insan icat etmiş olabilir mi? Kendisi, yaratılmış olan bir varlık, kendisinin bile haberi olmayan de­ğerleri yaratması mümkün müdür?

Bunun sonucu şudur: Ateist ahlaklı olabilir. Topluma veya kurallara uyar, kendi saygınlığını dikkate alır, başına gelecek­lerden korkar vesaire. Ama ahlakın dayandığı değerleri nesnel anlamda temellendiremez, felsefî olarak ispat edemez.

Yavuz Köktaş – Akademik Sohbetler 3, syf:121-129