Âyetü’l-Kürsi’nin Tefsiri

maxresdefault Âyetü'l-Kürsi'nin Tefsiri
Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

Bakara,255:Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır. O, ebedî hayatla diridir, her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare edendir. O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar. Göklerde ve yerde olan her şey O’na aittir. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir? O, insanların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir, fakat insanlar O’nun ilminden sadece kendisinin dilediklerini kavrayabilirler. O’nun kudret ve hâkimiyeti hem gökleri hem de yeri kaplamıştır, onları koruyup düzeninde tutmak ken­disine zor gelmez. Gerçekten yüce, aşkın ve ulu olan yalnızca O’dur.

Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır.” Denildi ki Allah tapınılan varlığın (ma‘bûd) adıdır. Benzer bir şekilde Araplar her tapınılan şeye ilâh demiştir. Bu İlâhî beyanın mânası -nihaî gerçeği bilen Allah’tır- şöyle olmalıdır: ibadet edilmeye lâyık olan ve tapınılması gereklilik arzeden varlık, (ey müşrikler) sizin taptığınız putlar ve kutsiyet verdiğiniz nesneler değil, ken­disinden başka tanrı bulunmayan Allah’tır; putlarınız ki onlara tapınmanız size hiçbir fayda sağlamamakta, tapmamanız da hiçbir zarar getirmemektedir.

Âyet-i kerîmenin bu ilk kısmında “de ki” mânasına gelen bir kelimenin hükmen bulunduğu da söylenebilir: “De ki: Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır.” Çünkü Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar yaratıcı­nın ve ilâhın mevcudiyetini kabul ediyorlardı, azîz ve celîl olan Allah’ın şu beyanından anlaşıldığı üzere: “Andolsun ki onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye soracak olsan mutlaka ‘Allah…’ diyecekler”(1); yine şu beyanı: “‘Yedi göğün ve azametli arşın sahibi ve yöneticisi kimdir?’ diye sor, mutlaka ‘Allah’ diyeceklerdir”;(2) yine O’nun beyanı: “‘Her şeyin yönetimini elinde tutan, koruyup kollayan fakat kendisinin korunmasına gerek bulunmayan kimdir, eğer biliyorsanız?’ diye sor, ‘Allah…’ diye cevap vereceklerdir.”(3)

Kur’an’ın ilk muhatapları Allah’ın varlığını kabul ettiklerine göre Âyetü-l kürsî’nin ilk kısmı, mevcudiyetini benimseyip Allah diye isimlendirdikleri varlığın, kendisinden başka ilâh bulunmayan, hay ve kayyûm niteliği taşıyan Allah olduğunu onlara haber veren bir konumdadır.

Âyetü’l-kürsî’nin bu ilk cümlesinin müslümanların bir grubunu amaçlama­sı da mümkündür, şöyle ki onlar Allah Teâlâ’yı tanımışlar, O’na iman etmişler,fakat O’nun nitelik ve sıfatını bilememişlerdir. Ayetin bu kısmı ve devamı Allah’ın hay ve kayyûm … diye sıfatlarının bulunduğunu onlara bildirip öğretmiştir.

/“O, hay ve kayyûmdur.” Denildi ki: Allah kendinden (bizâtihî) hay ve diridir, yaratıklarda olduğu gibi zâtının dışındaki bir hayatla değil! Yaratıklar öz varlıklarının dışından gelen bir hayatla diridirler, bu sebeple de bu hayatın ardından ölüm mukadderdir. Azîz ve celîl olan Allah ise ölüme mâruz kalmak­tan münezzehtir, çünkü O, kendinden diridir, bütün yaratıklarsa kendilerinden ötürü olmayarak hayat sahibidirler. Azîz ve celîl olan Allah haktan sapanların, hakkındaki iddialardan pek yüce ve münezzehtir.

Bu meselede aslolan şudur ki duyulur âlemde hayatla nitelendirilen kimse kendisine yönelik azamet, saygınlık ve yücelik amacıyla nitelendirilmiş olur. Meselâ “filân hayat sahibidir” denilir. Bunun gibi Allah Teâlâ yeryüzünü, ilkbaharda kıpırdayıp bitki verince canlı diye vasıflandırmıştır, çünkü toprağın bu durumu insanların gözünde övgüye lâyık bir şeydir.(4) Allah Teâlâ da azamet ve yücelik mânasında, bir de her münasebetle çok fazla anılması sebebiyle hay diye nitelenmiştir,şehidlerin insan toplulukları içinde anılmaları sebebiyle canlı diye nitelendirilmesi gibi.(5)

Allah’ın, herhangi bir şeyden habersiz olmasının imkân dahilinde bulunma­ması, yanılgıya düşmemesi, ilminden ve ihtimamından hiçbir şeyin kaçmaması, gökte olsun yerde olsun zerre kadar bir nesnenin O’na gizli kalmaması gerçeğine bağlı olarak da ebedî hayatla diri diye vasıflandırılmış olması muhtemeldir. Hatadan korunma Allah sayesinde mümkündür.

“el-Kayyûm”, yani yaratıkların gerçekleştirecekleri işlerin düzenini ve rızıklarını sağlayan.

Denildi ki kayyûm her şeyin dirlik ve düzenini deruhte edip onu koruyan demektir; “Filân filânın işini üstlenmiştir” denilmesi gibi; bu ifade ile onun işlerini hiçbir kayba sebebiyet vermeden gözetip korumakta olduğu kastedilir. Denildi ki “O, hay ve kayyûmdur” demek yaratıkların hallerinden gafil ve habersiz olmaz demektir.

/“O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar.” Denildi ki âyette geçen “sine” kelimesi uyku başlangıcı (ımızganma) mânasına gelir. Yine denildi ki “sine” uy­ku ile uyanıklık arası bir haldir, bu durumda bulunan kimseye “vesnân” denil­miştir. Bir başka görüşe göre “sine” insanın başından gelen bir esinti olup göz­leri bürür; kişi uyuyanla uyanık olan arasında bir konumda bulunur (vesnân).

“O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar” meâlindeki İlâhî beyanın zât-ı ilâhiyyeden gaflet ve dalgınlığı nefyetme konumunda bulunması da muhtemel­dir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı gaflet ve dalgınlık saracak olsa yenilgiye mâruz kalır, dolayısıyla hay ve kayyûm niteliği ortadan kalkar. Bu, gafleti nefyetme konumun­daki “O’ndan, zerre kadar bir nesne gizli kalmaz”(Sebe,3) beyanına benzemektedir.

Şöyle bir manâ da ihtimal dahilindedir: Allah Teâla sözü edilen halleri kendi zâtından nefyetmiştir, çünkü insanlar dinlenip bedene düzen getirmek, bir üzün­tü, sıkıntı ve yalnızlığı gidermek amacıyla kısa veya uzun süreli uyurlar. Cenâb-ı Hak “O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar” buyurmak suretiyle dinlenmeye, üzüntü ve yalnızlığı gidermeye muhtaç olmadığını haber vermiştir.

Şöyle de mâna verilmiştir: Ona bıkkınlık gelmez ve uyumaz, diye.

{İmam (r.h.) şöyle dedi:} Ayette yer alan “nevm” ve “sme” kelimeleri ârız oldukları kişinin dalgınlık ve dikkatsizliğini, dinlenmeye muhtaç bulunduğunu ve aczini gösteren iki halden ibarettir, çünkü bunlar başına üşüştükleri kimseyi baskı altında tutup yenilgiye uğratırlar. Kâinatı yaratan ve yöneten yüce var­lığın kendini, bu tür hallerden münezzeh oluşla nitelemesi çeşitli şekillerde gerçekleşmiştir. Allah yaratılmışlara has bütün hallerden yüce olup onları hâki­miyet ve tasarrufu altında tutandır; O’na herhangi bir dalgınlık ve yalnızlık hali gelmez, acz ve ihtiyaç niteliği taşıyan hiçbir vasıf O’nda bulunmaz. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

“Göklerde ve yerde olan her şey O’na aittir.” Cenâb-ı Hak göklerde ve yerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğunu haber vermiştir, kadın erkek herkes O’nun kuludur. Durum yahudi ve hıristiyanların iddia ettiği üzere “Fi­lân Allah’ın oğludur”(6) veya Mekke müşriklerinin ileri sürdüğü gibi “Melekler Allah’ın kızlandır”(7) şeklinde değildir. Aksine bunların hepsi Allah’ın erkek ve kadın kulları ve köleleridir. İnsanlar kölelerinden evlât edinmezler, Cenâb-ı Hak ise bunu yapmamaya elbette daha lâyıktır. Biz bu hususu daha önce açık­lamıştık.

İnceleyin:  el-Vedûd

“İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir ki?” Yani O’nun izni olmadan şefaate cüret edecek biri yoktur.

Şefaat hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mu‘tezile mezhebinin mensupları şöyle demiştir: Şefaat sadece günahı olmayan veya olup da tövbe eden iyilere yönelik olacaktır. / Onlar bu görüşe Allah Teâlâ’nın şu beyanın­dan hareketle varmışlardır: “Arşı taşıyan ve bir de onun çevresinde bulunan melekler rablerini övgü ile tenzih eder, O’na iman ederler ve öteki müminler için bağışlanma dilerler: Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tövbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve yakıcı ateşin azabından koru!”(Mü’min,7) Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmede meleklerin iman eden, tövbe yolunu tutan ve Allah yoluna uyanlar için bağışlanma talebinde bulunduklarını haber vermiştir. Dünyadaki istiğfar iman eden ve tövbeyi ihmal etmeyenlere yönelik bulunduğuna göre âhiretteki şefaatin de bu nitelikleri taşıyanlar için olacağı anlaşılmaktadır.

Bize göre ise şefaat günahkârlar için olur, çünkü günahı olmayanın şefaate ihtiyacı yoktur. Âyette geçen “tövbe edenler ve senin yoluna uyanlar” ifadesine gelince, bunlar tövbe edilmesi gereken günahlara sahip olanlardır, böylelerinin günahları meleklerin istiğfarıyla bağışlanır. Böylece bağışlanma talebinin günahkârlara yönelik olduğu ortaya çıkmıştır, şefaat de aynı durumdadır.(9)

Denilirse: Adamın biri kölesine: “Şefaate hak kazanacağın bir iş görürsen hürsün” dese, senin kanaatine göre köle, şefaate hak kazanmasına ve sonuç olarak hürriyetine kavuşmasına vesile olacak hangi ameli işlemelidir: Taat mı yapmalı, yoksa mâsiyet mi işlemeli? Bu soruya mutlaka şöyle cevap verilir: Taat yapmalıdır. İşte buna bağlı olarak şefaat de günahkârlara değil taat ve iyilik yapanlara yönelik olur.

Cevap verilir: Günahkârlar lâyık oldukları şefaate, daha önce işleyip dün­yadan göçünceye kadar zayi etmedikleri taatleri sayesinde hak kazanmışlardır, çünkü müminler bazı günah ve mâsiyetler işleseler de onların gerçekleştirdik­leri taatleri de vardır. Onlar bu iyilikleri sayesinde şefaate lâyık bir durumda bulunurlar, Cenâb-ı Hakk’ın iyi bir ameli kötü olan diğer bir amelle karış­tırdılar»(9) meâlindeki beyanında olduğu gibi. Dolayısıyla müminin günahı ko­nusunda şefaatte bulunmak onun kötü hal ve amelini düzeltmesine vesile olur.

/ Mu‘tezile mensupları şöyle bir itiraz ileri sürmüşlerdir: Duyulur âlemde [- birinin diğeri hakkında iddia ettiğiniz şekilde şefaatte bulunması söz konusu değildir, çünkü şefaat birinin yanında diğer bir insanın övgüye lâyık yönleri ve meziyetlerinin anılmasından ibarettir, sadece bu kadar. Durum âhirette de farklı değildir.

Mu‘tezile’ye iki şekilde cevap verilir. Birincisi dünyada şefaat edilen ki­şinin meziyetlerinin zikredilme sebebi şefaati kabul edecek kimsenin onun durumunu bilmemesidir. Bu yüzden kişinin iyi yönleri anlatılır ki onu tanısın ve hakkındaki şefaati kabul etsin. Allah Teâlâ ise herhangi bir tanıtıma ihtiyaç olmaksızın bilendir.
İkincisi kendisi için şefaat istenen kimseye ait meziyetlerin anılmasının bir sebebi de benzer bir ihtiyacın şefaati kabul edecek kimse için de bir gün söz ko­nusu olmasıdır. Böyle bir durum özellikle âhiret planında vârit değildir. Aslmda Allah Teâlâ kullarda bulunan ihtiyaçlardan münezzehtir. Bu sebeple de dünya­daki şefaatle âhiretteki şefaat birbirinden farklı konumlara sahip olmuşlardır.

Biri sorarsa: Ayetül-kürsî’de başından sonuna kadar söz konusu edilen tevhid ilkesine ait ifadelerin hepsi iddiadan ibarettir, bu iddianın delili nedir?

Cevap verilir: Bunun delili daha önce bahis mevzuu edilen şu âyetler ola­bilir: “Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka Tanrı yoktur. O, rahmân ve rahimdir. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde… düşünen toplum için birçok delil vardır.”(10) İkincisi evre­nin yaratıcısını inkâr eden kimse ile önce evrenin yaratılmışlığı ve bir yaratıcıya ihtiyaç hissettirdiği hususu tartışılmalıdır. Evrenin yaratılmışlığı kanıtlanınca yaratıcının varlığı ve birliği konusunda fikir yürütülür. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

/ Biraz önce zikri geçen âyette “bir tek” mânasmda yer alan vâhidin muhte­vası sayı açısından “bir” demek değildir. Çünkü sayı dizisine giren her şeyin söylenenden daha çok veya daha az olması mümkün olduğu gibi uzun, enli, kısa, kesirli ve parçalı (hacimli) olması da muhtemeldir. Binaenaleyh Allah hakkında şöyle denmelidir: O ululuk, aşkınlık ve yücelik açısından birdir. Nitekim insanlar arasında “Filân zamanının ve içinde bulunduğu topluluğun tek adamıdır” denir ve bunu söyleyenler onun topluluk içindeki seçkinliğini, yüceliğini ve onlara yönelik hâkimiyetini kastederler, evet böyle bir söylem olağandır. Ama bu söylemi kullananlar o kişinin birey olarak tek olduğunu dile getirmiş olmazlar, çünkü bireyler sayı açısından çoktur. Nihal gerçeği bilen Allah’tır.

[ *“O, insanların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir.” Ayette yer alan “mâ beyne eydîhim” şeklindeki İlâhî beyanın “yaratılmadan önce”, “ve mâ halfehünr ’ ise “yaratıldıktan ve fiilen var olduktan sonra” mânasına gelebilir. Ya da İlâhî beyanın birinci kısmı “işledikleri ameller”, ikinci kısmı da “sonraya bırakıp yapacakları işler” anlamına gelir. Bir başka yorumda “mâ beyne eydîhim” iyi davranışlardan kinayedir, yani Allah insanların yaptıkları iyilikleri bilir. “Ve mâ halfehüm” de kötülüklerden kinayedir, işleyip arkalarına attıkları kötülük­ler. Bunun yanında âyette geçen “beyn” ve “half ’ kavramlarıyla insanlara ait bütün hallerin kastedilmesi de ihtimal dahilindedir. Buna göre âyetin bu kısmı “Allah insanların bütün hallerini ve kendilerinden sâdır olacak her türlü dav­ranışa vâkıftır” mânasına gelir.

Bu yorum şu âyet-i kerîmenin dayandığı mâna zeminiyle uyum içinde bulunur: “Ona önünden de ardından da hiçbir tutarsızlık gelemez. O, hikmet sahibi ve övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.”(11) Yani Kur’an’a hiçbir şekilde tutarsızlık (bâtıl) gelmez, çünkü Kur’an’ın önü ve arkası (beyn, half) yoktur, bunun için murâd-ı İlâhî kaydettiğimiz mâna olmalıdır. İşte bahis konusu ettiğimiz âyet de bu çizgi üzerinde seyreder. Tef­sirini yapmakta olduğumuz âyetle ön ve art diye bir şey kastedilmeyip, İlâhî ilmin insanları kuşattığını haber verme olgusunun hedeflenmiş olması da mümkündür. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.]

“İnsanlar O’nun ilminden sadece kendisinin dilediklerini kavrayabilirler.” Bu İlâhî beyan Mu‘tezile’nin telakkisini reddetmektedir, çünkü Mu‘tezile mensupları Allah’ı “ilim”le nitelemezler. Halbuki O, Ayetü’l-kürsî’nin bu kısmında ilminin olduğunu haber vermektedir.(12)

İnceleyin:  Allah’ın Nesneler Adına Yemin Etmesi

/Buradaki ilim gayb ilmi mânasına gelebilir. Bazıları her şeyin bilgisi [ mânasına almıştır, çünkü insanlar nesne ve olaylar hakkında Allah’ın bildir­diğinden başka hiçbir şey bilemezler, tıpkı meleklerin “Senin öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur”(Bakara,32) deyişi gibi. Sözü edilen ilme gayb bilgisi anlamı veren ise Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanına uyum sağlamaktadır: “Beşerin kavrayış sınırlarını aşan şeyleri O bilir ve O, dilediği Allah elçisi hariç gayb alanını kimseye bildirmez.”(Cin,25-26)

“O’nun kudret ve hakimiyeti hem gökleri hem de yeri kaplamıştır.” îbn Abbas (r.a.) gibi bazı müfessirler buradaki “kürsî” kelimesine “ilmi” mânası vermişlerdir.(13) Diğer bazıları da kürsüsü “kudret”i demektir demiştir. Bu da kudret ve azametle nitelemek anlamına gelir.

Denildi: “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır”; sözlükte kürsî bir , şeyin aslı demektir, nitekim Arap dilinde “kirs” kökü kullanılarak “şunu tesis edip kurdu” denir. Ayetteki kürsüden maksat Allah’ın herkesin güvencesi ve yaratılmışların sığınağı olmasıdır. Sonuç olarak bu da azamet ve kudretle nite­leme anlamına gelir. Yine buradaki kürsünün Allah’ın bir yaratığı olduğu da ileri sürülmüştür.

Yine denildi: Kürsî bilinen kürsü olup Allah Teâlâ onu yaratıklarından dilediğine lütfetmek için halketmiştir.

Şunun da belirtilmesi gerekir ki kürsünün Allah’a nisbet edilişinden insan­lara nisbet ediliş mânası anlaşılmamalıdır; tıpkı “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır”,(Bakara,229) Allah’ın nuru,(14) Allah’ın evi(Şûrâ,11) ve benzerlerinden yaratıklara izâfe edildiklerinde anlaşılan mânaların hedeflenmeyişi gibi. Buna bağlı olarak “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır” meâlindeki beyân-ı İlâhî ile benzeri âyetlerden yaratıklara ilişkin sonuçlar çıkarılamaz. Bunun delili “Hiçbir şey O’nun ben­zeri değildir” meâlindeki âyet-i kerîmedir.

/“Onları koruyup düzenlerinde tutmak kendisine zor gelmez.” Yani O’na zor gelmez; bu îbn Abbas’ın (r.a.) görüşüdür denilmiştir. Yine ondan: “ona ağır gelmez” şeklindeki bir yorum da nakledilmiştir.(15) Bir görüşe göre bunun mânası “O’nu yormaz”, diğerine göre ise “Bir şeyi koruyup düzenlemek içjn insanlar gibi çaba sarfetmez” şeklindedir.

Gerçekten yüce, aşkın ve ulu olan yalnızca O’dur.” Yani zihinde can­landırılıp arşa veya kürsüye ihtiyaç hissettiren her şeyden yüce ve aşkın (alî), mahiyetinin bilinmesinden münezzeh ve ulu (azîm).

İbn Abbas (r.a.) “kürsüsü kuşatmıştır” demek “ilmi kuşatmıştır” demektir şeklinde yorum yapmış ve ilim esasını âyetin devamında da göz önünde bu­lundurmuştur: “Onları koruyup düzenlerinde tutmak kendisine ağır gelmez”, yani her şey O’nun ilmi dahilinde olup onu korumak kendisine ağır gelmez.(16) Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

{İmam (r.h.) şöyle dedi:} “Yüce ve aşkın” (alî) demek insanların ve benzeri yaratıkların hallerinden münezzeh demektir. Yine “alî”: Yönetim ve tasarrufu altında bulunduran, yenilgiye uğramayan demektir.

Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te’vilatül Kur’an’dan Tercümeler,syf:27-34

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

1)- Lokman 31/25; ez-Zümer 39/38.

2)- el-Mü’minûn 23/ 86-87.

3)-el-Mü’minûn 23/88-89

4)- Müellif Mâtürîdî (r.h.) şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Sen yer yüzünü kupkuru ve ölü bir halde görürsün. Ama ona yağmur indirdiğimizde kıpırdanır, kabanr ve her türden iç açıcı bitkiler verir” (el-Hac 22/5).

5)-Müellif şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Allah yolunda öldürülenler için ölü demeyin. Bilâkis onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz” (el-Bakara 2/154; bk. Âl-i İmrân 3/169-171).

6)-Mâtürîdî şu âyete işaret etmektedir “Yahudiler ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesih (Isa) Allah’ın oğludur’ demektedir. Bunlar dillerine doladıkları söylenti niteliğindeki ifa­delerdir. Onlar önceki inkârcıların sözlerine özeniyorlar. Allah kahretsin onlan! Nasıl da gerçekten saptırılıyorlar!” (et-Tevbe 9/30).

7)-Şimdi puta tapanlardan cevap vermelerini iste: Senin rabbinin kızları var da onların erkek ço­cukları mı var? Yoksa biz melekleri onların gözü önünde ve dişi olarak mı yarattık? Onlar sahte ve realiteye ters temayülleri sebebiyle ‘Allah çocuk doğurdu’ diyorlar, fakat kesinlikle yalan söy­lüyorlar. O, kızlan oğullara tercih mi etmiş?” (es-Sâffat 37/149-153).

8)-Alâeddin es-Semerkandî meseleyi şöyle şekillendirmektedir: “… ve müminler için bağışlanma dilerler”, melekler küfürden dönüş (tövbe) yapıp iman eden ve O’nun yoluna uyanlar için bağış­lanma dilerler. Böyleleri daha sonra bazı günahlara yönelmiş olabilirler. Küfürden dönüş yapmakla birlikte günah hali oluşabilir, ama günah işlemekle küfürden dönüş olgusu ortadan kalkmaz. Buna göre meleklerin bağışlanma talebi bu günahkârlar için olur, şefaat de aynı konumdadır (Şerhu ’t-Te vîlât, 88b).

9)- “Diğerleri ise günahlarım itiraf ettiler, iyi bir ameli kötü olan diğer bir amelle karıştırdılar. Umu­lur ki Allah tövbelerini kabul eder. Zaten Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir” (et-Tevbe 9/102).

10)- el-Bakara 2/163-164.

*)-Âyetü’l-kürsî’nin bu kısmının tefsiri ulaşabildiğimiz Tevîlât nüshalarında ve şerhinde yer alma­mıştır. Bu durum başlangıçtan itibaren müstensihlerin bir zühûlü olabilir. Aynca imamın takriri yoluyla meydana geldiği bilinen eserde bu tür hataların müelliften kaynaklanması da mümkündür. Nitekim Te’vîlât’ta bazı takdim ve tehirlerle tekrarların mevcut olduğu mâlûmdur. Biz, Ayetü’l-kürsî tefsirinin eksiksiz olması gerektiği düşüncesiyle Tâhâ sûresinde bulunan (20/110) ve aynı kelime­lerden oluşan kısmın tefsirine burada yer vermeyi münasip gördük (Süleymaniye ktp., Mihrişah Sultan, nr. 8, vr. 478b).

11)-Fussılet 41/42.

12)-Müellif İmam Mâtürîdî (r.h.) Mu‘tezile ile Ehl-i sünnet kelâmcıları arasında tartışma konusu olan “mâna sıfatları” meselesine temas etmektedir. Mu‘tezile kelâmcıları Allah’a -âyetteki örnekten hareket edilecek olursa- “alim” sıfatını nisbet ettikleri halde “ilim” sıfatını nisbet etmezler. Çünkü onlara göre “Allah alimdir” denildiğinde zihin sıfatla mevsuf arasında ayırım yapmadığı halde  “Allah’ın ilmi vardır” denildiğinde sıfat ile mevsuf ayrı kavramlar olarak zihne gelir, bu da kadîm­lerin çoğalması (taaddüd-i kudemâ) gibi bir sakınca doğurur (bk. Nûreddin es-Sâbûnî, Mâtürîdiyye Akaidi, s.71-74). Halbuki tefsiri yapılan Âyetü’l-kürsî’nin bu kısmında “ilim” kavramı Allah’a râci zamîre muzaf olmak suretiyle O’na nisbet edilmektedir.

13)- Taberî, Câmi ‘u ‘l-beyârı, III, 9; Vâhidî, Tefsîr, I, 183.

14)“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar” (et-Tevbe 9/32).
“İbrahim ve İsmail’e ‘Tavaf edenler, kendilerini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için Evimi temiz tutun’ diye emretmiştik” (el-Bakara 2/125).

15)- Taberî, a.g.e.III, 12.

16)- Taberî, a.g.e., III, 9; Vâhidî, a.g.e., I, 183.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir