..ve ben siyah bir mum gibi sana yanmak için buradayım,
yanmak siyah bir mum gibi af dilemeye yüzü olmadan.
(Osip Mandelstam, “Siyah Mum”)
Endişeyle bakıyorsun fırtınayla dağılmış yüzüme ve “Bu, artık o adam değil,” diye düşünüyorsun kaygını büyüterek. Sandalyenin tam ucundasın; kalkmaya her an hazır, çantan kucağında, sarılmışsın sıkı sıkı, kopacak bir şeyleri tutmaya çalışıyorsun ya da kopartmaya çalıştığın bir şeyleri. Evet, kıyametimi.
Ellerin titriyor bu ağustos sıcağında sigaranı yakarken, çayını ağzına götürürken, şakaklarına bastırırken. Mahcup olma diye yürüyüp geldiğin yola bakıyorum; hangi sokaktan dönüp bu sahil kenarına ulaştığını, hangi vitrine gözünün takıldığını, kaldırımın hangi noktasına bastığını ve kaldırımların çiçek açtığını, şehrime ve masama nerelerden bir bahar taşıdığını tahmin etmeye çalışıyorum. Seni tahmin etmek çok güzel; bir insanı tahmin etmek, ona dair düşünmek çok güzel. Fırlatıp atıldığın ve yalnız kaldığın bu dünyada, dikkatini cezbeden, üzerine düşünebileceğin, hayal kurabileceğin biriyle karşılaşıp ona dair hayaller kurmak çok güzel. Mucizeleri her zaman süslü kelimelerle anlatamazsın çünkü mucize bir yönüyle de ürpertici ve sarsıcı bir şeydir, etkisi altına alır ve öylece donakalırsın. Bazen “Çok güzel,” diyebilirsin sadece çünkü öğrendiğin tüm kelimeler, betimlemeler o parıltı karşısında çaresiz ve sönük kalır. Bana geldiğin ve artık gideceğin yolları izleyerek “Çok güzel,” diyorum içimden, çok güzel ve çok güzelsin. Yaşlandığımı görüyorsun değil mi? Yolun tam ortasına geldiğimi, dünyaya yalandan da olsa bir kök salamadığımı, tutunamadığımı; o pamuk ipliğini, düşlediğim şiirleri ve parçaladığın kalbimi… Geçmişin baltasıyla parçalıyorsun kalbimi sevgilim. Dağılıp gidiyoruz sevgilim, kırılıp gidiyoruz ve üstelik kekik de toplayamadık seninle. Hem zaten insan bu dünyaya dağılmak, kırılmak ve bir daha toparlanmaya bile fırsat bulamadan çekip gitmek için gelmemiş midir? Bana verilen bu vazifeyi kendimi bildim bileli istikrarlı bir biçimde sürdürüyorum ve görünen o ki sürdürmeye devam edeceğim. Sahaf Nedret İşli vesilesiyle rahmetli Fethi Naci’nin kütüphanesini görme şansına erişmiştim. Turgut Uyar, Fethi Naci’ye hediye ettiği bir kitabı şöyle imzalamış: “Sürdürmeyi sürdür.” Evet, bazılarının kaderi tam olarak budur: sürdürmeyi sürdürmek. Sürdürüyorum.
Dostoyevski’yi en iyi anlatan biyografi kitabının yazan Henri Troyat büyük romancının kar fırtınasında kürek cezasına giderken takındığı o vakur tavrı ve kabullenişi anlatırken şöyle der: “Bazı insanlar fırtınada soluk alıp verirler!”* Dinmeyen fırtınalar, bitmeyen yokuşlar, yürümekle varılmayan o evler ve bizim büyük çaresizliğimiz… Giydiğimiz hüküm tam olarak budur.
“Bu son konuşmamız mı?” diye soruyorum boynundaki kolyeye bakarak. Susuyorsun çünkü büyük bir hayal kırıklığı taşıyorsun. Bu suskunluktan ne anlamalıyım, diye düşünüyorum o an ve sonrasında uzunca bir süre. Şimdi anlıyorum ki son konuşmamızmış ve içinde büyük hayal kırıklıkları taşıyanlar, konuşmak istediklerinde hep susarmış. Çünkü insan yokluğu anlatmak ister sıklıkla ve ses, o yokluğun sadece izidir, bazen önemsizdir ve bu yüzden sessizlikle anlatılır bazı yokluklar. Böyle şeyler yazınca ve söyleyince bazen eleştiriliyorum. Terapistler insanlara umut vermeli, mutlu etmeli, aydınlığı işaret etmeliymiş ve ben yazdıklarımla bunun tam tersini yapıyormuşum. Tüm bu zorlukları ve acıları ruhumda, bedenimde hissederken cikletlerden çıkan fallara dönüşmüş ruhsuz psikoloji bilgilerini mi paylaşayım? O bayağılık çukuruna bir taş da ben mi atayım? Nerede kaldı Jung’un yaralı şifacısı?
İnsanım, daha doğrusu insan olmaya çalışıyorum ve bir şeyler hissediyorum yaşarken ve dünyaya bakarken. Hissettiğim bu şeyleri kendi kalp ve zihin süzgecimden geçirerek yazmaya, anlatmaya çalıştım hep ve bunu yaparken de numara çekmeyi, gizlenmeyi hiç sevmedim. Hissettiklerimden, beni ben yapan bu duygulardan hiç utanmadım; öylece sahici bir – biçimde orta yere bıraktım, sadece görünsün diye değil, birilerine yoldaşlık etsin, birileri kendilerini yalnız ve ayrık otu gibi hissetmesin diye, bu dünyanın sadece kendi içlerini ezmediklerini bilsinler diye. Ömrüm yettikçe de bunu sürdüreceğim.
Yeni alışkanlıklar ediniyorum: sebze yemeye başladım, zoraki de olsa bol su içmeye, çiçek yetiştirmeye ve gece yürüyüşlerine. En çok bu gece yürüyüşleri heyecanlandırıyor beni; Maçka, Nişantaşı, Osmanbey, Harbiye, Taksim, Tarlabaşı, Dolapdere. Sokaklar bir şiir sonrası gibi sessiz; anladıklarımızı ve anlamadıklarımızı düşündüğümüz o an gibi sessiz. Birini arıyorum; bir şeylerin gelip beni bulmasını, bana çatmasını. Beni bulan tek şey hatıralar oldu. Sokaklar, dükkanlar, köşe başları, otobüs durakları, metro istasyonları, geçmiş güzel günler, artık ulaşılmayacak olan hatıralar… Ömrümün kalanında tüm bu acı hatıralarla ne yapacağımı hiç bilmiyorum ve her Şey yavaş yavaş ilerliyor. Ayrılıktan doğan hüzün birden değil yavaş yavaş kaplar içimizi. En başta kimi yitirdiğimizi biliriz fakat sonrasında o kişide neyi yitirdiğimizi fark ederiz. Bu farkındalıkla güzel günlerin, sevinçlerin ve hayallerin artık yaşanmayacağını bilmek en büyük kayba ve acıya dönüşür. Her şey dönüşüyor Bahar, her şey dönüşüp kayboluyor ve biliyorsun bazı insanlar ölür, bazıları yok olur. Yavaş yavaş yok olacağımı en iyi sen biliyorsun.
Kış geliyor ve daha yıllarca kış gelecek dünyaya. Gelecek hiçbir kışı beraber karşılayamayacağız. Yapmaya söz verdiğin o çikolatalı kek ve filtre kahveyle yürüyemeyeceğiz kar altında ve hiçbir mekânda, zamanda. Ördüğün o gri atkıyı bu kış da takacağım. Soğuktan değil de varlığımın ağrısından koruyordu beni en çok. Bu kıştan ve bu ağrılardan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum. Bildiğim şey şu: İnsan ağrıyan yerlerinden doğar, bir kimlik ve ruh kazanır. Bir zaman sonra da o ağrının kendisine dönüşür ve nihayetinde insan, dinmeyen bir ağrıdır aslında.
Yaşamanın üzerinde koyu bir sis dolaşır ve insan o sis dağılınca her şeyin daha güzel, daha görünür, daha parlak ve ağrısız olacağına inanır. Oysa gerçek bundan çok uzaktadır. Yaşamak ancak üzerimizdeki o koyu sis perdesini kabul etmekle mümkün olur, anlam kazanır. Yaşantımın üzerindeki sisler dagıldı, artık her şey gözle görülecek biçimde ve mesafede fakat etraf bomboş, gördüğüm ve hissettiğim tek şey o sonsuz boşluk. Öncesi, şimdisi ve sonrası olmayan bir boşluk… Buna dayanamıyorum. Dünya, beni yeniden doğur.
İşte birbirine bu kadar yakın ve birbirinden bu kadar uzak insan. Dünyanın merkezine koyduğun o kalp, bir zaman sonra öfkeli gözlerle sana yöneltilmiş bir silaha dönüşebiliyor. Güzel günler, verilen sözler, kurulan hayaller bir anda yok olup hiçliğe ve hissizliğe dönüşebiliyor. Gözlerine bakıp “Şimdi düşman mıyız?” sorusuna bir yanıt arıyorum, oysa tüm düşmanlarının ilk hedefi ben olmak istedim ve isterim. Ama fark ediyorum ki artık sokağındaki tedirginliğim ve bu da benim ardım sıra
sürükleyeceğim lanetim. Tüm veda ve ayrılık anlarında kurulabilecek en dokunaklı cümleyi kurmak ister insan ama başaramaz. Benliğinden yeri doldurulamayacak bir parça kopup senden uzaklaşırken o tılsımlı sözcükleri asla bulamaz şaşkınlıkla donakalırsın. Sevmek çok kere uyuşturur. Sonrasında zaman değişir; aylarla, mevsimlerle değil “iyi ki” ve “keşke”lerle akıp gider günler. Nihayetinde benliğinin kayıp parçası tüm dünyanı kaplar, üzerini örter. Yaşamak bir arayış haline dönüşmüştür artık. Dünyaya gelmekle ilk adımını attığın o arayışa, yolunu, sonunu kestiremediğin yeni bir arayış daha eklenmiştir. Çok geçmeden evin sevilmeyen çocuğu/sorusu da gelip masaya kurulur: Peki şimdi ne olacak?
O masada bir vedayı hak etmiştim oysa. Geçen o güzel yılların ve yürüdüğümüz yolların hatırına bir vedayı hak etmiştim. Rüzgâra karışan bir şeyler söylüyorum, sigaranı kül tabağında söndürüp denize atıyorsun, ardında senden geriye hiçbir şey kalmasın diye.
Söylediklerimi duydun ama ağzını açıp tek bir kelime dahi etmedin. Yavaşça masadan kalktın, döküldü omzuna saçların, tereddüt etmeden sonuma doğrü yürümeye başladın ve uyandım.
Uyandım Bahar, uyuyup uyandım, savruldum, senin olmadığın kaç memleket varsa oraya savruldum, kırgınım ve çok kırgınım.
Fernando Pessoa’dan: “Hayattan çok az şey istedim ama o, o kadarını bile esirgedi benden. Azıcık güneş, kırlar, bir lokma ekmek, bir lokma huzur, canımı fazla yakmayacak bir yaşama bilincim olsun ve bir de ne kimseye muhtaç olayım ne el âlem bana muhtaç olsun. Bu kadarı bile esirgendi benden, hani yüreğimizin katılığından değil de paltomuzun düğmelerini açmaya üşendiğimiz için dilenciyi başımızdan savarız ya, işte o şekilde.”*
Şimdi bu baştan savılmış halimle ne yapacağım dünyada?
Gökhan Ergür – Yaşanmayacak Kadar Güzel,syf.19-23
Dipnotlar:
H. Troyat, Dostoyevski (İstanbul: İletişim Yayınları, 2020)
F. Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı (İstanbul: Can Yayınları, 2021).
0 Yorumlar