Abdülvehhâb eş-Şa’rânî’ – El-Yevâkît Ve’l-Cevâhir cilt:1 -Notlarım-
Paylaş:

2b4250de-2a18-44c5-8e60-50ecea61e006-1-300x266 Abdülvehhâb eş-Şa'rânî' - El-Yevâkît Ve’l-Cevâhir cilt:1  -Notlarım-

Hocamız, Şeyhülislâm Zekeriyyâ el-Ensârî (ö. 926/1520) -Allah rahmet eylesin- şöyle derdi: “İmamların sözleri şu üç durumdan birinin dışında olamaz: Ya Kitap ve Sünnet’e açıkça uygundur ki bunlara kesin olarak inanmak gerekir. Ya Kitap ve Sünnet’e açıkça muhaliftir ki bunlara inanmak da kesin olarak haramdır. Ya da uygun veya aykırı olduğu tam olarak açık değildir ki bu durumda en güzel tavır, kararsızlıktır.”  s.56


Süfyân es-Sevrî (ö. 161/778) “Ehlü’s-sünnet ve’l-cemâ‘at, bir kişi de olsa hak üzere olanlardır.” derdi. Keza kendisine “es-Sevâdü’l-a‘zam”ın kim olduğu sorulduğunda da böyle cevap vermiş ve İmâm Beyhakî de (ö. 458/1066) aynı şekilde söylemiştir.

Kardeşim, şunu da bilesin ki Ehl-i sünnet ve’l-cemâate tâbi olan bir kimsenin kalbinin, ona tâbi olanların dostluğu ile dolu olması gerekmektedir. Buna muhalif olanlara karşı ise aksine, kalbini gam ve darlıkla doldurması gerekir.  s.58


Âhiret de dünya da O’nundur. O’nun ma‘kul bir misli olmadığı gibi akıllar da buna delâlet etmez. Zaman O’nu kuşatamaz, mekân da O’nu kapsayamaz. Aksine O varken mekân yoktu. Şimdi de öyledir. Zira mekânı da mekânda bulunanı (mütemekkin) da zamanı da O yarattı.“Ben, bir ve mahlûkatı muhafaza etmenin kendisine ağır gelmediği diri olanım.” dedi. Yaratılmışların sıfatlarından hiçbir sıfat O’nda yoktur. Sonradan olan şeylerin (havâdis) O’na hulûl etmesi ya da O’nun bunlara hulûl etmesinden veyahut onların O’ndan önce veya O’nun onlardan sonra olmasından yücedir. Bilakis “O varken O’nunla beraber hiçbir şey yoktu.” denilir. Zira öncelik ve sonralık O’nun yaratmış olduğu zamanın özelliklerindendir. O, uyumayan Kayyûm ve zayıflamayan Kahhârdır. “O’nun misli yoktur ve O, işiten ve görendir.” s.64


O, her şeye gücü yetendir. Her şeyi ilmiyle kuşatmış ve her şeyi tek tek saymıştır. Gizliyi ve daha da gizli olanı bilir. Gözlerin haince olanını ve kalplerin gizlediğini bilir. Yarattığı bir şeyi nasıl bilmesin ki! “Yaratan hiç bilmez mi? O çok lütufkâr ve her şeyden haberi olandır.”6 Eşyaları var olmalarından önce biliyordu, sonra da onları bildiği şekilde var etti. Eşyayı bilmeye devam etmektedir ve eşyada meydana gelen yenilenme O’nun ilminde herhangi bir yenilik meydana getirmez. Eşyayı ilmiyle sağlam kıldı ve hükümlere bağladı. Dileyen herkes bu hükümler doğrultusunda eşya hakkında kararlara vardı. O, akıl ve görüş sahiplerinin icmâıyla, cüzî ilimleri bildiği gibi küllî ilimleri de mutlak olarak bildi.  s.65


Yüce Allah bildiği gibi hükmetti, murad edip tahsis etti, takdir edip var etti. Aynı şekilde âlemin alt veya üst derinliklerinde hareket eden, duran veya konuşan her şeyi işitmekte ve görmektedir. Uzaklık, O’nun işitmesine mani olmaz; zira O, karîbdir. Yakınlık, O’nun görmesine engel olmaz; zira O, ba’îd’dir. Nefsin sesini nefiste, gizlice dokunmanın sesini de dokunma anında işitir. O, karanlıkta siyahlığı, suyu suyun içinde görür. Ne karışım, ne karanlık, ne aydınlık O’ndan hiçbir şey saklayamaz. O, işiten ve görendir. O Subhânehu ve Teâlâ, öncesinde herhangi bir suskunluk ve vehmedilen herhangi bir sessizlik olmaksızın ilim, irade, kudret ve diğer sıfatları gibi ezelî olan bir kelâm ile konuştu. Bu kelâm ile Mûsâ’yla (as) konuştu ve herhangi bir benzetme ve niteleme olmaksızın bu kelâmı Tenzîl, Zebûr, Tevrât, İncîl ve Furkân olarak isimlendirdi.  s.69


Ecel geldiği zaman bir an bile ertelenemez. Ben, hiçbir şek ve şüphe bulunmayan bir imanla buna iman ettim. Tıpkı kabirde imtihan edenlerin suallerinin, Allah’a arz edilmenin, Kevser havuzunun, kabir azabının, terazinin kurulacağının, defterlere bakılacağının, sıratın, cennetin, cehennemin, bir grubun cennete, bir grubun da cehenneme atılacağının hak olduğuna iman ettiğim gibi. O günün kederi bir taife için haktır, diğer taifeyi ise büyük korkunun üzmeyeceği haktır. Meleklerin, peygamberlerin, müminlerin ve merhametlilerin en merhametlisi olanın şefaati haktır. Müminlerden büyük günah işleyenlerden bir topluluğun cehenneme gireceği ve daha sonra şefaatle oradan çıkarılacakları haktır. Müminlerin nimetleri çok olan cennette, kâfirlerle münâfıkların da acı veren azapta ebedî kalmaları haktır. Bilinse de bilinmese de kitapların ve peygamberlerin getirdiklerinin Allah indinden olduğu haktır. Benim kendim için yaptığım bu şahitlik, kendisine ulaşan herkes için kendisine sorulduğunda eda etmesi gereken bir emanettir.  s.72


O(İbn Arabi) (ra), Kitap ve Sünnet’e bağlıydı ve “Şeriatın terazisi bir an bile elinden düşen helâk olur.” derdi. Bu konudaki görüşü ilerde gelecektir. Yine “Allah senin aklına gelen her şeyden başkadır.” derdi ki bu cemaatin (Ehl-i sünnet ve’l-cemâat) kıyamete kadar olan itikadıdır. Onun sözlerinden insanların anlamadığı kısımların tamamı onun ulvî mertebesinden kaynaklanmaktadır. Şeriatın zâhirine ve cumhurun görüşüne aykırı olan tüm sözleri de onun eserlerine sokuşturulmuştur. s.74


Şeyh Muhyiddin el- Fütûhât’ın elli dördüncü babında şu anlama gelen şeyler zikretmiştir: “Bil ki ehlullah kendi aralarında ıstılâh hâline getirilen işaretleri kendileri için oluşturmadılar. Onlar bu konuda doğru olanın açık (sarîh) olan olduğunu biliyorlar. Ancak onların halini bilmeyen, hariçten aralarına giren birisi, tam olarak anlamadığı bir şey duyar da ehlullâhı inkâr eder, böylece [o makamlara] bir daha ebedî olarak ulaşmamak üzere mahrumiyetle cezalandırılabilir diye, onu esirgeme babından, bu yöntemi oluşturdular.

Şöyle dedi: “En şaşılacak şey, sadece bu yöntemde değil, mantıkçılar, nahivciler, mühendisler, matematikçiler, kelâmcılar ve felsefecilerden hiçbir topluluk yoktur ki kendi aralarında, kendilerinden başka kimsenin bilmediği özel bir ıstılahı olmasın. Bu sadece bu yöntemi benimseyenler için gerekli olan özel bir durumdur.”  s.112


Şeyh Muhyiddin şöyle derdi: “Naslara muhalefet etmedikçe ve icmâın dışına çıkmadıkça, İslâm fırkalarından herhangi birine mensup olan kimseleri reddetmeye kalkışmak, ehlullahın özelliklerinden değildir.” Onlardan birisini reddetmeye kalkışan kimse, aslında hak olan bir şeyden dolayı onları inkâr ettiği konusunda emin olamaz. Müslümanlar, Müslümanlıktan çıkanların aksine, hak ya da hak olma şüphesi bulunan şeylere inandıkları müddetçe, İslâm dairesi içinde kalmaya devam ederler.  s.144


Sa‘deddin et-Teftâzânî ve daha başkaları, kelâm ilminde derinleşmeyi zemmetme konusunun aslının ne olduğu hakkında, kelâmcıların yöntemiyle delilleri araştırmanın ve onları tetkik etmenin, şek ve şüphe defetmenin, buna ehil olanlar için farzı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla bazılarının bunlarla ilgilenmesi yeterlidir. Ancak buna ehil olmayanlardan, saptırıcı şüphelere düşmesinden korkulan kimselerin, buna dalmaması gerekir. Celâleddin el- Mahallî, İmâm Şafiî ve seleften olan başkalarının kelâm ilmiyle meşgul olmaktan nehyetmelerinin sebebinin de bu olduğunu söylemiştir.  s.149


el- Fütûhât’ın mukaddimesinde şöyle dedi: …Filozoflardan hikmet sahibi olanlar, şehvetlerden uzaklaşmanın, nefsin hilelerinden ve kendisini sürükleyen gizli sıkıntılardan kurtulmanın hikmetleriyle dolu birçok eser yazmışlardır. Bunların tamamı şeriata uygun olan sahih ilimlerdir. Ey kardeş, bunun gibilerini hemen reddetme, bekle ve bu filozofun sözünü tahkîk et ki Şâri‘in ya da şeriat ulemâsından birisinin görüşünden dolayı bunun şeriata uygun haksöz olduğu konusunda bakışın kesinleşsin.

Şeriata uygun, hak söz olup olmadığını anlamadığın hâlde ‘Söz konusu âlim, bu görüşü bir filozoftan işitti veya felsefe kitaplarından öğrendi.’ şeklindeki sözüne gelince bu, cehâlet ve yalandır. Bunu bizzat görmediğin ve elinde objektif bir delil bulunmadığı hâlde “Bu âlim, söz konusu meseleyi filozoflardan duydu ya da onların kitaplarından aldı.” şeklindeki sözünle yalan, bu meselede hak ile bâtılı birbirinden ayırt edemeyecek durumda olmandan dolayı da cahilliktir.  s.160


Efendim Ali el- Mursafî’nin (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Birler, dört kısımdır: 1. Mekân tutmayan, bölünmeyen ve bir mahalle muhtaç olmayan Bir’dir ki Yüce Allah’tır. 2. Mekân tutan, bölünen ve bir mahalle muhtaç olan Bir’dir ki bu da cisimdir. 3. Mekân tutan, bölünmeyen ve bir mahalle muhtaç olan Bir’dir ki bu da atomdur (cevher). 4. Mekân tutmayan, bölünmeyen ve bir mahalle muhtaç olandır ki bu da arazdır.” İşte bu, kadîm ve hâdis olan varlığın toplamıdır, düşün; bu nefis bir açıklamadır.  s.169


Şeyh Muhyiddin 473. bâbda “Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz.”77 âyeti bağlamında şunları söylemiştir: “Çünkü şerik, müminin imanıyla kesin olarak bildiği gibi, varlığı olmayan yoktur. Yok olduğu için de Allah’ın bağışlaması söz konusu olmaz. Çünkü bağışlama ve örtme, var olan içindir. Şerik ise yok olduğuna göre onu bağışlayacak da yoktur. Dolayısıyla bu kesin bir sözdür. Allah’ın kendisine şirk koşulmasını bağışlamayacağının anlamı, şerikin bir varlığının söz konusu olmamasındandır. Şayet var olsaydı mağfiret, bizzat taalluk ederdi.” demiş ve bu konuda sözü uzatmıştır.  s.190


el-Fütûhat’ın 70. bâbında şöyle dedi: “Müşriklerin ‘Biz sadece bizi Allah’a biraz daha yaklaştırsınlar diye onlara ibadet etmekteyiz.’82 ifadelerindeki tevhidleri, şer‘an kabul edilmez. Çünkü delil, medlûle(gösterilen,işaret edilen,mana) zıttır. Tevhid medlûldür, delil bundan başka olduğu için, tevhid söz konusu olmaz.” s.194


Şeyh, aynı şekilde 72. bâbda dinde tenzihin esas olduğunu ve bunun akılda bulunmadığını söylemiştir….Âlimler ise Allah konusunda vehimlerden uzak olan kimselerdir. Bu nedenle onların Allah’ın sıfatlarını kendilerine göre te’vil ettikleri nakledilmemiştir. Belki bunları akılları yetersiz olduğu için, kendilerine tâbi olanlar için te’vil etmişlerdir. Allah’ın hayalî bir misalle onların akıllarına tenezzül etmesi, O’nun kullarına olan rahmeti kabilindendir. Kendisi, emir ve nehiylerini anlamamız için bizi bu şekilde muhatap almıştır. Bize olan hitabını anladığımızda, söz konusu hayalî misaller, bir eziyetmiş gibi kaybolur ve geriye bizimle sadece ilim kalır. Bu, O’nun bize nâzil olan ve harflerden ve seslerden münezzeh olan kadîm kelâmının benzeridir. Ses ve harf olmaksızın biz onu anlayamayız. Şayet perde kalkarsa, onu harf ve ses olmaksızın idrak ederiz. Bu, kıyamet günü tecellî ettiğinde bazı inasanların Hakk’ı bir sûret içinde görmesi gibidir. Şayet bakışı tahkîk derecesinde olursa, O’nun sûretinin ve benzerinin olmadığını görecektir. Bunun benzeri seraptır. “Susuz olanlar, onu su sanır; ancak ona geldiğinde hiçbir şey bulamaz.”Nûr, 24/39.  s.196


Kıdem(başlangıcı bulunmayan) Hak Teâlâ’nın rütbesi, hudûs(sonradan meydana gelen) ise mahlûkatın rütbesidir. Hak Teâlâ ne yaratırsa yaratsın, yaratılan hudûs rütbesinin dışına çıkamaz. Dolayısıyla ‘ Hak Teâlâ kendisi gibi bir kadîm yaratmaya kadir midir?’ şeklinde bir soru sorulmaz. Çünkü bu soru, imkânsız olduğu için gereksizdir.”  s.210


-Şeyh Muhyiddin- 69. Bab’ta ise şöyle demiştir: Âlemin tamamı yoktan var olmuş ve varlığını, kendisini var eden bir mûcitten almıştır ki bu, Yüce Allah’tır. Dolayısıyla âlemin ezelî varlık olması imkânsızdır. Zira var edenin hakikati, ezelde var olan bir şey var etmesi değil -ki bu muhaldir- kendisi varlıkla nitelenmeyen bir şeyi -ki bu da mâdumdur- var etmesidir. İşte bu nedenle âlem kendiliğinden var değil, bütünüyle başkası nedeniyle vardır/başkasıyla kâimdir.  s.210


Soru: O’nu bilmenin vâcip olduğunun delili nedir?

Cevap: Bilmenin aklın ulaşabileceği şeyler kapsamında olmasıdır. İnsan bir şeyle karşılaştığında ve yapacakları konusunda âciz kaldığında, boyun eğip niyazda bulunacağı ve sığınacağı bir ilâh edinerek ona dayanması gerekir. Sorunlarının çözülmesi, kalbinin göğe yükselmesi ve bütün yaratılmışların duasının kıblesi olması hasebiyle bakışını oraya yöneltmesi için bunu yapar. Böylece yaratıcısından, kendisini var edenden hile ve zorunluluktan değil, tabii olarak veya fıtraten yardım ister. Bu durum, aynı şekilde hayvanlarda ve canavarlarda da bulunur. Onların, açlık ve susuzluktan helâk ve yok olma korkusunu yaşadıklarında, korku ve ümit içerisinde başlarını göğe doğru kaldırdıkları görülür. Yine çocukların sıkıntı anında dileklerini göğe yönelttiklerini hepimiz görmüşüzdür. Bütün bunlar, akıl sahibi insan bir yana, canlıların fıtratına işaret etmektedir. Bu, Kur’ân’da ve hadiste yer alan fıtrattır. Ancak insanların çoğu mutluluk anlarında bunu göz ardı eder ve sıkıntı anında buna dönerler. Yüce Allah “Denizde bir tehlikeyle yüz yüze kaldığınızda Allah’tan başka bütün çağırdıklarınız kaybolup gider”isrâ, 17/67.buyurmuştur.

Cafer es-Sâdık’ın yanında bir adamın yaratıcıyı inkâr ettiği ve onun da deliller getirdiği, ancak onu ikna edemediği anlatılmaktadır. Bunun üzerine kendisine “Hiç gemiye bindin mi?” diye sorulur. “Evet, bir defasında kırıldı ve ben de bir tahta parçasına tutunarak sahile ulaştım. Sahile ulaştığımda tahta kırıldı” dedi. Bunun üzerine Ca‘fer ona “Levha elinden gittiğinde, dayandığın sebepleri ortadan kaldıran kimseden kurtuluş ümit etmekteydin” dedi. Adam sustu ve Cafer “Kurtuluşun kendisinden olduğu kimse, seni yaratan Allah’tır.” dedi. Bunun üzerine adam müslüman oldu.  s.224


Ey Kardeş! Allah’ın sana emrettikleriyle meşgul ol ve Allah senin bütün yeteneklerin oluncaya kadar ibadete devam et. Böylece işinde basiret üzere olursun, bunun dışında O’nun bilgisini talep etme. Bütün insan ve cinlerin (sakaleyn) ibadetlerini yapsan bile bunun dışında O’nun mârifetine ulaşamazsın. Sana nasihat ettim.  s.234


Yüce Allah âlemi yaratacağı zaman, o henüz yokluk hâlindeyken sözünü kendisine işittirmiştir. Bu, “Ol” sözüdür. Dolayısıyla âlem, Hak Teâlâ’yı müşâhede etmezken, Allah onu müşâhede ediyordu. Çünkü bütün mümkün varlıkların gözlerinde yokluk perdesi bulunmaktadır. Dolayısıyla kendisi yok iken, karanlığın ışığı görmesi gibi vücûdu idrak etmez. Çünkü aslında karanlığın devam etmesiyle birlikte ışığın kalması asla söz konusu değildir. Yokluk ve varlık da böyledir. Hak, imkânı ve kabul etme istidadı bulunduğu için mümkün varlıklara tekvinle emrettiğinde hemen onun tamamlanan kısmını görmeye çalıştın. Çünkü işitme yeteneği gibi görme de vücûd açısından değil, sübut(kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde ortaya çıkma)açısından onun yeteneklerindendir. Mümkün, var olduğunda nûra boyanır ve yokluk kaybolur. Sonra gözleri açılır ve salt hayr olan varlığı görür.  s.234


Allah, akılların idrakinden, duyular ve hayâlden münezzeh olmuş ve kemâl açısından hayret edilmek sûretiyle yegâne kalmıştır. O’ndan başka kimse O’nu bilmez, O’ndan başkası O’nu görmez. O’nu hiçbir ilim ihata etmez ve hiçbir göz görmez.Müşâhede edilen eserler, yönelinen makam, hamd edilen mertebedir. İlâh ise hem münezzeh hem de ibadet edilen müşebbehtir. İşte bu ilâhi kemâldir.  s.240


Allah’ın “Allah kendisi hakkında sizi uyarıyor, Allah kullarına çok şefkatlidir.”Âl-i İmrân, 3/30.âyeti üzerinde düşün. Sanki Yüce Allah “Allah’ın zâtı hakkında akıl yürütmekten sakındırmamın sebebi, size olan merhamet ve şefkatimdir.” der.  s.244


İşte ey kardeş! Şeriatın getirdiği her şeye itikadın kesin olsun. Anlasan da anlamasan da teslim ol. Kuşkusuz Yüce Allah, kendisini en iyi bilen ve sözünde en doğru olandır. Allah en doğrusunu bilir.  s.244


O, ne delille ne de burhanla bilinir. Hiçbir tanımı yapılamaz, O’nun hakkındaki ilmimiz sadece “O’nun gibi hiçbir şeyin olmadığını” bilmekten ibarettir. O’nun mahiyetini anlamak, bizim için asla mümkün değildir.  s.258,


Ey kardeş, düşün! Susuz olan, uzak olduğu müddetçe serabı su sanır. Ancak yaklaşınca orada su bulamaz ve zannının yanlış olduğunu anlar. Allah’ın kelâmının ses ve harfle işitilmesini de bununla mukayese et.  s.258


Şeyh -Muhyiddin-aynı şekilde “Esrâr Bâbı”nda şöyle demiştir:..Ulaştım, deme; çünkü sonu yoktur. Ulaşmadım, deme; çünkü bu, körlüktür. Allah’ın ötesinde varılacak bir yer yoktur. Dolayısıyla kör ile gören aynıdır.”  s.264


-Şeyh Muhyiddin- Esrâr Bâbı”nda “Bazen bir şeyi bilmek, o şeyi bilmekten âciz olmaktır. Ârif, talep edilen bu şeyin, bilinmeyeceğini anlar. Bir şeyi bilmenin amacı, onu başka şeylerden ayırt etmekten başka bir şey değildir. Onun bilinmeyeceğini bilmesi de ayırt etmedir ve böylece maksat hâsıl olmuştur.” demiştir.

İnceleyin:  İnsanın Vücudu Bir Ülke Gibidir

Levâkihu’l-Envâr isimli kitabında “Allah’ın yoluna fikir yöntemiyle giren kimsenin yanında kâinattan hiçbir şey kalmaz; onun yanında Allah’tan başkası yoktur.” demiştir.  s.266


Her akıl sahibi, Rabbininin niteliklerini, akıl ve nazar yöntemiyle elde ettiği bilgisine göre sınırlar. Oysa Rabbinin makamı ne o ne de budur. Ayrıca mutlak (sınırsız) olmaktan başka bir şeyin Allah’a nisbet edilmesi doğru olmaz. Ancak Allah, kullarını bu sınırlamadan dolayı mâzur kılmıştır. Onlar gayretlerini O’nu tanımak için sarf ettiklerinden onları affetmiştir.  s.274


Hak Teâlâ’nın, kulun sübûtu bulunan bütün övgülerin ötesinde olduğu bilinmektedir. Bildiğin ve aklettiğin her şey, senin sıfatın üzerinedir. Bu sebeple, tövbenin hakikatinin tövbe etmekten tövbe olduğunu söyledikleri gibi ‘tesbihin hakikati tesbih (etmek)ten tesbihtir’ demişlerdir. Bunun izahı şudur: “Tesbih, tenzihtir; Yüce Allah’ın hacibi için, kulun akledip de yaratıcısını kendisinden tenzih edeceği herhangi bir eksiklik yoktur.” Anla!  s.282


Soru: Yüce Allah “Bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu”116 haber vermiştir. Bu kadar yakınsa O’nu nasıl bilmiyoruz?

Cevap: Şeyh’in 85. bâbda dediği gibi “Uzaklığın fazla olması perde olduğu gibi, yakınlığın şiddeti de perdedir. Havayı düşün, bakana bitişik olduğu hâlde inceliğinden (letâfet) dolayı, göz nasıl onu görmüyor? Su da böyledir. Kul onun içine dalıp gözünü açtığında, yakınlığın şiddetinden dolayı onu görmez.”  s.288


Şeyh Muhyiddin- 317. bâbda “Gizlenmeyen zâhirin, açığa çıkmayan gizlinin şanı yücedir” demiştir. Hak Teâlâ, zuhûrunun şiddetiyle kendisini kullara perdelemiş ve onları kendisini görmekten a‘mâ kılmıştır. Onlar, inkârcılar, ikrar edenler, müteredditler ve şaşkınlardır.  s.290


Yüzümüzü dönmek için Kâbe’nin belirlenmiş olması, himmetlerimizi O’nun üzerinde toplamamızı sağlaması için bir şefkattir.  s.292


Allah’tan meydana gelen her şey hayırdır. Ancak hayır, mutlak hayır ve karışık hayır olmak üzere iki kısımdır. Mutlak hayır, nefsin tiksinmediği şeydir. Karışık hayır ise tiksinilen bir ilaç içmek gibi, içinde bir çeşit kötülük bulunan hayırdır. Bu hayrın sahibi, azap ve merhamet gören kimse gibidir. Düşündüğü zaman azabının rahmet ve tedip olduğunu anlar. Bu, tevhid inancına sahip olan âsilerin hükmüdür. Sapıklardan azabı hak edenlere gelince bu, hiçbir şekilde rahmet bulunmayan mutlak şerdir. Allah’tan lütfunu talep ederiz.  s.302


Âlemin ilâhi ilimde sabit olması, [O’nun] âlemin varlığına muhtaç olduğu anlamına gelmez. Zira ondan ve onun var olmasından müstağnî olan birisi, ona muhtaç olmakla nitelenemez. Akıl sahibi birisi, yanılma (ayakların kayması) durumuyla karşılaştığında, Allah’ı kemâl sıfatlarıyla niteleme ilkesine sarılsın. Bu durumda Hakk’ın yardımcısı olur.” Bunun izahı şudur:

Ey Kardeş! İlim, sübûtu açısından âleme taalluk ettiği için, bununla yetinmiştir. Daha sonra Hak Teâlâ dilerse bunu şehadet âleminde varlık sahnesine çıkarır, dilerse çıkarmaz. Şayet varlık sahnesine çıkarsa ona muhtaç olmakla nitelenemez, aksine onun varlığından müstağnidir. Ulûhiyyette mümkün olması itibariyle hakkı vardır.(…)  s.336


Bil ki Hak Teâlâ, bütün inançların ötesindedir. Zira O, âlemlerden müstağnidir. Ancak O’nun âlemden müstağni olmasının zihinlerimizde yer etmesi için, âlemin varlığını hayal etmek gerekir. Bu, mal sahibi için “Malıyla maldan müstağnidir.” denilmesi gibidir. Zira zengin olmayı gerektiren sıfat maldır. Dolayısıyla zenginlik sıfatını tasavvur etmek için malın bulunması gerekir.  s.308


Bil ki âşık ‘Ben ondanım o da bendendir.’ dediğinde bu, ilim ve tahkîk diliyle değil, aşk ve muhabbet diliyle söylenen bir sözdür. Bu nedenle onlardan biri bu sarhoşluktan ayıldığında, sözünü terk eder.” demiştir.  s.320


“Esrâr Bâbı”nda:Ağyarı, ağyardan başkası terk etmez. Şayet Hak, halkı terk ederse, kim onları muhafaza eder, kim gözetir? Şayet ağyar terk ederse, haberde yer alan teklifleri de terk eder. Teklifleri terk eden ise,muannit, âsi ve inkârcı olur. Hakk’ın isimleriyle ahlâklanmanın kemâlinden biri de Hak ve halkla meşgul olmaktır.”  s.322


Mursafî’nin torunu kardeşim Şeyh Sâlih Zeynelâbidîn’in (rh.a) şöyle dediğini işittim: “Allah’ın göklerde ve yerde olmasının anlamı, O’nun emir ve nehiylerinin geçerliliği ve hâdis varlıkların O’nun iradesi istikametinde meydana gelmeleridir.” En doğrusunu Allah bilir. Allah’a yemin ederim ki Şeyh Muhyiddin’e hulûl, ittihat ve tecsîmi nispet edenler, yalan söylemiş ve iftira etmişlerdir. Onun bu ifadelerinin tamamı söz konusu müfterileri yalanlamaktadır. En doğrusunu Allah bilir.  s.326


-Şeyh Muhyiddin-  198. bâbda “İlâhi genişliği bilen kimse, varlıkta hiçbir şeyin tekrar etmediğini bilir. Benzer sûretlerin bulunması, bunların daha önce var olan şeyle olduğunu aklına getirmektedir. Oysa bunlar, onların bizzat kendisi değil benzerleridir. Bir şeyin benzeri, onun kendisi değildir. Bu benzer, her karedeki dört köşelilik ile her dairedeki yuvarlaklıktır. Şekillenmiş her şeyde gördüğün şekil, değişmez. Duyunun hissettiği ise şekillenen değil, şekildir. Şekil ise ma‘kuldür.” demiştir.  s.350


Soru: Âlemin, geçici yokluk hâlinde iken Hak Teâlâ tarafından görülmesinin akla uygun bir örneği var mıdır?

Cevap: Şeyh’in 352. bâbda verdiği gibidir: “Âlem yokluk hâlinde iken, Hak Teâlâ tarafından görülmesinin en yakın örneği, ‘Bukalemun’ olarak isimlendirilen hayvandır. Onun cisimleri, içerisinde bulunduğu ortama göre, peş peşe ve aşamalı olarak renkten renge girer. Bu, cilalı bir cisim olmadığı hâlde seri bir şekilde görüntüsü değişen ayna gibidir.”

Ey kardeş! Bu renklerin, baktığın cisimde ve onunla ilgili bildiklerinde gerçek bir varlıklarının söz konusu olmadığını bildiğin hâlde bukalemundaki renklerin değiştiğini hissettin. İşte bunu anlayan kimse, kesin bir şekilde Hak Teâlâ’nın âlemi yokluğu hâlinde idrak ettiğini, onu görmesini ve ilâhi iktidarının geçerliliği için onu var etmesini de bilir.  s.362


Hiçbir kul, Allah’ın iradesiyle kendi iç dünyasında tasarlamadan önce, bir şeyi yaratmaya muktedir değildir. Önce düşünüp çerçevesini belirler, daha sonra benzeri bilinen bir şekilde duyular âleminde bir varlık olarak ortaya çıkması için, amelî yeteneklerini kullanır. Oysa Allah için bunlar, muhâldir. Zira O, bundan önceki mebhasta geçtiği gibi, ezelde yaratacağı her şeyi bilmektedir.

Şeyh Muhyiddin şöyle demiştir: “Yaratılmışların yaratılmadan önce, Allah’ın bilmediği bir sûrette olduğunu söylemek câiz değildir. Zira bu düşünce, Allah’ın bilmediği bir şeyi yarattığı neticesini beraberinde getirir. Halbuki kesin delillerle O’nun ezelden ebede kadar her şeyi bildiği kesinleşmiştir. Dolayısıyla Allah’ın, bütün âlemi, daha önce benzeri bulunmayan bir şekilde yarattığı kesindir… s.368


Bil ki ilim, ilimle bilinir. İlim, ilim tarafından bilinir ve ilim için bilinendir. İlim âlimin sıfatıdır. Hak Teâlâ sadece seni değil, ilmini tanır, senin bundan başkası olman, senin için doğru değildir. Buradan yola çıkarak “İlim perdedir.” demişlerdir. s.400


Şeyh, el-Kasd kitabında şöyle demiştir: …Allah’ın yarattığı şey O’nunla nitelenmez. Aynı şekilde ‘Allah, âlemi ihtirâ etti.’ denilmez. Zira âlem tamamen şehadet âlemine çıkmadan önce de Allah’ın ilminde sabitti. Bu şekilde sabit olan bir şey için ‘ihtirâ etti.’ denilmez. Belki ‘İlminde sabit olduğu şekil üzere nesnel âleme çıkardı.’ denilebilir.”  s.404


-Şeyh Muhyiddin-:Sana anlamak için soru soran, senin anlamak için sorulan şey hakkında âlim olduğunu ikrar etmiştir. Bazen âlim kişi, kalbinde şüphe olan kimseyi denemek için soru sorar ve böylece kendinde rabbini bilen ile bilmeyen birbirinden ayrılmış olur. Bunun benzeri “Ey iman edenler! İman edin.”Nisâ, 4/136 âyetidir. Mümin olan kimselere iman ettikleri şeye iman etmeleri emredilmektedir.  s.424


Soru: Yüce Allah kendi nefsine güç yetirmekle ya da kendi varlığı üzerinde irade sahibi olmakla nitelenebilir mi?

Cevap: Bu imkânsızdır. Bu soru gereksiz bir sorudur. Zira O, zâtıyla vâcibü’l-vücûttur. İrade ise var etmek için ademe taalluk eder. Allah bundan münezzehtir.  s.434


Şeyh Muhyiddin Akâidü’l-Vüstâ’sında şöyle demiştir: ….Hidâyet ve idlâle (dalâlete düşürme) gelince bu ikisinden murad edilen, kulda iman ve küfrü yaratmaktır. Bu, Ehl-i sünnet’in görüşüdür. Mu‘tezile ise kulun kendi fiilinin yaratıcısı olduğu ilkesine dayanarak hidâyet ve idlâlin kulun elinde olduğunu söylemiştir. Bu, Mu‘tezilenin büsbütün hata ettiği konulardan biridir. Şerî deliller şöyle dursun, duyular bile onları yalanlamaktadır. Şayet onların iddia ettiği gibi, kul kendi fiillerinin yaratıcısı olsaydı, hedefledikleri hiçbir isteklerini kaçırmaz ve hiçbir kötülüğü de asla yapmazlardı.  s.446


-Şeyh Muhyiddin-  264. bâbda da şöyle demiştir: “Bil ki bütün âdemoğlunun, cennet ya da cehenneme girinceye kadar, bedenlerinde veya görünmeyen uzuvlarında adım adım ceza, belalar ve elemler görmesi gerekir. Dünyadaki ilk acı, doğumu anında doğan bebeğin [hayata] başlamasıdır. O, rahimden ve onun sıcaklığından ayrılırken acı duyduğunda ve rahimden çıkışı sırasında kendine hava çarpınca ve soğuğun acısını hissettiğinde bağırır bir şekilde çıkar ve ağlar. Bundan hemen sonra ölürse, payına düşen belâyı almış olur; yaşamaya devam ederse, dünya hayatında acı çekmesi gerekir. Zira canlılar otantik olarak buna uyumludur. Berzâha nakledildiğinde ise en aşağısı Münker ve Nekir’in suali olan bir elem gerekir. Diriltildiği zaman kendisi ya da başkasından dolayı korkmasından kaynaklanan elem gerekir. Cennete girdiğinde artık ondan elemin hükmü kalkar ve sonsuza kadar nimetlerle baş başa kalır. Şayet cehenneme girerse, cehennem ehlinden ise sonsuz elemlerin içine girer; değilse şefaat vesilesiyle buradan çıkıncaya kadar elemle baş başa kalır.  s.452


-Şeyh Muhyiddin-  Levâkihu’l-Envâr’da şöyle demiştir: “ Hak Teâlâ’nın özelliklerinden biri de O’nun gördüğü şeyin, işitmesinden; işittiğinin ise görmesinden alıkoymamasıdır. Aksine O, bu sıfatlardan birinin idraki diğerinden önce olmamak kaydıyla, bütün işitilenleri ve görülenleri ilmen/bilmek sûretiyle kuşatmıştır. Dolayısıyla hiçbir şey diğerinden alıkoymaz.  s.456


Soru: Hak Teâlâ’nın mümkün varlıklara işittirdiği ilk kelâm hangisidir?

Cevap: Buna bir önceki mebhasta değindik; mümkünatın işittiği ilk kelam, “Kün (ol)!” Yâsîn 36/82 kelimesidir. Âlemin tamamı sadece kelâm sıfatından zuhûr etmiştir. Bu ilâhi kelâmın hakikati, Rahmân’ın iradesinin herhangi bir eşyaya yönelmesi ve Rahmân’ın bu istenilen şahsa ruh üflemesidir. İşte bu oluş kelâm olarak, oluşan ise nefs olarak tabir edilmektedir. Bu, bir harfi icâd etmek isteyen kimsenin nefesi gibidir. Çıkan nefes ses olarak isimlendirilir. Allah için bunun nasıl olduğuna akıl erdirilemez.

En doğrusunu Allah bilir. s.458


Soru: Lafzî harfler havada şekillenir mi yoksa çıktıktan sonra yok olup gider mi?

Cevap: Şeyh’in 26. bâbda verdiği gibidir. Buna göre çıktığı zaman havada şekil alır. Bu nedenle mütekellimin konuştuğu şekilde kulaklara ulaşır. Havada şekil aldığı zaman, ruhlarına bağlanır ve işleri bitse bile hava bu şekil üzere onları tutmaya devam eder. Onların amel ve tesirleri havada ilk teşekkül ettikleri andadır. Daha sonra diğer topluluklara katılır ve meşgul olduğu şey Rabbinin tesbihi olur.  s.474


Soru: Allah’ın zâtı iniş ve çıkışı kabul etmediği hâlde, bize her gece dünya semâsına indiğini haber vermesinin hikmeti nedir?

Cevap: Bundaki hikmet, bizim hükmümüz ve idaremiz altında bulu-nanların seviyesine inme konusunda, tevazûu öğretme kapısını açmaktır. Aynı zamanda istivâ ile mekânın ispatı gerekmediği gibi, üstte olmanın ciheti ispat etmek anlamına gelmediğini bildirmektir.Yine O, bize dünya semâsına indiğini ve “İstek sahibi, hasta ve bağışlanma dileyen kimse yok mu?” gibi dediğini bildirmekle, kullarının O’nun yardımını talep etme, hâlini arz etme ve zikir ve istiğfâr ile niyazda bulunmalarına izin vermiştir. Bu, “İsteyen yok mu?” gibi ifadelerle sanki Allah onlarla konuşuyormuş ve O, onlara, onlar da O’na konuşuyormuş, onlar O’nu, O da onları ilham yöntemiyle dinliyormuş gibidir. Sanki onlar hitap meclisindedirler. En güzel vasıflar Allah’ındır. İşte akıl erbabına göre inmenin anlamı budur.  s.486


Senin aklın bir şey üzerinde durduğu zaman, “Bunun ötesinde ne vardır?” der. Ona “Halâ” dediğin zaman; sana “Halânın ötesinde ne var?” der. Bu, sonsuza kadar devam eder ve akıl, kesinlikle Hak Teâlâ’nın vücudu kuşatmasının keyfiyyetini anlamaz. Hatta akıl, Allah’a yemin ederim ki bir mahlûku anlamaktan bile âcizdir; yaratıcıyı nasıl akletsin!  s.486


Bazıları şöyle demişlerdir: “İlâhi gazaptan kastedilen, kullara bu dünyada had ve tazir cezalarının uygulanmasıdır. Bunları zihinlere gelen ilk şeyle(beşeri anlamda,M.A) yorumlamak doğru değildir. Çünkü Allah için bunlar muhâldir. O, kullarının fiillerinin yaratıcısıdır, O’nun muradına aykırı olan bir fiil, nasıl meydana gelecek ki O da O’na gazap etsin? Âhiretteki gazaba gelince bu, sadece cehennemlikler için olur. Onlardan başkalarına gazap ise kıyamet günü biter ve Allah bütün muvahhidleri cennete koyar, anla!” s.524


Soru: İnsanlar dehri sadece zaman olarak anladıkları hâlde, Hak Teâlâ kendisini nasıl “Dehr”le isimlendirmiştir?

Cevap: Burada Dehr’den kastedilen el-Evvel ve el-Âhir olan ezel ve ebeddir. Şüphesiz bunların her ikisi de Allah’ın sıfatlarındandır. O, kendisini el-Evvel olarak isimlendirmiş ancak bu öncelik (evveliyet), öncesinde yokluk bulunan öncelik gibi değildir. Çünkü Allah için bu, muhâldir. el-Âhir de böyledir. O, sondur ancak bu âhiriyyet, el-Evvel isminin durumunun aynısı söz konusu değildir.  s.546


Soru: Özellikle (Hz.Havva’nın Hz.Adem’in,M.A) kaburga kemiğinden yaratılmasının hikmeti nedir?

Cevap: Bunun hikmeti, kaburga kemiğindeki meyilden (eğiklik) dolayı çocuğuna ve eşine karşı meyilli olmasıdır. Erkeğin kadına şefkat ve eğilimi, kendisinin bir parçası olduğu için gerçekte kendi nefsinedir. Kadının erkeğe meyli ise ondan yaratılmış olması dolayısıyladır. Yani şefkat ve yakınlık bulunan onun kaburga kemiğinden yaratıldığı içindir. Şeyh şöyle demiştir: “Yüce Allah, Havvâ’nın Âdem’den çıktığı yeri şehvet ile îmâr etti ki böylece, varlıkta bir boşluk olmasın. Hava ile kapladığı zaman, kendi nefsine olan şefkati gibi, ona şefkatle yöneldi. Çünkü onun bir parçasıdır. Havvâ ise kendisinden neşet ettiği vatanına şefkatle yönelmiştir.

Soru: O hâlde Havvâ’nın muhabbeti vatanına, Âdem’in muhabbeti ise kendisinedir?

Cevap:: Evet, bu nedenle ve buna bağlı olarak erkeğin kadına olan muhabbeti kendisinin aynısı olduğu için açıktır. Kadına gelince ise haya olarak tanımlanan kuvvet kendisine verildiği için, gizleme kuvvetinden dolayı erkeğe olan muhabbeti ondan zâhir olmaz. Çünkü vatanı Âdem’in birlik olması gibi onunla bir olmamıştır.” s.562


Şeyh 331. bâbda şöyle demiştir: “Bil ki müminlerin âhirette rablerini görmesi, herkesin inandığının semeresini görmesi için, dünyada üzerinde bulundukları itikadlarına tâbidir. Dolayısıyla görmeleri, Allah Teâlâ’yı bilmeleri ve taklit ettikleri âlimlerden anladıkları ölçüsünde olacaktır. Ayrıca nimet ve lezzet açısından birbirinden üstün oldukları gibi, bir kısmının rabbine bakmadaki payı aklî lezzet, bir kısmınınki nefsî lezzet, bir kısmınınki hissî lezzet, bir kısmınınki hayalî lezzet, bir kısmınınki keyif verici lezzet ve bir kısmınınki için ise nitelikten bahsedilemeyen bir lezzettir. Bir kısmı da Allah’ı bilmede tâbi olduğu âlimin kendisine verdiği bilgi ya da sahip olduğu bilgi ölçüsünde ya da aklının hayal ettiği kadar mukallittir. Bir kısmı ise mukallit değildir. İşte her biri bu şekilde olur.  s.586


Mûsâ (as) “Rabbim, bana kendini göster, sana bakayım.”348 demiş; O da “Beni asla göremezsin.”349 buyurmuştur. “Beni asla göremezsin.” ifadesindeki sebebin inceliği, hemze ile [ben anlamıyla] “bakayım” şeklinde olmasıdır. Şayet Nûn ile [çoğul anlamla] “Bakalım” ya da Tâ ile [hitap anlamıyla] “Bakasınız” olsaydı cevabı, “Beni asla göremezsin.” şeklinde olmayabilirdi. Soru “bana kendini göster.” ifadesinde mücmel olduğu gibi, cevap da “Beni asla göremezsin.” ifadesinde mücmeldir. Bunun izahı, rü’yet denildiğinde ilk akla gelenin gözle görme olmasıdır. Yani “Gözünle beni göremezsin. Çünkü görmekten maksat, görülen hakkında bilginin hâsıl olmasıdır. Oysa sen her gördüğünde, bir önceki görmenden farklı görmeye devam etmektesin. Dolayısıyla O’nu görmenden dolayı sende asla bir ilim hâsıl olmamıştır. Böylece ‘Beni asla göremezsin.’ ifadesi doğru olmaktadır.  s.592

İnceleyin:  Mal ve Maddî Güç Temin Etme

Soru: Ölüm ile uyku arasında ne fark vardır?

Cevap: Şeyh’in 317. bâbda dediği gibi, ölüm ruhun tam olarak cismi yönetmeyi bırakması ve güneşin batmasıyla gecenin girmesi gibi, bununla bütün yeteneklerin yok olmasıdır. Uyku ise cismi tamamen bırakma değil; uyuyanın hayatta olması kaydıyla, yeteneklerle hissî idrakler arasında gidip gelen buhar perdeleridir. Bunun (uyku) durumu, kendisiyle yeryüzündeki özel yeri arasına bulut giren güneş gibidir. Oysa her ne kadar güneşle yer arasında biriken bulutlardan dolayı güneşi idrak gerçekleşmiyorsa da ışık, hayat gibi mevcuttur.  s.616


Soru: İnsanların arasında meşhur olduğu gibi, İblis cinlerin atası mıdır?

Cevap: İblis, cinlerin atası değildir; ondan önce de cinler vardı ancak ilk isyan eden o oldu.

Soru: İblis’in mertebesi nedir?

Cevap: Onun mertebesi, insanlara kendilerini helâk edecek ya da farkına varmadan Allah katındaki makamlarını düşürecek şeyleri fısıldamasıdır. Ancak Yüce Allah “Gerçek şu ki şeytanın, inanan ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti yoktur. Şeytanın hâkimiyeti, sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” Nahl, 16/99-100. şeklinde haber vermiştir. Yani Allah’tan ve O’nun takdirinden gaflet ederek saptırma işini ona izâfe ediyorlar. Ondan sakındırıldığı hâlde onun vesvesesini alan ve onunla amel etmeyen kimse, onun hilelerinden ve gizli desiselerinden kurtulur. ..s.644


Soru: İblis’in Âdem’e düşmanlığı mı daha şiddetlidir, onun çocuklarına olan düşmanlığı mı?

Cevap: Şeyh’in 325. bâbda söylediği gibi, onun âdemoğullarına olan düşmanlığı, Âdem’e olan düşmanlığından daha şiddetlidir. Bu, âdemoğullarının sudan olmaları ve suyun da ateşe zıt olması nedeniyledir. Âdem’e gelince o, toprakta bulunan kuruluk ile kendisiyle İblis’i bir araya getirmiştir. Dolayısıyla ateşle toprağı bir araya getirmiştir. Bu nedenle Allah adına yemin ederek onlara nasihat ettiğini söylediği zaman, onu tasdik etmiştir. Ancak evlatları, varlıkları İblis’e zıt olduğu için onu tasdik etmemişlerdir. Bu nedenle evlatlarına olan düşmanlığı, babalarına olan düşmanlığından daha şiddetlidir. Şöyle demiştir: “Bu düşmanın bizim gözlerimizle algılamamıza perdelenmiş olması nedeniyle Yüce Allah, merhameti gereği kalbimize dinî yöntemle birtakım alâmetler yerleştirmiştir ve bunlar bizim için zâhiri göz yerine geçerek bunların sayesinde, onu tanırız. Bu, onun ilka ettikleriyle amel etmememiz içindir. Aynı şekilde Yüce Allah, gaybdan gayba ona mukabil kıldığı bir melekle de bize yardım etmiştir.”  s.646


317. bâbda şöyle demiştir: Allah’ın yaratma perdesinin gerisindeki gerçek fail olduğunun hakikatini öğrenmek isteyen kimse, gölge oyununa ve sûretlerine baksın. Kendileriyle bu sûretleri oynatan arasına konulmuş perdenin örtüsünden uzaktaki çocuklara göre bu sûretlerde ve perdede konuşan kimdir? Âlemin bütün sûretlerinde durum böyledir. İnsanların çoğu ise varsaydığımız çocuklar gibidir ve kendilerine nereden geldiğini bilirler. Bu meclisteki çocuklar sevinmekte ve neşelenmektedir ve onlar, gâfildirler. Bunu, oyun ve oyuncak edinirler. Allah’ı bilen âlimler ise ibret alırlar ve bilirler ki Allah, bunu sadece bir misal olarak ortaya koymuştur ki böylece kulları bu âlemin Allah ile durumunun tıpkı bu sûretlerin onların hareket ettiricisi ile olan durumu gibi olduğunu ve bu perdenin de hiç kimseye açılması mümkün olmadığı kader sırrının perdesi olduğunu bilsinler.” Bunu uzun uzun anlatmıştır.  s.668


Yüce Allah “Allah’ın dilemesi olmaksızın bir şey için ‘Bunu yarın yapacağım’ deme! Unuttuğun zaman Rabb’ini an ve ‘Umarım Rabb’im bu konuda doğruya en yakın olana iletir.’ de!”Kehf, 16/23-24. buyurmaktadır. Böylece kulun kendisine gazap etmesini defetmek için Allah’ın dilemesini teşri kılmıştır.  s.674


Yüce Allah “Bir şeyi dilediğimizde ona sadece ‘Ol!’ deriz; o da oluverir.” Nahl, 16/9 buyurmuştur. Kul, emre imtisal ve nehiyden kaçınma hususunda muhalefet etmedi, ancak emir ve yasaklama yaratılan vasıtaların diliyle geldiğinde kul muhalefet etmiştir. Bu peygamber veya onun vekilinin, insanlara “Namaz kılınız” ya da “Oruç tutunuz” demesi gibidir. Kendisine emredilen kul, bazen bunu yapar bazen de yapmayabilir. Ancak Yüce Allah, doğrudan kuluna “Namaz kılan ol! Ya da oruç tutan ol!” derse bu, kesinlikle gerçekleşir. Allah’ın, peygamberinin diliyle söylediği “Namaz kılınız, sabrediniz, sabır yarışında düşmanlarınızı geçin, cihada hazırlıklı olun, cihad için hazırlıklı ve uyanık olun.”İlgili âyet için bkz. Âl-i İmrân, 3/200. âyetini düşün!   s.676


Şeyh Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (ra) “Sana ne iyilik gelirse (yani isnad ve îcâd açısından) Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse bu da (yani îcâd açısından değil, isnâd açısından) kendindendir”405 âyeti bağlamında şöyle derdi: “Ey kardeş! Hz. İbrâhim’in (as) ‘Hastalandığımda bana şifa veren O’dur.’406 şeklindeki sözünü düşün. Nasıl da ‘Beni hasta ettiği zaman’ dememiş de nefse hoş gelmediği hâlde hastalığı kendisine izâfe etmiş; nefse hoş gelen şifayı da Allah’a izâfe etmiştir. Yine Hz. Eyyûb’un (as) ‘ Eyyûb’u da hatırla. Hani o Rabbine ‘Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin’ diye niyaz etmişti.’407 şeklindeki sözünü de değerlendir! ‘Beni derde uğrattın, o hâlde bana merhamet et!’ dememiş, aksine hitap ederken edebini muhafaza etmiştir. Yine Hızır’ın (as) ‘Onu yaralamak istedim’ demek sûretiyle, hoş olmayan yaralama (ayb) fiilini kendisine izâfe etmesini de değerlendir. Nasıl da ‘Rabbin, onların olgunluk çağına ulaşmalarını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi’408 âyetinde nefse hoş gelen durumu Allah’a izâfe ettiğine bak!”  s.686

405 Nisâ, 4/79. 406 Şuarâ, 26/80. 407 Enbiyâ, 21/83. 408 Kehf, 18/82.


Şöyle dedim: İblis’in “Rabbim, nasıl olur da Âdem’e secde etmememi takdir edersin sonra da beni bundan dolayı hesaba çekersin? dediği bize ulaştı. Yüce Allah da “Secdeden kaçındıktan sonra mı benim bunu takdir ettiğimi öğrendin, önce mi?” demiştir. O, “daha sonra” deyince Hak Teâlâ ona “İşte bundan dolayı seni hesaba çekiyorum.” demiştir. İşte bu şekilde kaderin sırrının hükmü, kuş için kurulan tuzağın hükmüdür. Oysa bu, toprağa gömülü bir helezondur. Kulun tercih etmesinin hükmü de yeryüzünde açıkta bulunan bir tanenin hükmüdür. Kuş onu görür ancak tuzağı görmez ve ona göre davranmaz, sadece taneyi görür ve onu almaya koyulur. İşte helâki burdadır. Şayet tuzağı bilseydi kesinlikle taneyi almaya koyulmazdı. İşte âdemoğlu da bu şekilde, sadece tuzağı görmekten ve hesaba çekileceğinden gâfil olduğu zaman günaha düşer. Gerçekleştiği zaman da pişman olur ve istiğfâr eder; Allah tövbe edenleri sever.  s.702


Efendim Ali el- Havvâs’ın şöyle dediğini işittim: Sende daha önce hiçbir eğilim olmadığı hâlde İblis’in seni günaha düşürdüğünü delil ge-tirmekten sakın! Yüce Allah, İblis’in dünyadayken saptırdıklarına cehen-nemde hitap ettiğini haber vermektedir. Burası yalanlayanların tasdik ettikleri ve bu hutbede günahkârların cehâletinin ortaya çıktığı yerdir.Sonunda şöyle der: “Beni kınamayınız, kendinizi kınayınız.422 Ben sadece nefsinizin Allah’ın yasakladığı şeye meylettiğini gördükten sonra vesvesemle sizi ayarttım. Siz meyletmeden önce üzerinizde herhangi bir otoritem yoktu. Dolayısıyla vesvese vermemden önceki meylinizden dolayı kendinizi kınayınız, beni kınamayınız. Nefsiniz, terazinin kefeleri arasında bulunan dilciği gibidir. Ben sürekli sizin yöneliminizi takip eder ve terazinin dilciği çenede kalıp çıkmadığı müddetçe, siz de benden korunmuş olursunuz. Ancak terazinin dilciği kötü bir günah tarafına doğru çıktığı zaman, iradeniz gerçekleşmesini sağlar, ben de size tâbi olurum.” Burada İblis’e itaat eden kulların delili, İblis’in karşı delili ve onların da bu konumda onu tasdik etmesiyle çöker ve İblis’in tek başına onları günaha düşürmediği, nefislerinin bunu gerçekleştirdiği onlar için açığa kavuşur. Onlar da İblis’in kendilerine karşı delil getirmesi gibi, ilâhî hükümlere bakarak, kendilerine karşı İblis için nazarla delil getirmeye başlarlar. Bunun çoğu söylenmez.  s.702


Ey kardeş! Bil ki dünya durdukça akıl sahibi bir insandan yükümlülüklerin düşmesi imkânsızdır. Şayet böyle olmazsa perdesi açılan herkesten yükümlülükler de düşer. Zira bu durumda o, Allah’tan başka fâilin olmadığını görür. Oysa Ehl-i sünnet ve’l-cemâatten hiç kimse böyle bir şey söylememiştir.  s.708


Mu‘tezile, “Emek vererek rızık elde eden, kendisinin râzıkıdır (rızık vereni), emek vermeden elde edenin râzıkı ise Allah’tır” demiş ve “Niceleri vardır ki ne doyuranı ne de barındıranı vardır.”432 hadisini delil getirmiştir. Oysa burada onlara delil olabilecek bir durum söz konusu değildir. Zira burada rızkın mutlak olarak menedilmesi değil, rızkın kolay olmadığı kastedilmektedir. Bu, “Ey dünya, bana hizmet edene sen de hizmet et, sana hizmet edeni de hizmetçi al” kabilindendir.

Ehl-i sünnet “Kulun rızkı, gasb ve hırsızlık gibi yöntemlerle haram olarak elde edilse bile beslenme ve diğer hususlarda istifade ettiği şeydir.” demiştir. Buna karşılık Mu‘tezile, rızkı mülkiyet olarak yorumlayarak “ Haram rızık değildir” demiştir. Bu yorumu geçerli sayacak bir durumun söz konusu olmadığı şeklinde cevap verilir. Zira nice canlılar vardır ki hiçbir mülkiyetleri söz konusu değildir ve Allah onların râzıkıdır… s.724


Yüce Allah, üstlendiğini bize haber verdiği bir şeyi asla terk etmez. “Kendime zulmü haram kıldım” hadisinde olduğu gibi, kendi nefsine bazı şeyleri vâcip, bazı şeyleri de haram kılması, sadece kulların Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmalarını sağlamak için onların akıllarının seviyesine inmek ve onlarla yakınlık kurmak kabilindendir. Aksi hâlde, Allah’ın kullarına verdiği bütün nimetler, O’nun lütuf ve rahmetidir, kullara karşı vâcip anlamı da taşımaz.  s.724


Çalışıp kazanmanın tevekkülü ortadan kaldırmadığı gibi “Çabalamak tevekkülden daha faziletlidir.” şeklindeki hükmün, bunun aksine yorumlanması gereksizdir. Zira Yüce Allah, rızkı iki şekilde vermektedir: Birincisi, hiçbir çaba sarfetmeden nâil olacağın, Allah’ın ilminde yer alan rızıktır. Bunun için “Çabalamak daha faziletlidir.” denilmez. [İkincisi ise] Allah’ın ilminde çaba sarfetme olmaksızın nâil olamayacağın kaydedilen rızıktır. Bunun için de “Çabalamayı terk etmek daha faziletlidir.” denilmez. Kuşkusuz rızık, sahibinin talebi etrafında dolaşmaktadır; rızıklanan ise rızkını talep etmek için çabalamaktadır. Birinin durmasıyla diğeri harekete geçer. Ancak bu durum keşfe muhtaçtır. .. s.728


Bütün mûcizeler, peygamberin peygamber olmasından dolayı, ümmetindeki müminlere kolaylık, kâfirlere de hüccet olması için peygamberin elinde gerçekleşir. Resûlullah’ın İsrâ kıssasını görmez misin? Bu gecenin sabahında insanların karşısına çıkıp ashabına gecede kendisine olup bitenleri ve Rabbi ile arasında meydana gelenleri anlattığında, insanların bir kısmı, zâhirde bir etkisini görmedikleri ve aksine ilâve bir yükümlülük getirdiği için nasıl da inkâr etmiştir!

Mûsâ’ya (as) bak! Rabbinin huzurundan döndüğü zaman Allah, yüzüne iddiasında doğru olduğu kendisiyle anlaşılan bir nûr giydirdi. Bu nûrun şiddetinden onu gören herkes kör olurdu. Kendisini gören, yüzünü üzerinde olan elbisesine sürer ve Allah, ona görme yetisini tekrar geri verirdi. Bu nedenle görenlere onu gördüklerinde eziyet vermemesi için yüzünü örterdi (burka giyerdi).  s.734


Ebû Tâhir el-Kazvînî’nin (rh.a) Sirâcü’l-Ukûl kitabında, şu şekilde kaydedildiğini gördüm: “Bil ki peygamberlerin nübüvvetinin sübutu konusunda en güçlü kesin delili, Allah’ın, peygamberlik iddiasında bulunan zâtın elinde, onun iddiasını destekleyecek şekilde hârikulâde (alışılagelmiş olanı yıkan) olarak yarattığı fiil olan mûcizelerdir. Bu fiil, Allah’ın onun iddiasını tasdik ederek “Sen, benim peygamberimsin.” demesi makamındadır. Bunun örneği şudur: Bir insanın, kendisine itaat edilen kralın huzurunda bir insan topluluğuna “Ey burada bulunanlar topluluğu; Ben, bu kralın elçisiyim. Bu sözümün doğruluğunun alâmeti, kralın yerinden kalkması ve başındaki tacı çıkarmasıdır.” demesi ve kralın da bu müddeinin iddiasının hemen ardından kalkarak tacı çıkarmasıdır. Bu fiil, onun “Evet, doğru söylüyorsun, sen benim elçimsin.” demesi makamında değil midir?  s.742


Soru: Hz. Mûsâ’nın asâsının onların yaptıklarını yutmasından maksat nedir?

Cevap: Bundan kastedilen Şeyh’in el- Fütûhât’ın 16. ve 40. bâblarda dediği gibi, Hz. Mûsâ’nın delili baskın geldiği zaman, insanlar yılanların ip olduğunu, asânın ise yılan olmadığını zannederlerken durumun sihirbazlar tarafından anlaşılmasıdır. Zira ipler ve asâ yok olmuştu ve yok olduğu takdirde Hz. Mûsâ’nın asâsı kendilerine karmaşık gelmişti. Dolayısıyla Hz. Mûsâ’nın asâsı konusunda kendilerinde meydana gelen şüphe de böyleydi. Bunun izahı şudur: Mûsâ’nın asâsı, sadece sihirbazların iplik ve asâlarının sûretlerini yutmuştu. Böylece bunlar,insanlara yuttuklarının daha önce olduğu gibi iplik ve asâ olarak göründüler. Bu, hasmın hak ile hasmının hüccetini iptal etmesi ve bunun bâtıl oluşunun ortaya çıkması gibidir. Şayet yutmaktan maksat, bazı müfessirlerin sandığı gibi iplik ve asâların yok olması olsaydı sihirbazlar, Hz. Mûsâ’nın asâsı hakkında şüpheye düşerdi, durum kendilerine karışık gelirdi ve iman etmezlerdi. Buna dikkat et, ey kardeş! Yüce Allah “Onların uydurduklarını yuttu.”446 buyurmaktadır. Onlar, gerçekte sihirleriyle asâ ve iplikleri dönüştürmediler. Sadece bakanların gözlerinde asâ ve ipliklerden yılan sûretleri uydurdular. Bazılarının sandıklarına göre bunun anlamı, Mûsâ’nın getirdiğinin de sihirbazların getirdikleri gibi olduğu, ancak onun sihrinin onların sihrinden daha kuvvetli olduğu şeklindedir.  s.748


Soru: Nübüvvet kesbî midir, vehbî midir?

Cevap: Bazı ahmakların zannettiği gibi peygamberlik, ibadet ve riyazetle ulaşabilecek, kesbî bir mertebe değildir.

Yüce Allah, “Peygamberleri, onlara ‘Biz de sadece sizin gibi insanlarız. Ancak Allah kullarından dilediklerine lütufta bulunur.’ İbrâhîm, 14/11 demişlerdir.” şeklinde peygamberlerden bahsetmektedir ve O, peygamberlerin “Rabbimi tenzih ederim, ben peygamber bir beşerden başkası değilim.”İsrâ, 17/93. demelerini emretmiştir. Mu‘tezile ve onlara tâbi olanların, nübüvvetin aklen lütuf cihetiyle vâcip olduğuna dair iddialarının aksine, daha önce geçtiği gibi nübüvvet, salt Allah’ın lütfudur. Hak olan onun aklen câiz, tevâtüren ve naklen ise vâcip olduğu, müşâhede ile de neticelendiği şeklindedir.  s.770


Şeyh Muhyiddin 298. bâbda şöyle demiştir: …. “İnsanları helâk eden, onlara sadece acıyı ve çirkinliği veren garezlerinin baskınlığıdır. Şayet garezlerini, yaratıcılarının kendileri için istediği ve seçtiği yerlere sarfederlerse rahatlarlar.  s.776


Soru: “Nûr üstüne nûrdur. Allah dilediklerini nûruna erdirir.”470 âyetinde kastedilen şeriat nuruyla beraber akıl nûru mudur, başka bir şey midir?

Cevap: Şeyh Muhyiddin’in dediği gibi bu iki nûrdan kastedilen, şeriat nûruyla birlikte tevfîk nuru ve hidâyet nûrudur. Şayet bu iki nûr bir araya gelmezse mükellefin hâli kemâle ermez. Zira bir tek nûr, tek başına ışık vermez. Şu var ki şeriat nûrunun, peygamberlerin (sav) gönderildiği anda güneşin nûru gibi zuhûr ettiğinden şüphe yoktur. Ancak yarasanın gündüzün ışığında hiçbir şey görmemesi gibi amâ da bunu görmez. Bu nedenle Allah’ın basiretini körleştirdiği kimse, bu nûru göremediği için iman etmez. Şayet basiret nûru mevcut, ancak şeriat nûru zuhûr etmemişse basiret nûrunun sahibi, nereye gideceğini ve nasıl gideceğini bilmez. Zira bu, meçhul bir yoldur ve onda ne olduğu ve nerede sonlanacağı bilinmez.

Böylece bu yolda yürüyen kimsenin, şayet ışığını hevalardan korumazsa fırtınalı rüzgârlar geleceği ve onu söndürerek ışığını götüreceği bilinmiş oldu. Fırtınalıdan (şiddetli) kastımız, onun tevhid nûru ve imanında etkili olan her şeydir. Şayet hafif bir rüzgâr eserse dili ve ışığı (kandil) eğilir. Yani ışık yolunu kaybettirir. Bu rüzgâr, şeriatın fürûunda hevalara tâbi olmak gibidir. Bunlar, insanın tekfir edilemeyeceği, imanına ve tevhid inancına zarar vermeyen günahlardır.  s.776


cilt:2 https://www.ilimcephesi.com/abdulvehhab-es-sarani-el-yevakit-vel-cevahir-cilt2-notlarim/