Anadolu İnsanının Zindanı: Resmî Tarih
Paylaş:

 

***

images Anadolu İnsanının Zindanı: Resmî Tarih

Ali Şerîatî (ö. 1977) Çehâr Zindân-ı İnşân (İnsanın Dört Zindanı) isimli eserinde, insanoğlunun tabiat, tarih, toplum ve benlik zindanlarıyla çevrili olduğunu anlatır. Fakat onun insa­noğlunun zindan duvarlarından biri olarak ifade ettiği tarih, Anadolu insanının muhatap olduğu tarih değildir. Evet, tarih her insanın zihnî ve fiilî ufkunu sınırlayan bir yön taşır, ama bizim tarih zindanımız bambaşkadır.

Yakın tarihimize dair malumatlar bize maalesef tam ve sıhhatli bir yolla gelmez. Devlet-i ‘Aliyye’den Türkiye Cumhu- riyeti’ne intikal yumuşak bir geçişle olmadığından, bu geçişin sertliği kendisini hemen her alanda ve dahi tarih sahasında hissettirir. Yeninin kabulü için eskinin zemmi refleksi de işbu sert geçişi yumuşatmak adına müracaat edilen yolların başın­da yer alır. Tabi yeniye övgü ve eskiye yerginin toplum nezdinde karşılık bulabilmesi için, bunun tarihî bir şuur olarak halka empoze edilmesi elzemdir. Elbette bu tarih mühendisliğinin farklı basamak ve usûlleri var. Cemil Koçak’ın şu cümlelerine bu bağlamda kulak vermemek ve iştirak etmemek pek zordur:

“Geçmişin bugün artık bilinmesi/hatırlanması isten­meyen bazı noktaları tarih sayfalarından tamamen düşü(rülü)yor. Toplum hafızasında yer bulmasına izin verilmek istenmiyor. Hiç araştırılmayan, hiç ya­zılmayan ve hiç konuşulmayan temaların bu suretle tarihsel geçmiş olmaktan çıka(rıla)bilmesine gayret ediliyor. Bir anlamda üzerinde konuşulmayanın, yaşanmamış olacağına yönelik bir ön kabulden söz et­mek mümkün. Eğer kimse sözünü etmiyor ve kimse hatırlamıyorsa, olanın olmamış gibi kabul edile(bi) leçegi sanılıyor. Bu bakımdan geçmişin yeniden dü­zenlenmesinde ilk çaba, olmuşu hiç olmamış gibi göstermekten geçiyor.

Temizlik operasyonunun bir başka aşaması, olmu­şun reddedilmesinin imkânı olmadığı durumlarda, olmuşun bilgisinin yalnızca bir kısmını öne çıkar­mak ve böylece “gerçek”in sadece bir kısmını tabiri caiz ise yalnızca “aydınlık yüzü”nü sunmak şeklinde kendini gösteriyor.

Bir başka boyut da, hiç olmamışı olmuş gibi göster­mekten geçiyor. Bu aşamada uyduruk bilgi devreye giriyor. Hepsi birden geçmişin yeniden yaratılması/ yazılması operasyonunu oluşturuyor.”[79]

Millî Mücadele bitmiş, “kız gibi bir meclis” oluşturulmuş, iç isyanlar bastırılmış, fikrî ve fiilî muhalefet büyük oranda susturulmuşken artık yavaştan tarih şuuru inşasına geçile­bilirdi. Nitekim öyle de oldu. Resmî bir tarih yazımı başladı. Resmî tarih inşası aynı zamanda resmî ideoloji inşası için de elzemdir zaten. Çünkü “resmî ideoloji oluşturmanın yolu, ta­rihî ‘gerçekleri’ tahrif etmekten, yaşanmamış olanı yaşanmış, yaşanmış olanı yaşanmamış gibi göstermekten, gerçek dışı bir tarih versiyonu dayatmaktan, yalan üretmekten, bilinçli bir İç ve dış düşman’ paranoyası üretmekten, yok saymaktan, adıyla çağırmamaktan, velhasıl ‘resmî gerçekler’ imal etmekten geç­mektedir.”[80]

Resmî tarihin bizdeki ilk adımı, Mustafa Kemal Paşa’nm bir senelik zaman zarfında yoğun bir ügi mesai ile hazırladığı ve Cumhuriyet Halk Fırkası Kurultayı’nda 36 saatte irad ettiği Ntemlftur. Nutuk’un bütün anlatısını ve savlarını burada ele almamız elbette mümkün değil ama eğer ki işbu hatırat-tarih metninin muhtevasını öz olarak çerçevelersek; bu metin tarihi nasıl bilmemiz gerektiği noktasındaki ilk mühendislik çalışma­sıdır diyebiliriz. Kimin dost kimin düşman, kimin yaren kimin hain olduğu, sürecin nasıl işlediği, niyetlerin neler olduğu… daha pek çok şeye dair doğru ve yanlış çerçevesinin çizildiği ilk metindir.

Vahdeddin’in hain, Çerkez Ethem’in hain, Ali Fuat Cebesoy problemli, Rauf Orbay ve Kâzım Karabekir’in ihtiras sahibi olduğu… İstiklal Harbi’ne dair bütün muvaffakiyetin tek sahibi­nin Mustafa Kemal, diğer her tür iddianın kof olduğu bildirilir Nutukta. Burada mecburen son derece indirgemeci bir üslupla ifade ettiğimiz özetin özeti tasvir bizim şahsî anlayışımız değil, Nutuk yazıldığı günden itibaren yaygın olarak tedavülde olan hâkim anlayıştır. Bu anlatının ilk ciddi muhalifleri de isimle­rini özellikle andığımız, Nutukta da zikredilen kişilerdir. Her birinin makale, kitap, mülakat, mektup ölçeğinde Nutuk a birer cevabı olmuş ve bunların hepsi sırayla yasaklı eserler listesine girmiştir.[81]

Hakan Uzun tarafindan Nutuk üzerine gerçekleştirilen doktora çalışmasının tespitleri, Nutukta Mustafa Kemal’in 200 kadar isimden menfî bir şekilde bahsettiğini göstermektedir.[82] İsyancılar, 150’likler, bazı yabancılar bu menfî söylemin anlaşılabilir kısmını oluştursa da Rauf Orbay (Ö. 1964), Refet Bele (6. 1963), Kârım Karabekir, Nurettin Paşa (ö. 1932)» Ali Fuat Cebe- sov (ö. 1968) gibi Milli Mücadele nin yönetici kadrolarının da menfi söylemden nasiplenmesi, muhalefetsiz liderlik ve Musta­fa Kemal etrafından inşa edilmek istenen “yeni bir tarih” kav­gasının uzantısıdır. Fakat kimi yol arkadaşı olan bunca isme yönelik tenkite hatta kimi zaman suçlamaya varan sözlere rağ­men Nutuksun bir hoşgörü metni olduğu dile getirilmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğhı’nun beyanına kulak verirsek eğer, Atatürk Nutuk’u hazırlarken orada adı geçen kişileri çağırır, yazdıklarına itiraz hakkı verir, ona göre gerekiyorsa düzeltir­di.”83 Belki bu bağlamda birkaç müstesna vaka yaşanmış olabi­lir ama bu iddia, ismi Nutuk’ta menfî olarak zikredilen kişilerin geneline nispetle hilaf-ı hakikattir.

Kâzım Karabekirln 1939 yılında Tan gazetesine verdiği ve yine devamı gelmeyen, getirtilmeyen diğer bir mülakatın ya­yımlanan ilk parçasmda şu sözler yer alır:

“Şahsen benim 15 sene menkub vaziyette kaldığımı biliyorsunuz. Bu menkubiyet müddeti, bilhassa çoluğum çocuğum için pek acı geçti. Buna rağmen ben bildiğim yoldan şaşmadım. Her zaman için hakikatin müdafii olarak kaldım. Fakat, ne yazık ki, bu 15 sene içinde, kıymetli fikirlerle ortaya çıkarak, hayatlarım istihkar edercesine çalışan ve memlekete büyük hiz­metler ifa eden bazı vatan çocuklarının bir kenarda nasıl unutuldukları, kimsenin gözünden kaçmamış­tır. Onların bütün hizmetleri yalnız kökünden inkâr edilmekle kalmamış, belki onlara türlü isnadlar da yapılarak, herbiri dipdiri mezara gömülmek isten­miştir. Bu suretle, memleket bunların olgun ve dol­gun başlarından istifadesiz bırakılmıştır. Bütün bun­lara modern hurafenin büyük tesiri olmuştur. (…)

Reiskâra yaranmak için uluorta fikirler neşrinden evvel, hâdiseleri olduğu gibi tespit ederek, yeni ne- sile aynen anlatmamız gerekir. Aksi halde, birçok kahramanları sefil olarak göstermek ve birçok kalpa­zanları, naehilleri de layık olmadıkları vasıflarla tev- sif etmek gafletine düşebiliriz. Matbuat sayfaları bir tiyatro sahnesine benzetilmemelidir. Yani matbuat, liderleri temsil edecek herhangi bir tarihi piyes gibi, rolleri istedikleri kimselere vermemelidir. (…) Mat­buatın yakın vakte kadar, çok defa sırf reiskârı mem­nun etmek gayretini güttüğünü söylemeye mecburuz ve sırf bu gayretle, hâdisatı ve birçok tarihi vekayii inkâr edecek kadar ileri de gitmiştir. (…)

Ve ben bir müddet için, o vakte kadar olduğu gibi, bir kenarda nezaret altmda yaşamaya mecbur kal­dım. (…) Muhakkak olan nokta, birtakım şahsiyetlerin memlekete yanlış olarak gösterildikleri ve ifa ettikleri büyük hizmetlerin bir kalemde çizildiğidir. Hâdiseler, yalnız bir şahsın dilediği tarzda ifadesiyle ortaya çı­kamaz. (…) Yalnız bir davacının ifadesine göre hü­küm vermek hiçbir zaman doğru olamaz (…)

Büyük Nutuk’ta da üzerinde ehemmiyetle durulması icab eden haksızlıklar ve yanlışlıklar mevcuttur;”84

Nutuk’ta adı anılan isimlerin zaman zaman görülen çıkış­ları, o dönemde bir karşılık bulmaz. Sultan Vahdeddin, Çerkez Ethem, Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Çürüksulu Mahmut Paşa (ö. 1931), Halide Edib Adıvar (ö. 1964) ve Adnan Adıvar (ö. 1955) gibi şahıslar kendilerine taalluk eden iddialara cevap vermeye çalıştılarsa da bu cevaplar ya sansürlendi ya da geniş kesimler­ce karşılık bulmadı. Çünkü resmî tarih yalnızca Nutuksan ibaret olmadığı ve bu tarihî anlatı sürekli desteklendiği gibi, Nutuk da kelimenin tam anlamıyla kısa sürede rejimin koruyucusu hâline dolayısıyla da rejim tarafından korunur hâle getirilmişti.

İnceleyin:  Garânîk Safsatası

Nutuk’ta tarihî eksik ya da yanlış çok mudur? Tenkitli neş­ri olmadığı için şahsî değerlendirmemizi paylaşalım: Çoktan fazla. Yazının sınırlarını aşacağı ve konusunu saptıracağı için burada bir misal verip geçelim. Nutuk “1335 senesi Mayıs’mın on dokuzuncu günü Samsun’a çıktım” cümlesiyle başlar.[85] Bu cümle, Millî Mücadele’nin orijin noktası olarak kabul edilen resmî söylemdir. Mustafa Kemal de bu cümleyi oraya kasten yazmış, Millî Mücadele’yi bugünden başlatmayı özellikle ter­cih etmiştir. Bugün sayısız eserde “Millî Mücadele Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basışıyla başlar” şeklinde bir anlatı mevcuttur. Halbuki Mustafa Kemal’in Samsun’a 19 Mayıs’ta çıktığı doğrudur ama Millî Mücadele’nin 19 Mayıs’ta başladı­ğı yanlıştır. Bilakis Paşa zaten mücadele karan almış, müdafaa cemiyetlerini kurmuş, vatam muhafaza iradesinin gerekliliğin iyiden iyiye hisseder hâle gelmiş olan Anadolu’ya geçmiştir.[86] Evet, 1918’den itibaren kurulmaya başlanan müdafaa ve hu­kuk cemiyetleri mahallîdir, Anadolu sahasındaki askerî kuv­vetler ise seyyar ve çetevarîdir. Fakat nihayetinde Anadolu’nun mücadele hareketi 19 Mayıs’la başlamış değildir. İlk cümleden başlayan resmî tarih mühendisliği tarihî gerçeklikle muvafık düşmüyor. Varm metnin tamamını siz tahayyül edin.

Cumhuriyetin ilk döneminde benimsenen eğitim-öğretim anlayışı, doğru bilgi aktarımının yanı sıra eleştirel ve üretken düşünceyi amaçlaması gerekirdi fakat maalesef amaçlamamış; bilakis, evvela yapılan devrimlerin içselleştirilmesi ve yayılma­sı, anlatılan tarihin şuur kıvamında yer etmesi adına rejimin propaganda aracı olarak kullanılmıştır.[87] Rejimin benimsediği politikalar; bilginin ve düşüncenin ardı sıra yürümek şeklin­de değil, peşinen kabul edilen doğrulara hep şuradan buradan destek sunacak malumat bulmak, slogan üretmek şeklinde te­zahür etmiştir.

Öte yandan resmî tarih anlatısı yalnız Nutuk’tan ibaret kalmamıştır. Nutuk resmî tarihin kutsal kanonik metnidir ama bazı “sadık dostlar”ın hatıratları, ısmarlanan çalışmalar… resmî tarihi pekiştiren mühim işlerdir. Afet İnan (ö. 1985), Re­cep Peker (ö. 1950), Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Şevket Sü­reyya Aydemirin (ö. 1976) eserleri, bu meyanda zikredilebilir misallerdir. Bu gibi isimlerin bazı kitapları sanki birer şahsî anlatı, bir hatırat hüviyetine sahip olsalar da aslında hiç tered­dütsüz birer vazife eseridirler.

Nutuk’un ortaya koyduğu “mukaddes tarih” ve “altın şahsiyet” perspektifi 1930 yılında neşredilen dört ciltlik Türk Tarihinin Ana Hatları isimli eserle takviye edildi. Öte yandan Kemalizmin tarih, Türklük, medeniyet, din anlayışı da yeni an­latının içerisinde yoğruldu. Bu eser, 1931 ile 1940 yılları ara­sında liselerde tarih kitabı olarak okutuldu ve millî müfredatm aslî öğesi oldu. Türk Tarihinin Ana Hatları -Medhal- isimli ihti­sar versiyon ise, ciddi sayıda basılarak resmî tarih anlatısının popülerleşmesine, popülerleşerek kanıksanmasına vesile oldu.

1931 tarihinde kurulan Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti (daha sonra Türk Tarih Kurumu), resmî tarih tezinin kurumsallaşma­sı adına atılmış en ciddi adımlardandır. Bu cemiyetin gerçek­leştirdiği kongreler-ki ilk 1932 yılındadır-ve neşrettiği eserler de aynı anlatının kıvam kazanmasında şüphesiz ki başat rol oynamıştır. Tebliğ sunacak isimlere Türk Tarihinin Ana Hatları isimli eser evvelden gönderilmiş ve bu eserdeki perspektife uygun birer tebliğ sunmaları “istenmiştir. İşbu istek, ilmi olarak müspet ve menfî her görüşe kapılarını açan olgun bir istek de­ğildir ne yatık ki.

Tebliğ sunan isimlerin her birinin peşine, Türk Tarih Te- zi’nin ateşli müdafîlerinden biri müzakereci, aslında münek- kid olarak çoktan yerleştirilmişti. Tebliğ metinleri kongre ön­cesinde yazılı olarak Ankara’ya ulaştırıldığı için müzakereciler kongre öncesi yahud esnasında tebliğ sahiplerini alenen teh­dit etmekten de çekinmiyorlardı. Meselâ Mehmet Ali Aynî (ö. 1945), Yusuf Akçura’nın (ö. 1935) kendisini tehdit ettiğini hatı­ralarında açık olarak paylaşan isimlerdendir.[88] Yine Aynî’nin beyanları, tebliğ konusunu seçimde de belli sancıların yaşandı­ğını gösterir. Nitekim eserin ilk cildi Darvvinist prensiplerle ala­kalı olduğu için pek çok kişinin bu cildi almaktan kurtulmaya çalıştığını, kendisinin de onlardan biri olduğunu gösterir.

24 Ekim 1934 tarihinde alman 2/1357 sayılı Bakanlar Ku­rulu kararıyla, okullarda “Türk İnkılap ve Tarih Dersleri” oku­tulması kanunî bir zorunluk hâline getirilir ve yüksek okullara varıncaya değin her kademedeki öğretim müfredatına resmî tarih anlatısı böylelikle dâhü edilmiş olur. Yani bu kararla bir­likte ortaya çıkan manzara şudur: Dersin muhtevasında resmî tarihe mahkumsunuz ve ayrıca hem öğretmen hem de öğrenci olarak bu müfredatı almaya mecbursunuz.

Türk İnkılap ve Tarih Dersleri müfredata eklenirken, bu dersleri verecek kişiler de yine o “sadık dostlar” zümresinden seçildi. Meselâ, dersin müfredata dahline önayak olan ve içeri­ği konusunda da yoğun emek sarf eden kişiler; Mehmet Recep Peker (ö. 1950), Mahmut Esat Bozkurt (ö. 1943), Yusuf Hikmet Bayur (ö. 1980) ve Yusuf Kemal Tengirşenk’tir (ö. 1969). Mezkûr isimler Mustafa Kemal’in ricası üzerine, 1934-1935 aralığın­da Ankara Üniversitesinde, İstanbul Üniversitesinde, ayrıca Harp Akademisi’nde bu derslere bizzat girmişlerdir, öte yan­dan İstanbul’daki bütün yüksekokulların öğretim kadroları bu derslere katılmış, radyodan naklen yayınlanmış ve Beyazıt Meydanı’ndaki hoparlörlerle halka da dinletilmiştir. Bu ders­lerin sunumunda kullanılan bazı ders notları daha sonra ki- taplaştırıhnıştır. Bu yapılanlar, inkılap sürecinin sosyolojik ve psikolojik ahvali içerisinde bir yere yerleştirilebilir belki. Fakat işin garibi ve hazini, tarihe yönelik gerçekleştirilen işbu gara­bet tüm devlet tarihi boyunca faaldir ve hâlen de tedavüldedir.

“Tarih ülkemizde hem araştırma ve yayın etkinlikle­rinde, hem de öğretim sürecinde, günlük politikalara malzeme hazırlamak ve onlara uygun tarih/tarihler düzenlemek amacıyla, toplumda açabileceği yara hiç düşünülmeksizin, pervasızca ve uzmanlarına saygı­sızca kullanılmıştır. “Tarihi tarihçilere bırakalım” paravanası altmda, Türk Tarih Kurumu, bağımsız konumundan çıkarılıp “yukarıdakiler”in düşünceleri/beklentileri doğrultusunda işlemeye elverişli bir devlet dairesi durumuna getirilmiş ve 12 Eylül 1980 darbesinin hizmetine sokulmuştur. Türkiye’yi ABD ve Batılı müttefiklerin yamnda, Arapların bir bölü­müne karşı savaşa sokabilmek için, Türk’ün “cen- gâver”liğinden dem vuran bir cumhurbaşkanının siyasî manevralarına tâbi kılınmak istenmiş; kimiz zaman meydanlarda “ezan sesi”ni kutsama ve “Mus­haf öpme” gösterileriyle halkın dinî duygularını ka­bartmak veya “laik Türkiye” ve “Atatürk” nidalarıyla uygarlık pazarlayarak oy avcılığına çıkan bir başba­kanın oyuncağı oluvermiştir.”[89]

Erken Cumhuriyet döneminde yaşatılan garabetin hâlen tedavülde oluşunu yalnızca inkılap tarihi derslerinin tüm öğrenim seviyelerinde mevcut ve mecburi olmasından yahud Türk Tarih Kurumu’nun siyaset güdümlü hâle getirilmesinden veya Nutuk’un sayısız baskısının her yıl çokça yeni basım yapmasın­dan hareketle dile getirmiyorum. Yazılmayan, yazdırılmayan, sansürlenen, yayımlanmayan hatıralar da hep resmî tarih ba­tırmadır. Jürgen Habermas, farklı bir tarih ve bambaşka bir acıdan bahsederken, hiç farkında olmadan aslında pek müşte­rek bir sancıdan şöyle bahsediyor: “Yakın geçmişte, on yıllardır acıları hakkında konuşamayanların hatıraları birikiyor ve biz, kelimenin kurtarıcı gücüne hâlâ gerçekten inanıp inanamaya­cağımızı hakikaten bilmiyoruz.”[90] Araştırılmaya müsaade edil­meyen konular, araştırmacılara açılmayan vesikalar da yine aynı hatır icabıdır. En azından pek yakın vakitten bir misal ve­relim ki sözümüz havada kalmasın.

İnceleyin:  Hayâsızlığın kısa tarihi

Tam ve tarihî hakikatlere muvafık bir Mustafa Kemal Ata­türk biyografisi yazmak konusunda dahi çok az yol kat edebil­miş olmamız, öyle sanıyorum ki şimdiye değin yazdıklarımız ışığında zaten pek yadırganmayacaktır. Fakat bu makus talihi durdurmak için hiç teşebbüs olmadı da değil. Meselâ, M. Şük­rü Hanioğlu tarafmdan evvelce İngilizce olarak kaleme alman ve fakat 2023 yılında Atatürk Entelektüel Biyografi ismiyle âde­ta yeniden yazılarak genişletilip yayımlanan eser, bu noktada – bazı eksikliklerine rağmen- kıymetli bir çalışmadır. Yalnızca övgü ya da sadece yergi düşüncesinden uzak, makul bir yerden bakmaya çabalayan bir metindir. “Çabalayan” diyorum çünkü onun da dahil olmadığı, belli ki girmek istemediği konular var. Yahud yeterince malzemeye erişemediği için hakkını vereme­yeceğini düşündüğünden yazmaktan geri durduğu mevzular bulunmakta. Bizce meçhul olan sebep her ne ise fark etmez, nihayetinde ortada halen tam anlamıyla yazılamayan bir bi­yografi var.

Hanioğlu, bahsi geçen eserinin önsözünde şöyle bir serze­nişte bulunur ve bizlere “resmî tarih” ile “gerçek tarih” gerili- minin hâlen canlı bir şekilde sürdüğünü, sürdürüldüğünü ha­tırlatır: “Cumhurbaşkanlığı Arşivi yöneticisi Muhammet Safi, ‘zor konular’ olduğunu belirterek, katalogları araştırmacılara kapalı koleksiyonun tamamını görmeme izin vermemesine karşılık, sakınca yaratmayacağını düşündüğü vesikaları kulla­nımıma sundu.”[91

Nasreddin Hoca’nın mâlûm fıkralarından birinde, hâkim evi soyulan hocaya “kapıyı kilitlemiş miydin?”, “pencereyi ka­patmış miydin?”, “değerli eşyalarını gizlemiş miydin?” türün­den sualler yöneltip nihayet faturayı hocaya kesince, Nasred­din Hoca “hırsızın hiç mi suçu yok!” serzenişiyle meşhur bir mukabelede bulunur. Şimdi biz, hırsızın suçunu görmezden gelmeden ve onun kabahatini hakkıyla teslim ettikten sonra “hane halkının hiç mi suçu yok?” sualini sormanın ve buna da münasip bir cevap aramanın “hafifletilmemesi gereken bir ödev” olduğu kanaatindeyiz.

Evet, tarihin akışında ona müdahale etmeye ve hatta tari­he hükmetmeye azmedenler oldu. Peki ya o günlerden bugün­lere tarih yazanlar, işbu küstahların kabahatini yazmaya kim el atacak? Yakın tarih çalışan, bilhassa inkılap tarihi kürsülerini dolduran tarihçilerimizin sükûtu, böyle gelmiş böyle giderci teslimiyeti, -varsm üzülsünler- korkaklığı… Belgeleri sümen altı edenler, arşivleri dokunulmaz hâle çevirenler, kraldan faz­la kralcılık yapanlar, neme lazımcılar… Yoksa bunlar da gün gelip sanık sandalyesine oturtulmayacak, ehl-i vicdan ve ehl-i ilimce adilane yargılanmayacak mı?

***

Melikşah Sezen – Mayınlı Arazide Gece Yürüyüşü,syf:67-77

Dipnotlar:

[79] Cemil Koçak, Geçmişiniz İtinayla Temizlenir, s. 9-10.

80 Fikret Başkaya, Avrupa Merkezcilik, Resmî İdeoloji, Bilim ve Sosya­lizm, İstanbul: Öteki, 5. Baskı, 2015, s. 38.

[81] Nutukun, Mustafa Kemal’in kendi zaviyesinden anlattığı hâdiseleri farklı açılardan anlatan diğer çalışmaları, iç ve dış arşivleri, basma sızan hâdiseleri ve ayrıca Nutukta ismi anılan şahsiyetlerin kale­me aldığı cevabî yazılan dikkate alan tenkitli bir neşrinin yapılması gerektiği aşikârdır. Böylesi bir çalışmayı 4 kişilik bir ekiple (Mete Tunçay, Zafer Toprak, Ahmet Kuyaş ve Cemil Koçak) sürdürdükle­rini Mete Tunçay 2007 yılında dile getirmiş olsa da aradan geçen yıllarda bu türden bir çalışma ne yazık ki neşredilmemiştir. Dola­yısıyla böylesi bir tenkitli çalışmanın halen ihtiyaçlar listesinin üst sırasında beklediğini söyleyebiliriz.

[82] Bkz. Hakan Uzun, Atatürk ve Nutuk, Ankara: Siyasal, 2006.

83.İdris Küçükömer, İdris Küçükömer’le Türkiye Üstüne Tartışmalar, İs tanbul: Kapı, 2021, s. 122.

84.Cemil Koçak, “Tek Parti Yönetimi, Kemalizm ve Şeflik Sistemi: Ebedî Şef/Millî Şef”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, II, s. 136. (Vurgular bize ait,)

85.Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk: Gazi Mustafa Kemal Tarafından 1927, İstanbul: Yapı Kredi, 14. Baskı, 2023, s. 7.

[86] Konu hakkında tafsilatlı bilgi için bkz. Bülent Tanör, Türkiyede Kongre İktidarları (1918-1920), İstanbul: Yapı Kredi, 5. Baskı, 2022.

[87] Mete Tunçay, “İkna (İnandırma) Yerine Tecebbür (Zorlama)”, Mo­dem Türkiye’de Siyasî Düşünce, II, s. 95.

[88] Ali Kemali Aksüt, Profesör Mehmed Ali Ayni Hayatı ve Eserleri, is tanfoul: Ahmet Sait Matbaası, 1944. s. 401-404.

[89] Salih Özbaran, Tarih, Tarihçi ve Toplum, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 3. Basım, t.y., s. 4.

[90] Peter Watson, Alman Dehası, (çev.) M. Murtaza Özeren, İstanbul: Kronik, 2024, s. 26.

[91] Ş. Şükrü Hanioğlu, Atatürk Entelektüel Biyografi, İstanbul: Bağlam, 2023, s» xxiv.