Yorgunluk Virüsü

21_yuzyil_toplumu_artik_bir_disiplin_toplumu_degil_performans_toplumudur_h31324_4dc11-300x183 Yorgunluk Virüsü

Covid-19, bir nevi, toplumumuzda yaşanan krizleri bize geri yansıtan bir ayna gibi. Salgından önce zaten var olan patolojik belirtileri daha görünür hâle getirdi. Bu belirtilerden biri de yorgunluk. Hepimiz her nedense kendimizi çok yorgun hissediyoruz. Bu yorgunluk normal bir yorgunluk değil; kendi gölgelerimiz gibi her yerde ve her zaman bize eşlik eden kalıcı bir yorgunluk. Salgın sürecinde kendimizi her zamankinden daha yorgun hissettik. Karantina ortamında üzerimize yüklenen tembellik bizi daha da yordu. Bununla birlikte bazı insanlar boş zamanın güzelliğini yeniden keşfedebileceğimizi, hayatın yavaşlayıp sakinleşebileceğini ileri sürüyor. Ancak aslına bakılırsa, salgın sırasında zamanı boş zaman ve sakinleşme değil, aksine yorgunluk ve depresyon yönetiyor.

YORGUNLUK VE BİTKİNLİK

Peki, niçin bu kadar yorgun hissediyoruz? Günümüzde yorgunluk küresel bir olgu gibi görünüyor. On yıl önce yayımladığım Yorgunluk Toplumu adlı kitapta; yorgunluğu neoliberal başarı toplumunu etkileyen bir hastalık olarak tanımlamıştım. Bu küresel salgın sürecinde yaşanan yorgunluk beni bu konu üzerinde tekrar düşünmeye zorladı. Çalışmak, ne kadar zor olursa olsun, kalıcı bir yorgunluk getirmez. İş bittikten sonra bitkin düşebiliriz ama bu yorgunluk kalıcı yorgunlukla aynı şey değildir. İş bir noktada biter. Kendimizi tabi kıldığımız başarma dürtüsü bu noktanın ötesine geçer. Bu dürtü; boş zamanlarımızda bize eşlik eder, uykumuzda bile bize eziyet eder, çoğu zaman uykusuz gecelere yol açar ve bundan kurtulmak da pek mümkün değildir. İşte bizi asıl yoran bilhassa bu iç baskıdır. Dolayısıyla yorgunluk ve bitkinlik arasında bir fark vardır. Doğru türde bir bitkinlik bizi yorgunluktan bile kurtarabilir. Depresyon veya tükenmişlik gibi psikolojik bozukluklar, derin bir özgürlük krizinin belirtileridir. Bunlar, günümüzde özgürlüğün sıklıkla mecburiyete dönüştüğünü gösteren patolojik bir sinyaldir. Hepimiz özgür olduğumuzu düşünürüz. Ama aslında çökme noktasına gelinceye kadar kendimizi tutkuyla sömürürüz. Kendimizi gerçekleştirip ölesiye daha iyi ve standartlara uygun bir hâle getirmeye çalışırız. Başarının bu sinsi mantığı, bizi sürekli olarak kendimizden öteye geçmeye zorlar. Bir şeyi başardıktan sonra daha fazlasını elde etmek isteriz, yani yine kendimizin önüne geçmeyi arzularız. Ancak, kuşkusuzdur ki, kendinin ötesine geçmek mümkün değildir. Bu saçma mantık en nihayetinde bir çöküşe yol açar. Başarı öznesi özgür olduğuna inanır ama aslında bir köleden başkası değildir. Bir efendisi olmasa bile kendini gönüllü olarak sömürdüğü sürece mutlak bir köledir.

Neoliberal başarı toplumu, tahakküm olmadan da sömürüyü mümkün kılar. Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde çözümlediği şekliyle, emir ve yasaklarıyla disiplin toplumu, günümüzün başarı toplumunu tanımlamıyor. Başarı toplumu özgürlüğün kendisini sömürür. Kendi kendini sömürmek, başkaları tarafından sömürülmekten daha etkilidir çünkü ‘kendini sömürü’ özgürlük duygusu ile çok yakın ilişki içerisindedir. Kafka, kendini efendi sanan kölenin özgürlük paradoksunu büyük bir açıklıkla dile getirmişti. Bir aforizmasında şöyle yazıyordu: “Hayvan efendisinin elinden kırbacı alır ve efendi olmak için kendini kırbaçlar; ne var ki bu, efendisinin kırbacına atılmış yeni düğümün yol açtığı bir hayalden başka şey değildir.” Bu kalıcı cezalandırma bizleri yorgun düşürür ve en sonunda depresyona sokar. Neoliberalizm, bir bakıma, öznenin tam da bu şekilde kendini cezalandırmasına dayanır. Covid-19 ile ilgili esrarengiz olan şey ise hastalığa yakalananların aşırı yorgunluk ve halsizlik çekmesi. Hastalık kalıcı yorgunluğa birebir benziyor gibi görünüyor. Hastalığı atlatan ancak uzun vadede şiddetli belirtiler yaşamaya devam eden hasta sayısı giderek artıyor. Bu belirtilerden biri de “kronik yorgunluk sendromu”. “Piller artık şarj olmuyor” ifadesi bu sendromu oldukça iyi tarif ediyor. Hastalığa yakalanmış ve bu durumdan muzdarip olanlar artık çalışırken eskisi gibi performans gösteremiyorlar. Bir bardak su doldurmak için bile ciddi çaba sarf etmeleri, yürürken nefes nefese kalmamak için sürekli durup dinlenmeleri gerekiyor. Kendilerini yaşayan ölüler gibi hissediyorlar. Bir hasta bu durumu şöyle anlatıyor: “Cep telefonunuzun sadece yüzde 4 şarjı varmış ve şarj edilemediği için de bütün gününüzü bu yüzde 4 şarjla geçirmek zorundaymışsınız gibi hissettiriyor.”

BENCİLLİK, ATOMİZASYON VE NARSİSİZMİN YÜKSELİŞİ

Ancak burada önemli bir nokta var ki, virüs sadece Covid hastalarını değil, artık sağlıklı insanları bile yorgun bırakıyor. Slavoj Zizek Pandemic! Covid-19 Shakes the World (Pandemi! Covid-19 Dünyayı Sallıyor) adlı kitabında bir bölümü bütünüyle “Neden sürekli yorgunuz?” sorusuna ayırıyor. Keza, Zizek, salgının bizi yorduğunun açıkça farkında. Bu bölümde Zizek, Yorgunluk Toplumu kitabımda ele aldığım fikirlerimle ayrışarak başkaları tarafından sömürülmenin yerini kendini sömürünün almadığını, sömürülmenin yalnızca Üçüncü Dünya ülkelerine yerleştirildiğini öne sürüyor. Sömürünün Üçüncü Dünya ülkelerine taşındığı konusunda Zizek’le aynı fikirdeyim. Zaten Yorgunluk Toplumu kitabım Çinli fabrika işçisinin durumuyla değil, esas olarak Batılı neoliberal toplumlarla ilgilidir. Ancak sosyal medya aracılığıyla neoliberal yaşam biçimi Üçüncü Dünya’ya da yayılıyor. Toplumda bencillik, atomizasyon ve narsisizmin yükselişi küresel bir olgudur. Sosyal medya hepimizi aslında özünde bir işletme gibi çalışan birer üreticiye ve girişimciye dönüştürüyor.

İnceleyin:  Ben Poca, Sen John-Biz PC

Toplumu ve topluma ait olan her şeyi tüketen ego kültürünü küreselleştiriyor. Sosyal medyada kendimizi üretiyoruz ve sürekli kendimizi teşhir ediyoruz. Bu öz-üretim, egonun bu süregelen “teşhiri” bizi yoruyor ve bunalıma sokuyor. İşte Zizek kitabında günümüz toplumunun karakteristik özelliği hâline gelen ve küresel salgınla beraber iyice alevlenen bu kronik yorgunluğa ise değinmiyor. Zizek, pandemi kitabının bir pasajında ‘kendini sömürü’ tezine ısınmış gibi gözükerek şöyle yazıyor: “Hatta onlar [evden çalışan insanlar] ‘kendilerini sömürmek’ için daha fazla zaman elde edebilirler.” Küresel salgın sırasında neoliberal çalışma kampı yeni bir isim aldı: evden çalışma. Evden çalışmak, ofiste çalışmaktan çok daha yorucu. Ancak bu, ‘kendini sömürü’nün artması ile açıklanamaz. Evden çalışmayı yorucu kılan asıl şey ise yalnızlık, pijamayla ekran başında bitmek tükenmek bilmeyen oturma. Hâl böyleyken kendimizle yüzleşiriz, sürekli olarak kendimiz hakkında derin tefekkürlere dalmaya ve kafa yormaya mecbur kalırız. Kalıcı yorgunluk, nihayetinde bir tür ego yorgunluğudur. Evden çalışmak, bizi kendi içimizde daha da derinlere savurarak bu yorgunluğu şiddetlendirir. Bu tabloda bizi egomuzdan uzaklaştırabilecek diğer insanlar eksiktir. Yorgunluğumuzun sebebi; sosyal iletişim, sarılmalar ve fiziksel temasın eksikliğidir. Karantina şartlarında Sartre’ın Çıkış Yok’ta (No Exit) yazdığı gibi belki de diğer insanların “cehennem” değil, aksine şifa olduğunu anlamaya başlıyoruz.

Ötekinin Kovuluşu’nda (The Expulsion of the Other) anlattığım gibi; virüs, ötekinin ortadan kaybolmasını da hızlandırıyor.Evden çalışmanın yol açtığı yorgunluğun bir başka nedeni de ritüellerimizin yok olması. Esneklik adına, yaşamı dengeleyen ve canlandıran sabit zamansal yapıları ve mimarileri kaybediyoruz. Özellikle ritmin olmaması depresyonu yoğunlaştırıyor. Ritüel, iletişim olmadan bir topluluk yaratırken günümüzde hüküm süren durum ise topluluk olmadan iletişimin olması. Futbol maçları, konserler, restorana, tiyatroya ya da sinemaya gitmek gibi hâlâ sahip olduğumuz ritüeller bile iptal edildi. İnsanlarla selamlaşma ritüellerinin yokluğunda, kendimize doğru geri çekiliyoruz. Birini candan selamlayabilmek, kişinin üzerindeki yükü hafifletmeye yetiyor. Sosyal mesafe, sosyal hayatı yerle bir ediyor ve bizi yoruyor. Öteki insanlar, aramıza fiziksel mesafe koymamız gereken potansiyel virüs taşıyıcılarına indirgeniyor. Virüs mevcut krizlerimizi büyütüyor. Zaten hâlihazırda krizde olan toplumu yok ediyor. Bizi birbirimize yabancılaştırıyor. Sosyal alanı azaltan ve herkesi birbirine uzaklaştıran sosyal medya çağında bizi olduğumuzdan daha da yalnızlaştırıyor. Karantina sırasında ilk terk edilen şey kültür oldu. Peki kültür nedir? Kültür toplumu doğurur! Onsuz, biz sadece hayatta kalmak isteyen hayvanlara benzeriz. Bu krizden bir an önce kurtulması gereken ekonomi değil, her şeyden önce kültür, yani toplumsal yaşamdır. Bitmek bilmeyen Zoom toplantıları da bizi yorgun düşürüyor. Zoom zombilerine dönüşüyoruz. Durmadan aynaya bakmaya mecbur ediliyor ve sürekli kendi yüzümüzle karşı karşıya kalıyoruz. Ekranda kendi yüzümüze bakmak bıkkınlık veriyor. İronik bir biçimde, virüs tam da toplumumuzun narsisizminin sonucu olarak açıklayabileceğimiz ‘özçekim’ modası zamanında ortaya çıktı. Virüs bu narsisizmi derinleştiriyor. Küresel salgın sırasında hepimiz sık sık kendi yüzlerimizle karşılaşıyor; ekranlarımızın önünde bir çeşit sonu gelmeyen bir özçekim üretiyoruz. Bu da bizi yoruyor.

DİJİTAL AYNANIN TETİKLEDİKLERİ

Zoom narsisizmi kendine özgü yan etkiler de üretiyor. Estetik cerrahide bir patlamaya yol açtığını söyleyebiliriz. Ekrandaki bozuk veya bulanık görüntüler insanların görünüşlerinden dolayı umutsuzluğa düşmesine sebep olurken, bir yandan da ekran çözünürlüğü iyiyse kırışıklıklar, kellik, karaciğer lekeleri, göz altı torbaları veya diğer sevimsiz cilt kusurlarını anında tespit ediyoruz. Covid-19 salgınının başlangıcından bu yana Google’da estetik cerrahi aramaları hızla artış gösterdi. Karantina sırasında, estetik cerrahlar, yorgun görünümlerini iyileştirmek isteyen müşterilerden gelen sorularla dolup taştı. Hatta artık “Zoom dismorfisi”nden söz ediliyor. Bu dismorfiyi (kişinin fiziksel görünümündeki kusurlarla ilgili abartılı bir endişe ve saplantı hâli) dijital ayna tetikliyor. Virüs, salgın öncesinde bizi zaten pençesine almış olan optimizasyon çılgınlığının sınırlarını zorluyor. Virüs toplumumuza bir ayna tutuyor. Ve ‘Zoom dismorfisi’ durumunda, ayna gerçektir! Kendi görünüşümüzle ilgili saf umutsuzluk içimizde yükselir. Zoom dismorfisi; yani egolarımızla ilgili olan bu patolojik endişe de bizi yorgun düşürüyor. Küresel salgın, dijitalleşmenin olumsuz yan etkilerini de ortaya çıkardı. Dijital iletişim oldukça tek taraflı, daraltılmış bir ilişki: Bakış yok, beden yok. Diğerinin fiziksel varlığından yoksun. Salgın süreci, esasen insanlık dışı olan bu iletişim biçiminin norm hâline gelmesini sağlıyor. Dijital iletişim bizi çok ama çok yoruyor.

Bir yankılanma içermeyen mutluluktan yoksun bir iletişim. Bir Zoom toplantısında teknik olarak birbirimizin gözlerinin içine bakamıyoruz. Tek yaptığımız ekrana bakmak. Ötekinin bakışlarının yokluğu bizi yorgun bırakıyor. Bu salgın, umarım başka bir kişinin fiziksel varlığının mutluluk getiren bir şey olduğunu, dilin fiziksel deneyim gerektirdiğini, bir diyaloğun bedenler olmadan başarılı olamayacağını ve en nihayetinde bizim fiziksel yaratıklar olduğumuzu anlamamızı sağlayacaktır. Fiziksel deneyim anlamına da gelen ve salgın sırasında mahrum kaldığımız ritüeller; topluluk oluşturan ve dolayısıyla mutluluk getiren fiziksel iletişim biçimlerini temsil ederler. En çok da bizi egolarımızdan uzaklaştırırlar. Mevcut durumda, bu ritüeller aslında kalıcı yorgunluğun panzehiri olacaktır. Fiziksel boyut bu şekilde topluluğun özünde de vardır. Dijitalleşme, bedensizleştirici bir etkiye sahip olduğu sürece topluluk ahengini zayıflatır. Virüs bizi bedene yabancılaştırır. Sağlık çılgınlığı Covid-19 salgınından önce zaten yaygındı. Şimdiyse, sanki sürekli bir savaş durumundaymışız gibi, esas olarak hayatta kalmakla ilgileniyoruz. Hayatta kalma savaşı olduğu sürece, iyi bir yaşamın nasıl olacağı sorusu ortaya çıkmıyor. Yaşamın tüm güçlerini ne pahasına olursa olsun yalnızca yaşamı uzatmak için çağırıyoruz. Bu amansız hayatta kalma mücadelesi küresel salgın ile yaygın bir yükselişe geçiyor. Virüs dünyayı, tüm yaşamın donarak sadece hayatta kalmaya indirgendiği bir karantina koğuşuna dönüştürüyor.

İnceleyin:  21.Asrın Müslümanlara Vaadi

İYİ YAŞAM DUYGUSUNUN KAYBOLUŞU

Günümüzde sağlık, insanlığın en yüksek hedefi hâline geldi. Hayatta kalma toplumu ‘iyi yaşam’ duygusunu kaybediyor. Zevk bile kendi başına bir amaç hâline gelen sağlığın sunağında feda ediliyor. Nietzsche bu durumu çok daha önceden ‘yeni tanrıça’ olarak adlandırmıştı. Sigara içme yasağı da aslında hayatta kalma çılgınlığını ifade ediyor. Zevk, hayatta kalma mücadelesinde yoldan çekilmek zorunda. Yaşamın uzaması en yüksek değer hâline geliyor. Hayatta kalma uğruna, hayatı yaşamaya değer kılan her şeyi seve seve feda ediyoruz. Fakat akıl, bir salgında bile yaşamın tüm yönlerini feda etmememiz gerektiğini söyler. Yaşamın, sadece bir hayatta kalma mücadelesine ve süssüz, boş bir hayata indirgenmemesini sağlamak siyasetin görevidir. Ben bir Katolik’im. Özellikle böylesine tuhaf zamanlarda kiliselerde vakit geçirmeyi seviyorum. Geçen yıl Noel’de, salgına rağmen gerçekleşen bir gece yarısı ayinine katıldım. Beni mutlu etti. Ne yazık ki, çok sevdiğim tütsü yoktu. Kendi kendime sordum: Salgın döneminde tütsü konusunda da katı bir yasak var mı? Neden? Kiliseden çıkarken, alışkanlık gereği, kutsal su kabının içine elimi uzattım ve ürktüm: Kap boştu. Yanına bir şişe dezenfektan yerleştirilmişti. ‘Korona Sıkıntısı’ [corona blues] Covid-19 salgını sırasında yayılan depresyona Korelilerin verdiği isim. Sosyal etkileşimden uzak karantina koşullarında depresyon derinleşiyor. Asıl salgın depresyondur.

Yorgunluk Toplumu kitabım şu teşhisten yola çıkmıştı: “Her çağın kendine özgü hastalıkları vardır. Nitekim bir zamanlar bir bakteri çağı vardı; antibiyotiklerin bulunmasıyla sona erdi. Yaygın bir grip salgını korkusuna rağmen viral bir çağda yaşamıyoruz. İmmünolojik teknoloji sayesinde onu çoktan geride bıraktık. Patolojik bir bakış açısından baktığımızda, yeni başlayan 21. yüzyıl bakteriler veya virüsler tarafından değil, nöronlar tarafından şekillenecek. Depresyon, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), borderline kişilik bozukluğu (BPD) ve tükenmişlik sendromu gibi nörolojik hastalıklar, yirmi birinci yüzyılın başında patolojinin manzarasını işaret ediyor.” Yakında virüsü yenmek için yeterli aşımız olacak. Ancak depresyon salgınına karşı aşı bulunamayacak. Aslına bakılırsa depresyon da tükenmişlik toplumunun bir belirtisidir. Başarı öznesi, artık “yapamayacak” olduğu anda tükenmişliğe sürüklenir. Kendi kendine dayattığı başarma beklentisini karşılayamaz hâle gelir. Artık “yapamamak”, yıkıcı bir özeleştiriye ve otomatik saldırganlığa yol açar. Başarı öznesi kendisine karşı bir savaş açar ve onun içinde yok olur. Kendine karşı kazanılan bu savaştaki zafere tükenmişlik denir.

Güney Kore’de her yıl birkaç bin kişi intihar ediyor. Bunun başlıca nedeni ise depresyon. 2018’de okul çağındaki yaklaşık 700 çocuk intihara teşebbüs etti. Medya bile bunun “sessiz bir katliam” olduğunu ifade ediyor. Öte yandan, şimdiye kadar Güney Kore’de Covid-19’dan sadece 1.700 kişi öldü. Çok yüksek intihar oranı basitçe başarı toplumunun ikinci derecede hasarı olarak kabul edilir. Bu oranı düşürmek için şimdiye kadar önemli bir tedbir alınmadı. Salgın intihar sorununun iyice derinleşmesine sebep oldu. Güney Kore’deki intihar oranı salgın patlak verdiğinden beri hızla arttı. Virüs görünüşe göre depresyonu da şiddetlendiriyor. Ancak dünya genelinde bu küresel salgının psikolojik sonuçlarına yeterince dikkat edilmiyor. İnsanlar biyolojik varoluşa indirgendi. Herkes, durumu yorumlamaya gelince mutlak otoriteyi üstlenen virologları dinliyor. Salgının neden olduğu asıl kriz ise, süssüz ve bomboş bir hayatın mutlak bir değer hâline getirilmesi. Covid-19 virüsü, patolojik sosyal fay hatlarını derinleştirerek tükenmiş toplumumuzu yıpratıyor. Bizi toplu bir yorgunluğa sürüklüyor. Bu nedenle koronavirüs, yorgunluk virüsü olarak da adlandırılabilir. Ancak virüs aynı zamanda Yunancada ‘krisis’ anlamına gelen bir kriz, yani bir dönüm noktası. Çünkü aynı zamanda kaderimizi tersine çevirmemize ve sıkıntılarımızdan uzaklaşmamıza da izin verebilir. Ve bizlere acilen şöyle hitap ediyor: Hayatınızı değiştirmelisiniz! Ancak bunu toplumumuzu kökten gözden geçirirsek ve yorgunluk virüsüne bağışıklı yeni bir yaşam biçimi bulmayı başarırsak yapabiliriz.

Kaynak: https://www.thenation.com/article/society/pandemic-burnout-society/

Çeviren: Raziye Ertok

Ümran Dergisi, Temmuz-Ağustos 2021,syf:49-46

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir