Bir kültürün maneviyatını, anlam-değer dünyasını, duyarlılığını, kısaca vicdanını koruyan, sürekli kılan, Din ile Dil’dir. Din ile Dil’ini kaybeden kültür, vicdanını kaybeder. Din en üst seviyede kendisini o kültürün theo-ontolojisinde ifade eder; Dil ise en üst seviyede o kültürün şiirinde dile gelir. Öyleyse, theo-ontoloji din’in, şiir ise dil’in özüdür. Din ile dili, theo-ontoloji ile şiiri bir araya getiren, vicdanı ahenkli, organik bir bütün kılan ise o kültürün musikîsidir. Theo-ontolojisi’nin derinliği kaybolan bir kültürün şiirinin de hassasiyeti zayıflar; doğal olarak böyle bir kültürün musikîsi de ahenk değil gürültü halini alır.
Bir kültürün anlam-değer dünyasına, vicdanına savaş, dinine, diline ve musikîsine saldırıyla başlar. Bu duruma tarih şahittir. Amentü’sü olan bir kültür emin’dir. Bu nedenle ideolojik saldırı doğrudan merkeze, emniyet sahibine, Emin’e yöneltilmiştir. Bursa’da 1409’da benzer bir saldırıya Süleyman Çelebî, Vesilet el-Necat (Kurtuluş Yolu) adlı eseriyle, yani şiir’le karşılık vermiş, Türkler bu şiiri musikî’ye dökerek ebedîleştirmiştir.
Tarihte kaç millet sahip olduğu theo-ontoloji’yi şiirle ve musikiyle katıp karıştırmış; her ferdî doğum ve ölümde terennüm edebilmiştir. Türkler, theo-ontolojik sevgilerini öfke ile değil sükûnet ile şiire ve musikîye işlemiş; hüzünleriyleMevlid’e can vermiştir. Mevlid’e hurafe diyenler, bu milletin dinine, diline ve musikîsi’ne zaten savaş açmışlardı; onların saldırıya verdikleri karşılık yani öfke şiddeti, Ölüm’ü doğurur; sevad-i a’zâm ise derin üzüntüsünü, hüznünü Doğum’a dönüştürür.
Sheaskpere’in Hamlet’in ağzıyla dediği gibi: “Dünya bir hapishane ve Danimarka da onun en karanlık yeri”.
İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
0 Yorumlar