Bir Başka Açıdan Atatürkçülük

bir-baska-acidan-ataturkculuk-300x169 Bir Başka Açıdan Atatürkçülük

Türkiye Günlüğü 28, Mayıs-Haziran 1994.

Tarih boyunca, milletlerin hayatında yer etmiş, onlara yön vermiş, onları felaketlerden kurtarmış veya felakete sürüklemiş liderler gelmiştir. Bundan dolayı günümüz dünyasın­da her milletin millî bir lideri vardır. Amerikalılar’ın George Washington’ı Fransızların De Gaille’ü, İngilizlerin Churchill’i, Hindis­tan’ın Gandi’si, Pakistan’ın Cinnah’ı vs. bu türden liderlerdir. Bu cümleden olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kabul ettiği millî lider ise Atatürk’tür. Ancak bizim Atatürk’e yaklaşımımız ile sözkonusu milletlerin kendi liderlerine bakışları arasında dağlar kadar fark vardır. Amerika’da Washingtoncılık, İngiltere’de Churhillcilik, Fransa’da Des Gaullecülük, Hindistan’da Gandicilik ve Pakis­tan’da Cinnahcılık diye bir şey yoktur, ancak Türkiye’de üstelik resmî ideoloji haline getirilmiş “Atatürkçülük” diye bir şey vardır.

Merhum Prof. Dr. Mehmet Kaplan “Atatürkçülük bir ideoloji ola­bilir mi?” diye sorduğunda, Atatürçülüğü kendine geçim kaynağı haline getirmiş birçok çevre, hocanın son derece haklı ve yerinde olan sorusuna bile tahammül edememişlerdi. Bu sorunun bugün ortaya atılıp, bütün detaylarıyla seviyeli ve yasaksız olarak tartı­şılması gerektiği kanaatindeyiz.

Atatürk bir asker ve devlet adamı idi. O, ne bir filozof ne de bir müçtehid idi. Onun altı okta topladığı prensiplerin hiçbiri kendi icadı değildi. Kaldı ki “altı ok” artık onu kendine amblem yapmış partilerin mensupları tarafından bile tartışılır olmuştur. Çizginin üstünde olan her devlet başkanın kendinden sonra bir “cılık” bıraktığını veya binlerinin onlar adına birer “cılık” icat et­tiğini bir an düşünelim. Bu işin sonu nereye varır?

Gelişmiş Batı ülkelerinde şu veya bu liderin adına üretilmiş “cılık”lar olmadığı gibi, ondan öncekini veya sonrakini yok farzetme, yerin dibine geçirme dalaleti de yoktur. Örnek olarak İn­giltere’yi ele alalım. İngiltere Parlamentosu’nun (House of Common) önünde adeta bir tarih sergilenmiştir. Tarihini aynı zaman­da heykellerle yeni nesillere aktaran İngiliz halkı, iradesinin te­celli yeri olan Parlamento’nun önüne hem Aslan Yürekli Richard’ın hem Kral 11. Charles’in hem de onu devirip İngiltere’ye parlamenter sistemi bahşeden Oliver Cromwell’in heykelini dik­miştir. Bunların yanıbaşında yakın çağda iki zıt kutup olan William Gladstone ile Benjamin Disraeli’nin heykellerini, Salisbury’nin, Lord Russel’in, Churcill’in vs.’nin heykellerini yan yana sıralanmış görürsünüz.

Sözü edilen İngiliz devlet adamlarının ha­taları, yaşadıkları dönemde onaylanmayan icraatları şüphesiz ki vardı. Ancak İngiliz milleti ne olursa olsun tarihini bir bütün ola­rak kucaklıyor. Londra’nın çeşitli köşelerinde, meydanlarında boy gösteren Quenn Boadicea, Queen Victoria Memorial, Albert Memorial, Heny IV. Memorial gibi sanatkârane yapılmış abidele­rin dışında Londra’da başta Westminister bölgesi, Trafalgar Square, Marble Arch, Charring Cross bölgeleri ile Madame Tussaud’da yoğun olarak İngiliz tarihinin taşa, bronza, mumyaya hatta altına nakşedildiği görülür.

Ayrıca bütün dünyada, millî lider olarak kabul edilmiş kimse­lerin değil bizimki gibi binlerce, yüz binlerce büstüne belki onlarcasına bile rastlanmaz.

Bizim ülkemizdeki gibi geçmişe karşı redd-i miras eden, dün­yada başka bir ülke bulmak çok zordur. Biz, Osman Bey’den baş­lamak üzere, Atatürk büstlerinin yanına Osmanlı padişahlarının büstleri dikilsin diye bir teklifte bulunmuyoruz. Her milletin tarihini, gelecek nesillere aktarmak için başvurduğu yollar vardır. Bunun tek yolu şüphesiz ki heykel değildir. Kanaatimizce Cum­huriyetle beraber yapılan en büyük hata, bir bütün olarak tarihi­mizin gönüllerden kovulması veya kovulmaya çalışılmasıdır. Ni­tekim bizzat Atatürk, Ruşen Eşrefle olan bir görüşmesinde bu durumu itiraf etmiş ve sebep olacağı felaketleri dile getirmiştir. Yıl 1928 ve 1929’dur. Atatürk, Yalova’daki köşktedir. Tarih felse­fesi ile ilgili okuduğu bir kitap rahatını kaçırmıştır ve bunu Ru­şen Eşref’e şöyle anlatıyor:

İnceleyin:  Osmanlı Mirasına İhanet

Her neyse, bugün şu kitabı okuyordum. Yazar bir yerde “Ta­rihten, zaferlerden, büyük adamlardan yoksun milletler, maddi imkanları geniş olsa da, ciddi bir sallantıya dayana­mazlar, çöküp giderler” diyor. Birdenbire düşündüm, “laikiz” dedik, dinle ilişiğimizi devlet olarak kestik. “Cumhuriyetiz” dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik, kazanılmış büyük zaferleri bile birkaç satırla geçiştirmeğe başladık. Latin harflerini aldık, yeni kuşakları bin­lerce yıllık geçmişin hâzinesinden yoksun bıraktık.

Biliyorsun bunları yapmak zorundaydık biz! Batı’nın bir parçası olmak gerekti. Ama ya açılan manevi çukurlar?

Bunlar yaptıklarımızı giderek tehlikeye düşürür! Bugünün meselesi değil elbet bunlar. Ama bir yüz sene sonrasını bu­günden düşünmek zorundayız. Türk soyu ve ulusu ile kıva­nacağımız varlıklarımızı tarihin tozlu raflarından indirip or­taya koymalıyız. Nasıl bir soydan geliyoruz? Neler yapmı­şız? Uygarlığımızın dünya uygarlığına katkısı nedir? Millî Misak sınırları içinde kalan topraklarımızın geçirdiği tarih dönemleri nelerdir? Yer altında ve yer üstündeki hâzineleri­mizin envanteri nedir? Yetiştirdiğimiz büyük adamların ha­yatları, gerçek düşünceleri nelerdir?

Bütün bunları arayıp ortaya koyacak bir müesseseye ihtiyacımız var. Böylece mil­letimizin manevi temelleri sağlamlaşır, morali yükselir, bü­yük hamlelere girişir. Tarihimize ve dilimize önem vermek zorundayız. (İsmet Bozdağ, “Atatürk’ün Fikir Kaynaklan”, Milliyet, 16 Kasım 1974.)

Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ile Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kuruluşu sözkonusu endişelerin bir sonucu idi. Ancak, Atatürk’ün yapılması gerektiğini söylediklerinin kaçı ne oranda yapıldı sorusunu sormayacağım. Çünkü görünen köy kılavuz istemez.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk etrafında oluşturulan Ro­mantizmi bir parça anlamak mümkünse de bunun devamına akıl erdirmek mümkün değildir. İlk okula gittiğimiz yıllarda kafamıza nakş edilen “Kâbe Arabın olsun Çankaya bize yeter” münasebet­sizliği hâlâ devam ediyor mu? Bilmiyorum. Bize anlatıldığına göre bir zamanlar kapkara bulutlar ülkemizi sarmıştı, gökler gülümse­mek bilmiyordu, Samsun’dan bir güneş doğmuştu ve bu güneş bü­tün düşmanların gözünü kamaştırıp kaçırdığı gibi, padişahı, hali­feyi de kovmuştu. Çocukluğumda dümeni kırık, pusulasız, sisten yararlanarak İngiliz zırhlılarını atlatacak kadar da becerikli olan Bandırma vapurunda, kaptanla başbaşa soğuktan titreyen bir Mus­tafa Kemal düşünürdüm. Çünkü bana böyle anlatılmıştı. Gemide­ki diğer kurmay heyetinin varlığından bile söz edilmemişti.

Dünyadaki bütün inkılap hareketlerinde yeni yönetimler, yer­leşmek için “devr-i sabık” edebiyatı yaparlar, ancak geçiş döne­minin bizdeki kadar uzun sürdüğü başka bir ülke olduğunu hiç sanmıyorum.

Çocuklara tarihi destanlaştırarak, romantize ederek anlatabi­lirsiniz. Ancak çocuk büyüyünce anlatılanları sorgulamaya başlar. Kendisine anlatılanların bir bölümü bile doğru değilse birçok doğrulardan da şüphe etmeye başlar. Kimsenin küçümseme gibi bir küçüklüğü gösteremeyeceği, bitmiş tükenmiş bir milletin şah­lanışı olan Milli Mücadele’de “Atatürk yedi düveli denize döktü” diye körpe beyinlere telkinde bulunursanız ve günün birinde iş­galcilere karşı vatanperverlik örnekleri veren Şahinler, Sütçü İmamlar takdir edilmekle beraber İngilizlerin, Fransızların ve İtalyanların hiç de öyle ordularla, silah zoruyla çıkarılmadıkları öğrenildiği zaman tarih kitaplarında anlatılan Millî Mücadele şa­ibe altına girmez mi? Sosyolog Cahit Tanyol’un şu tesbiti düşün­dürücü değil mi?

İlkokuldan, üniversiteye kadar devrimleri, Kemalizmi ders veriyoruz, fakülteyi bitiren öğrenci ya Marksist oluyor veya Nurcu oluyor (Necmettin Şahiner, Aydınlar Konuşuyor, İst. 1975, s. 199.)

Atatürk’ü her türlü beşerüstü vasıftan arındırarak anlamak ve anlatmak zorundayız. Onu, sevapları ve günahları ile, her türlü ard niyet ve karalamanın dışında ele almak aklın gereğidir. Bir 10 Kasım’da Prof. Dr. Birol Emil, Atatürkçülüğü ardına sığınılan bir maske olarak kullananları ve Atatürk etrafında neredeyse bir din yaratanların tavrını, “ilkel kabilelerin ecdâd ruhlarına tapmaları”na benzetmişti ki son derece haklıydı.

İnceleyin:  KEMALİZM -Anlamı, İşlevi, Tarihi

Atatürkçü Düşünce Derneği Kadıköy Şubesi, Cumhuriyet Bayramı (2000) dolayısıyla 24 saat kesintisiz Nutuk okuttu. Sabah gazetesi yazarı Can Ataklı, Topkapı Sarayı Mukaddes Emanetler dairesinde Yavuz Sultan Selim’den beri kesintisiz Kur’an-ı Kerim okunmasına bir çeşit nazire olarak yapılan bu faaliyeti kınayan yazılar yazdı. Ataklı haklı olarak, “Nutuk Kur’an değil Atatürkçü­lük de din değildir” dedi. (Sabah, …)

İslâm dininde Allah’tan istenen şeylerin şu veya bu şahıstan is­tenmesi (veli, şeyh, âlim kim olursa olsun) yasaktır. Mezar ziya­retleri, ölümü hatırlamak, insanın faniliğini bir kez daha idrak et­mesi veya ölen kişilerin ruhlarına Fatiha okumak, dua etmek için mübahtır. Ancak ne var ki, bazı cahil insanların, şu veya bu yatır­dan şifa dilediği, şu veya bu babadan oğluna iş, kızına koca vs. is­lediği de toplumumuzun realiteleridir. Bu insanların sözkonusu tavrı hepimizi rahatsız ettiği gibi resmi ideoloji, bunu küf kafalılığın, bağnazlığın, akıl dişiliğin bir sonucu olarak görür. Unutma­yalım ki sözkonusu insanların cehalet gibi, bir mazereti vardır.

Şimdi madalyonun öbür tarafına bakalım/biz aydınlar Atatürk büstlerinin önünde esas duruşa geçip saygı duruşunda bulunur­ken, özel defterlere yazdığımız yazılarda neredeyse onun ruhaniyetinden istimdat ederken bizim yaptığımızın adı nedir. Allah aş­kına? Halk ne yaparsa cehaletinin gereğidir ama biz ne yaparsak ayn-ı hikmettir öyle mi? Halk fal baktırırsa çok ayıp, ama sosye­te bakar veya baktırırsa hikmetinden sual edilmez! Allah’tan ümit edilen ve beklenenlerin insanlardan beklenmesi kendi başına, fevkalade yanlış bir yöneliştir.

Ahirete intikal etmiş sıradan olmayan kişiler bir yana şu veya bu insana küfretmek bile kendini bilen insanın ağzına yakışmaz. Ancak Fatih’e Yavuz’a, Abdülhamid’e, Vahdettin’e hatta Mevlana’ya küfretmenin serbest olduğu hatta birilerine göre fazilet sa­yıldığı bir ülkede “Atatürk’e dil uzatılıyor diye kızarsak halk sa­mimiyetimize inanmaz. O zaman Atatürk’ü kanunla koruma gibi bir garipliğe düşeriz. Dünyanın hiçbir yerinde ülkesini kurtarmış bir liderin öldükten sonra kanunla korumaya muhtaç hâle getiril­diği görülmemiştir.

Hele son yıllarda Atatürkçülük askeri darbelerin ilham kay­nağı ve ideolojisi olunca büsbütün fikrî ve kültürel zeminden uzaklaşıp dogmatik ve ideolojik bir mecraya sürüklenmiştir. Hatta Türkiye’nin itilmek istendiği laik-anti laik kamplaşmasın­da muharrik güç olarak Atatürkçülüğün kullanılması tesadüfi değildir. Türkiye’de iyi saatte olsunları çağırmayı düşünen insan­ların her defasında Atatürkçülüğü çıkış noktası yapmaları da dü­şündürücüdür.

Sevginin tahtı olan gönül çok geniştir. Birini sevdiğiniz za­man ikincisinden nefret edeceksiniz diye bir kaide yoktur. Ata­türk’ü sevmek için geçmişi ayaklar altına almak zorunda olma­dığımız gibi bu ülkede yaşayan herkesi ille de Atatürk’ü sevmek zorunda bırakmak gibi bir mecburiyetimiz de yoktur. Zorladığı­mız zaman o insanları takiyeci ve ikiyüzlü yaparız. Bu problem sadece Türkiye’ye mahsus değildir. Tahran’da, lokantasına koca­man bir Humeyni posteri asan Azeri Türküne “Bunu buraya as­manız mecburi midir, siz Humeyni’yi sevdiğiniz için mi astı­nız?” sorusunu sorduğumda, sağa sola bakıp kimsenin duyma­dığından emin olduktan sonra hafif bir sesle “Ağa! Mecburi de­ğil, men Humeyni’yi hiç sevmirem ama bizim menfeetimiz için eyi olar” cevabını verdi.

Suriye’de Hafız Esad’ın, Irak’ta Saddam Hüseyin’in resimlerini her tarafa asan, her vesile ile ona bağlılık yemini eden Suriyeli, Iraklı insanların yüzde kaçı yaptıklarında samimidir.

Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen bu konuyu, insanla­rımızı ayıracak şekilde değil, birleştirecek şekilde; duygusal şekil­de değil, akılcı şekilde ele almak zorundayız…

Hüseyin Çelik – Türkiye’de Değişim, Demokrasi ve Aydınlar

Yusuf Aslan

Tarih talebesi ve ilme pek meraklı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir