Umutsuzluk ve Umutsuzlukla İlişkili Kavramlar

woman-3478437_1920-min-300x199 Umutsuzluk ve Umutsuzlukla İlişkili Kavramlar

Umut

Umut, “ummaktan doğan duygu,”,“bir şeyin gerçekleşmesi ihti­malinin verdiği ferahlatıcı duygu, ümit”, “mümkün olan fakat kesin olmayan bir şeyi istemek ve beklemek” anlamına gelmektedir.1

Umut kelimesi İngilizce, “expectation” ve “prospect” ve “hope”, kelimeleriyle ifade edilmektedir. Fakat kelimenin çalışmamız bağla­mında kavramlaşmış ifadesi “hope” şeklindedir.2

Umut, Arapçada “recâ”, “emel”, “terakkub” ve Farsça ise “ümmid” kelimeleriyle ifade edilmektedir. “Recâ”, kulun Allah’ın rahmetini umarak ümit içinde olması anlamında tasavvuf! bir terimdir. Recânın rehbet, rağbet, muhabbet, temenni, emn, havf ve yeis gibi dinî ve ta­savvuf! kavramlarla ilişkisi vardır. Sûfıler genellikle recâ ve havf hâl olarak kabul etmişlerdir.3

“Emel”, istemek, ummak anlamında genellikle recâ ile aynı an­lamda kullanılmaktadır. Ancak, emelin gerçekleştirilmesi uzun za­mana bağlı bulunan istekleri, recânın orta vadedeki beklentileri ifade ettiği, kısa sürede gerçekleşmesi umulan şeyler içinse tama (tamah) kavramının kullanıldığı belirtilmektedir. Tûl-i emel veya kasr-ı emel bağlamında emel, genellikle zühdün karşıtı ve bedensel hazların tat­mini, dünya sevgisinin ifadesi olarak insanın uzun vadeli arzular, te­menniler taşıması anlamında kullanılmaktadır.[4]

“Terakkub; beklemek, ümit etmek, yolunu gözlemek ve ummak anlamında kullanılmaktadır.[5]

Umut, gelecekte herhangi bir insandan, bir olaydan ya da varlık­tan ötürü ortaya çıkması beklenen ve olumlu bağlara yol açan, henüz gerçeklik kazanmamış kişisel ve toplumsal beklenti olarak tanım­lanmaktadır.[6] Umut kavramım psikologlar, gelecekle ilgili beklenti yönüne dikkat çekerek tanımlamaktadırlar. Bu bağlamda Rideout ve Montemuro umudu, bir amacı gerçekleştirmede sıfırdan fazla olan beklentiler; umutsuzluğu ise bir amacı gerçekleştirmede sıfırdan az olan beklentiler şeklinde tanımlamaktadırlar.[7]

Umut, daha büyük bir canlılık, daha yüksek bir duyarlılık ve akıl­cılık sağlamak yönünde gerçekleştirilmek istenen her toplumsal deği­şimin belirleyici öğesidir. Ancak umut, gerçekleşmesi imkânsız olan koşulların gerçekçi olmayan bir şekilde zorlanması da değildir. Umut, yaşamaya ve büyümeye eşlik eden, onunla birlikte bulunan bir ruh­sal öğedir.[8] Ayrıca “yaşama iradesi”, “anlam arayışı”, “yaşam sevgisi’ni umudun karşılığı olarak kullanan psikologlar[9] olduğu gibi derin bir inanan, umudun bileşeni olduğunu söyleyerek umudun inanç boyu­tuna (hayata, geleceğe inanma) dikkat çeken psikologlar da olmuştur.[10]

Geleceğe dönük olmak, insanda en güçlü eğilimlerden biridir. Zira Varoluşçu psikolojide vurgulandığı üzere, “geçmiş” ve “şimdi”, geleceğin ışığında nitelik kazanmaktadır. İnsan her ne kadar maddi anlamda tarihsel bir varlık olma özelliği taşıyorsa da aynı zamanda ruhsal yapısıyla tarih ötesi bir varlıktır. Geleceğe yönelik güçlü bir umut, hem geçmişin acılarından sıyrılmasında hem de mevcut sıkın­tılara katlanma yürekliliğini göstermesinde insan için eşsiz bir güç kaynağı teşkil etmektedir.[11]

Geleceğe dönük olumlu fonksiyonunun yanında umut, özellik­le kriz ve felaket dönemlerinde, bir taraftan bireysel ya da toplumsal dayanma gücü sağlarken, diğer taraftan da iyimserlikten doğan bir “sığınma” duygusu aşılar. Yani umut, güvenin açık bir ifadesidir. Zira olumlu anlamıyla umut, arzulanan bir olguyu ya da varlığı hedefler.[12]

Synder ve diğerleri umudu, duygusal ve bilişsel olmak üzere iki boyutlu olarak değerlendirmişlerdir. “Agency (vasıta)” adı verilen ilk boyut, amaca ulaşmayı isteme ve amaca ulaşmak için kendinde güç hissetme olarak tanımlanmaktadır. Umudun bu boyutu, geçmişte­ki içinde bulunulan andaki ve gelecekteki hedefi elde etmede başa­rdı kararlar verildiğine ya da verilebileceğine ilişkin özellikler içerir. Umudun ikinci boyutu ise ”pathway (yol)” olarak adlandırılmaktadır. Bu boyut da bireyin amaçlarına ulaşmada başardı planlar yapabildiği ya da yapabileceğine ilişkin inancım içermektedir. Her iki boyut da birbirleri de ilişkili ve birbirlerinin etkilerini olumlu yönde artırıcıdır. Hem umut hem de umutsuzluk, bireyin gelecekteki gerçek amaçla­rına ulaşma olanaklarının olası yansımalarıdır. Umut ve umutsuzluk karşıt beklentileri simgeler. Umutta amaca ulaşmak için uygulamaya konan planların başarılacağı öngörüsü varken, umutsuzlukta başarı­sızlık yargısı vardır.[13]

Fonksiyonu itibariyle umudu sadece gelecek zamanla sınırlandırmak doğru değildir. Geçmişi ve yaşanan anı geleceğe kurban etmek; yani geçmiş tecrübelerden tamamen bağımsız olarak tüm seçenekleri geleceğe bağlamak, yaşanan gerçeklikten kopmaya yol açar. Yaşanan anın gereklerini yerine getirmeyen insanın gelecekte umut ettiği ile birlikte ortaya çıkacak yükümlülüklere kayıtsız kalacağı, güçlü bir ih­timaldir. Diğer taraftan umut, gerçeklik ile bağlantılı olduğu sürece anlamlı neticelere yol açabilir. Çünkü gerçekleşmesi mümkün olma­yan beklentilere umut bağlamak, hayal kırıklığı ile sonuçlanabilir.[14]

Umut, genel anlamda istenilen, arzu edilen herhangi bir şeyin gerçekleşmesini beklemek ya da beklemekteki direnmeyi hoş göster­mek için kullanılan bir sözcüktür. Ayrıca geleceğe yönelik bir şeyin olmasını beklemek ya da olacağına inanmaktan doğan iç ferahlığı an­lamında da kullanılmaktadır. Umut, bireye yaşam içerisinde karşılaşı­lan çeşidi sorunların çözümleri olduğu bilgisi ve bilinci ile bir güven duygusu verir. Umut bir şeyi isteme, olmasını arzu etmeyi belirten bir duygu olduğundan genellikle arzu ya da istek sözcükleriyle de aynı anlamda kullanılır. Kavramın psikolojik bağlamda yapılan bu tanımı, özellikle tasavvufi literatürdeki “bireyin bedensel ve dünyevi istekler konusunda arzu içerisinde bulunma”, yani “emel” kavramına karşılık gelmektedir. Umut kavramının, sadece bir amacı gerçekleştirmek için sıfırdan fazla beklenti sahibi olmak şekilde tanımlanması, anlam alanı­nı daraltmakta ve umut-umutsuzluk yaşantısına ahlaki ve dinî bir başa çıkma yaklaşımım sınırlandırmaktadır. Bu bağlamda umudun; yaşam, gelişim, derinleşme ve ahlaki nitelik edinme, kemâle ve huzura erme gibi ruhsal yönlü durumlar hakkında arzu içerisinde olma niteliği dik­kate alınarak en genel anlamıyla bireyin geleceğe iyimser yaklaşımı ve bir istek ve amacın gerçekleşmesini beklemenin, buna inanmanın doğurduğu coşkusal haz, güven, rahatlık ve hoş bir durum olarak tanımlanması daha isabetli olacaktır. Umut, gerçekleşmesi bize kesin gibi gelmeyen, önümüzdeki ya da geçmişteki bir şeyin imgesinden meydana gelmiş kararsız bir sevinçtir. Ümit etmek, henüz doğmamış bir gerçekliğe katılmak ve onun gelişimine katkıda bulunmaya hazır olmaktır. Ayrıca bu olay, kişinin yaşadığı süre içerisinde gerçekleşme­se bile onun gerçekleşeceğinden kuşku duymamak da ümit etme kav­ramının içerisine girer.[15]

Hayata sarılma noktasında umut, basit bir beklenti veya arzudan ibaret değildir. Çünkü insan her an engellenebilir, arzusuna ulaşa- mayabilir ve üstelik sahip olduklarını kaybedebilir. Hangi sebepten olursa olsun umudun hayal kırıklığı ile sonuçlanmaması için sarılma­ya değer bir amaca yönelik olması gerekir. Bu nedenle umut, kendini aşmaya yani kendi ötesine aşmaya imkân tarayan bir anlama bağlı ol­mak zorundadır. Din, kendini aşmayı mümkün kılan anlam içeriğiyle umuda cevap verebilen eşsiz değer kaynaklarından biridir.[16]

2.1.2.Umutsuzluk

Türkçede “umutsuz olma durumu”, “ümitsizlik, meyusiyet”; İn­gilizcede, “despair” “desparation”, “bleaknes” ve “hopeless” gibi ke­limeler umutsuzluk anlamı taşımakla beraber, daha ziyade umutsuz olmanın karşılığı olarak ve ayrıca “umutsuzluk hissetme”, “umut işa­retleri taşımama”, “umut belirtilerine sahip olmama”, “çok kötü veya beceriksiz olma” gibi manaları ihtiva eden “hopeless” kelimesi kulla­nılmaktadır. Umutsuzluğun karşılığı ise “hopelessness” kelimesidir.[17]

Arapçada ise umutsuzluğun karşılığı olarak daha ziyade “bir şey hakkında umutsuz bulunmak”, “kişinin isteklerinin, özlemlerinin ke­silmesi”, “arzu edilen şeye ulaşmaktan umudu kesmek”, “umut kes­mek” “umutsuz olmak” gibi manaları ihtiva eden “ye’s” ve “kunût” kelimeleri kullanılmaktadır* Fakat “yeis” “reca”nın zıttı “korku”nun olmazsa olmazı olarak ifade edilmektedir.[18]

Beck ve arkadaşları umutsuzluğu, bireyin gelecek ile ilgili olumsuz beklentiler geliştirmesi ve kişinin kendi kapasitesini olduğun­dan aşağı görmesi olarak tanımlamaktadır.[19] Ayrıca umutsuzluğun, bireyi intihara götüren bir dizi depresif duyguların yaşanmasında önemli bir role sahip olduğunu da belirtmişlerdir.[20] Benzer şekilde Lester ve arkadaşları umutsuzluğu, “kişinin gelecekle ilgili olumsuz, kötümser bir tutum içinde olması ve geleceğe dair motivasyonunu kaybetmesi” olarak tanımlamışlardır.[21] Amerikan Psikoloji Birli­ği’nin tanımına göre umutsuzluk, bireyin seçme özgürlüğünün bu­lunmadığım ya da seçeneklerinin sınırlı olduğunu gördüğü ve ken­di adına enerjisini harekete geçiremediği öznel duygu durumudur. Umutsuzluk, kişinin kendi içinde bulunduğu fiziksel, zihinsel veya toplumsal durumun düzelmeyeceğine ilişkin genel ruh hâlidir.[22] Ay­rıca Rideout ve Montemuro’ya göre umutsuzluk bir amacı gerçek­leştirmede sıfırdan az olan olumsuz beklentilerdir. Gerek umut ge­rekse umutsuzluk, her ikisi de kişinin gelecekteki gerçek hedeflerine ulaşma olanaklarının olası yansımasıdır. Umut ve umutsuzluk karşıt beklentileri simgeler. Umutta hedefe ulaşmak için uygulamaya ko­nulan planların başarılacağı öngörüsü varken umutsuzlukta başa­rısızlık yargısı vardır. Bu iki uç beklenti, kişiden kişiye, durumdan duruma beklenen sonucun ne zaman ve nasıl gerçekleştiğine bağlı olarak değişiklik gösterir.23

Homey, umutsuzluğu, başarısızlık olarak değerlendirilen durum­lara karşı gösterilen ve olayın gerçek boyutları ile orantılı olmayan bir tepki biçimi[24] ve belirsizliğe düşmüş olmaya, hatalar yapmaya ilişkin bir kaygıdan ziyade bu tür durumlara ilişkin gelecekle ilgili beklentile­rin değişmez karamsarlık rengi olarak tanımlamaktadır.[25]

Frankl umutsuzluğu, insanın “anlam arayışı’nın engellenmesi bağlanımda ele almış ve anlam arayışının, bireyin yaşamındaki temel bir güdü olduğunu fakat kesinlikle bir ruh hastalığı olmadığını belirt­miştir.[26] Frankl, en kötü koşullarda intihar etmemesinin sebebini, en ümitsiz günlerde bile bir yaşama gayesinin olmasına bağlamıştır.[27]

Erikson a göre umutsuzluk zamanın kısa, başka bir yaşama başla­mak ve bütünlüğe götürecek seçenek yolları denemek için çok kısa ol­duğu duygusunu dile getirir. Ayrıca nefret içinde umutsuzluğu saklar. Bu nefret, büyük bir vicdan azabı vermeyen fakat içinde “bin küçük nefretti barındıran bir nefrettir.[28]

Marcele göre umutsuzluk, her şeyden önce kendisini bir “kapa­lılık” tecrübesi olarak gösterir. Umutsuzluk, bir yönüyle, zamanı fişi çekilmiş gibi düşünmek ya da durdurulmuş bir zamanda yaşamak gi­bidir. Zira geleceğin de tekdüzelik açısmdan bugünden farksız olacağını düşünen insan için verimli olarak kullanılabilecek zamandan söz edilemez.29

Kierkegaard ise umutsuzluğun gerçek özü yitirmiş olmak, ölüm hastalığına tutulmuş olmak, benlikteki ebediliğin ölmesi anlamına geldiğini belirtmiştir. [30] Ona göre bir şeyden umutsuzluğa düşmek ger­çek umutsuzluk olmayıp sadece bir başlangıç olmaktadır. Zira umut­suzluk daha sonra ortaya çıkmaktadır. Örneğin ölmüş veya şıpsevdi olan dostunu kaybetmekten dolayı umutsuzluğa düşmüş olan bir genç kıza bakınız. Bu kaybediş gerçek bir umutsuzluk olmayıp kendi ken­dinden umutsuzluğa düşmüştür. Başkasına ait hâle gelseydi, en hoş şekilde kaybetmiş ve kurtulmuş olacağı bu benlik, bu durumda can sıkıntısına yol açar. Çünkü başkası olmadan bir benliğe sahip olmak zorundadır. Gerçek umutsuzluk işte bu noktadır. Bu sebeple varoluş serüveninde “ben’in kendi hâline gelmeyi başaramaması yani ben­liğin kaybedilmesi en büyük tehlike olup bu gerçek bir umutsuzluk olmaktadır. İnsan, benliğin kaybından haberdar olsun veya olmasın umutsuzluğunu daima sürdürmektedir.[31]

Kierkegaard, umutsuzluk içinde bulunan bir insanın durumunu ”Eğer yaşamın yalnızca umutsuzluğu taşıyorsa gerisinin hiçbir öne­mi yoktur! İster zaferler isterse yenilgiler söz konusu olsun, senin için her şey kaybedilmiştir, sonsuzluk seni artık hiç içine almaz, seni hiç tanımamıştır veya daha da kötüsü seni tanırken seni kendi benliğine, umutsuzluğun benliğine çiviler!” şeklinde ifade etmektedir. Kierkega­ard, benliğin bilinçli veya bilinçsiz olarak kendisi hâline gelemeyişini gerçek anlamda bir umutsuzluk olarak adlandırmakta ve bunu ölüm hastalığına tutulmak olarak nitelendirmektedir. Buna göre umutsuz­luk, geride hiçbir şey bırakmadan kişiyi ölüme götüren bir hastalık olmaktadır. Umutsuz durumdaki hasta, ölümcül hastadır. Ama ölememektedir, sürekli can çekişmektedir. Zira ölümün geçiş olduğu­nu kabul eden insan için, ölüm bile yaşamdan çok daha fazla umut içerir, onun için ölüm veya ölüme götüren bir bedensel hastalık bile “ölümcül hastalık” olmamaktadır. Bu niteliğiyle “yaşamın hiçbir şey olmaması” demek olan umutsuzluk tam anlamıyla “ölümcül hastalık” ifadesine layık olmaktadır. Umutsuz kişi bütün umutlarını yitirmiş olduğu gibi ölme umudunu da yitirmiş olmanın umutsuzluğu içeri­sindedir.[32]

Kierkegaard, inancın zıddının günah olduğunu belirtirken, inanç­tan kaynaklanmayan her şeyin de günah olacağını, dolayısıyla umut­suzluğun da günah olduğunu belirtmektedir. Zira gerçek bir Hristi- yan olunmadıkça yani “ben”in kendisi olarak Tanrı’nın (yaratıcısının) karşısına çıkma cesaretini gösteremediği müddetçe umutsuzluktan kurtulmasının mümkün olmadığını belirtmektedir.[33]

Umutsuzlukla ilgili yapılan tanımlamalarda umutsuzluğun sos­yolojik, psikanalitik ve özellikle bilişsel boyutuna dikkat çekilmiş ve farklı açıklamalarda bulunulmuştur. Umutsuzluk, bilişsel kuram çer­çevesinde ilk kez Beck ve diğerleri tarafindan ele alınmış, daha sonra Seligman m öğrenilmiş çaresizlik modeli ile açıklanmaya çalışılmıştır. Öğrenilmiş çaresizlik modeli Abramson ve diğerleri tarafından yeni­den düzenlenerek depresyonun umutsuzluk kuramı olarak adlandı­rılmıştır. Bu kurama göre umutsuzluk, sosyal davranışlarla birliktelik gösterir. Depresyon sürecinde umutsuzluğa değersizlik, çaresizlik, karasızlık, eyleme geçememe, işlerini sürdürememe ve suçluluk duy­gulan gibi kavramlar eşlik eder.[34]

Yapılan tanımlamalarda, umutsuzluğun umut kavramı ile karşıt beklentileri ihtiva ettiği ve bireyin gelecekteki hedeflerine ulaşma ola- nağına işaret eden bir kavram olduğu dile getirilmiştir. Umutta hede­fe ulaşmak için uygulamaya konulan planların başarılacağı öngörüsü mevcut iken, umutsuzlukta başarısızlık yargısı mevcut bulunmakta­dır. Umut ve umutsuzluk kişiden kişiye, durumdan duruma değişiklik gösterir. Bu iki kavram amaca ulaşmada izlenecek yolun şeklini be­lirlediği gibi, nasıl bir amaç belirleneceğini de etkiler. Nitekim, insan hayatta en sevdiği kimseleri, mesleğini, tüm parasını, herhangi bir organını kaybedebilir. Bunlar gerçekten de insanın umut ve umutsuz­luğunda son derece etkili hususlardır ama bireyin benliğini, kimliği­ni yitirmesi belki de bunların en kötüsü olmaktadır. Umutsuzluğun inançsızlıkla yakın ilişkisi olduğu tespit edilen bir durumdur. Gerçek anlamda umutsuzluk, kendini yaşama bağlayan her şeye inancım yi­tirmiş olmak demektir.[35]

2.2.UMUTSUZLUK NEDENLERİ

Umutsuzluk sebepleri, kavram üzerinde çalışanların bakış açı­larına göre farklılık göstermekle birlikte altı genel başlık altında ele alınabilir.

2.2.1.Benliğin Zayıflaması

Benlik, kendi kişiliğimize ilişkin tasavvurlarımız, kendi kendimizi görüş ve algılayış tarzımız, kendimizle ilgili bilişsel tablomuz, sosyal etkileşimle de şekillenen kendiliğimizin bize görünen yüzü ve öznel yanı,[36] bireyin kendisiyle ilgili farkındalığı ve kişinin davranışlarını da önemli ölçüde etkileyen ve belirleyen psiko-dinamik bir sentez olarak tanımlanmaktadır.[37] Benlik kavramı, felsefede olduğu kadar psikoloji­de de ağırlıklı bir yer tutar. Felsefi yönelime bağlı olarak tanımı değişse de hepsindeki ortak öğe, kendi varlığının bilincinde olma ve iradi ey­lem yetisidir.[38] Özellikle ergenin gelişim sürecinde bedensel ve cinsel gelişim alanları gibi öne çıkan önemli bir gelişim alanı benlik gelişimi­dir. Ergen, bu dönemle birlikte, kendi kişiliğine ilişkin algılayabildiği tarafinı, yani kişinin bilinçli bir şekilde yetenekleri, sınırları, amaçları, değer yargılan, kimliği, fiziksel görünüşü gibi kendi var oluşu olarak nitelendirebildikleri hakkındaki görüşlerinin, tutumlarının ve inançla­rının tamamım fark etmeye ve özetle kişi kendisini tanımaya ve değer­lendirmeye başlar. Kendisi hakkında zihinsel bir tablo oluştururlar.[39]

İç varlığımızın bütününü oluşturan ve çok karmaşık bir sistem olan benliğimizi tanıyabilmemiz için şu sorular bağlamında bazı ana­lizlerin yapılması gerekir: “Ben kimim?” “Ben nasılım?” “Amacım nedir?” “Ben ne yapabilirim?” “Ne doğru, ne hatalıdır?”, “Değer yar­gılarım nelerdir?” “Nelere inanmam, nelere inanmamam gerekir?” “Hayattan ne istiyorum?” vs. sorulara doyurucu cevaplar bulunması, içinde yaşadığı çevrenin değerler sisteminin içselleştirilmesi ve ger­çekçi bir benlik oluşturulması ile mümkün olmaktadır. Zira yaşamın temel gücü ve amacı belki de bu sorulara cevap bulmak için gösterilen gayretten ibarettir.[40]

Benliğin gelişmesi çeşitli bireysel ve toplumsal sebeplerden dola­yı engellenmektedir. Bu durum da özbenlik ile sahte benlik arasında çatışmanın ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Gerçek öz ile yalancı öz arasındaki çatışmaya son vermek için gerçek öz, bilinçten uzaklaş­tırılarak, baskı altına alınmakta, dolayısıyla söz konusu çatışma bilinç düzeyinden uzaklaşmakla kalmayıp, yoğunluğunu yitirmektedir. Ger­çek özün eylem alanından çekilmesi, “kişinin kendine yabancılaşması’ yaşamı sürdürme ihtiyacı ve parçalanmama arzusundan kaynak-lanmaktadır.[41] Ancak bu durumda sonuç umutsuzluk olmaktadır. | Zira umutsuzluk çözülmemiş çatışmaların son bir ürünüdür ve en ! derin kökleri, hiçbir zaman yürekten olamama ve bölünmemiş ola­mamanın verdiği umutsuzlukta yatmaktadır.[42]

Bireyin gerçek özünden uzaklaşmış olması, kendi hâline gelmeyi başaramaması, gerçek bir umutsuzluk sebebi olmaktadır. Gerçek öz yani benlik gelişip bütünleşemediği, yani kişi kendi hâline gelemedi­ği müddetçe haberi olsun veya olmasın umutsuzluğunu sürdürmek­tedir.[43] Ancak kişi umutsuz olduğu gerçeğine rağmen yine de insan olmayı, kusursuz bir biçimde ayakta durmayı, kendini geçici şeylere vermeyi, evlenmeyi, çocuk yetiştirmeyi, prestij kazanmayı başarabilir ve belki de hiç kimse derin bir anlamda onun gerçek bir özden yoksun olduğunu fark etmeyebilir.[44] Fakat birçok insani işi omuzlarına al­makla beraber bu umutsuz kişi gerçekte kendine inanmaya, kendi ol­maya cesaret edemediği ve kendi olmayı çok güç bir olay gördüğü için diğerlerine benzemeyi bir taklitçi, yığın içinde kaybolan bir numara olmayı daha basit ve güvenli bulmakta, dolayısıyla öz sorumluluğunu üstlenememektedir. Bu kimse her ne kadar kendisine ve başkalarına sahte bir benlik sunmaya çalışsa da kendine ve kendi gelişmesine olan güvenini yitirmiş olmaktan kaynaklanan umutsuzluktan kendisini kurtaramamaktadır.[45] \

2.2.2.İnanç Kaybı

İnsanın ahlaki şahsiyetinin çökmesi veya kişinin inancının yok ol­ması yani inançsız olması, soyut değerlere ve/veya Tanrıya, geleceğe olan inancını kaybetmesi ya da olasılık eksikliği yaşaması onun umut­suzluğa düşmesinde önemli sebeplerden biridir.[46] Çünkü bireylerin kendilerine, sevdiklerine, diğer insanlara, geleceğe kısacası yaşama olan inançlarını yitirmeleri sonucunda umutsuzluk baş göstermek­tedir. Bireyin inancını yitirmesi, sonunun gelmesine, tinsel (manevi) bağının kopmasına, dolayısıyla da ruhsal ve fiziksel çöküşüne sebep olabilmektedir.[47] Aynı zamanda, eğer bireyin inanabileceği hiç kimse ve hiçbir şey kalmazsa bireysel çöküşün dışında, kendisi için yaşam nefret dolu olmakta, kişi düş kırıldıklarının acısına katlanamamakta ve âdeta yaşamın, insanların, kendisinin kötü olduğunu kanıtlamak is­temektedir. Böylece düş kırıklıklarına uğrayan yaşam inançlı ve yaşam aşığı bir kimse bir inançsıza ve hatta ölüm sevgisi eğilimiyle hareket eden yıkıcı bir insana dönüşebilmektedir.[48]

Bireylerin kendilerine, insanlara, yaşama inanmalarında, güven­melerinde ilk çocukluk izlenimleri büyük önem arz etmektedir. Zira bireylerin hayata bakış açılarını bu izlenimler belirlemektedir. Bu dün­yada acı ve ızdıraptan başka bir şeyle karşılaşmayan, çocukluklarını doğru dürüst yaşayamayan yani içlerinde yaşama sevinci uyaracak bir çocukluk geçiremeyen çocuklar, yaşama dost olamamakta, karamsar bir dünya görüşüne sahip olmaktadırlar. Ayrıca eğitimde işlenen hata­lar da bu konuda büyük rol oynamaktadır. Çok katı ve sert eğitim de çocuğu aşırı sevecenlikle sarıp sarmalayan ve şımarıklaştıran eğitim de çocuğun kendine, başkalarına ve yaşama olan inancında olumsuz etkiye sahip olmak suretiyle onda yaşama sevincinin doğmasını en-gellemektedir. Başlangıçta iyiliğe, sevgiye, adalete olan inancı ve güvenci ile dünyaya gelen çocuğun bu inancı anne, baba, nine, dede vı. etrafındaki kişiler ve diğer insanlar tarafından derinden sarsıldığında, bu çocuk başta kendisine olan inancını ve özgüvenini diğer insanlara ve hayata olan inancını ve güvenini yitirerek karamsar bir bakış açm geliştirmektedir.[49]

2.2.3.Anlam Yitimi

Anlam arayışı, düşünce tutum ve davranışları belirleyen en güçlü güdülerden biridir. İnsan öteden beri kesin bilgiye ulaşma çabasında olmuştur. Bu amaçla tarih boyunca kimi zaman felsefeye kimi zaman sanata ve bazen de metafiziğe ve dine sarılmıştır. Hakikatin bilgisine ulaşmayı ifade eden bu süreçte insanın temel hedefi, belirsizlikten kurtulup hayattaki konumunu tayin etmektir. Varlığını anlamlandır­ma ihtiyacım gidererek yaşamım devam ettirmek için gerekli umuda sahip olma çabası içerisinde olmaktır. Bu arzunun insandaki amaç ve hedefi, her ne kadar konusu ve muhtevası değişse bile evrensel bir ni­telik taşımaktadır. İlk insan tutum ve davranışlarında nasıl bir anlam peşinde koşmuşsa son insan da özde aynı çaba içerisinde olacaktır.[50]

Allport’a göre anlam arayışı, parçalanmış yaşamın ince ipliklerin­den bir anlam ve sorumluluk örgüsünü dokumaktır.[51] İnsanın anlam arayışı, içgüdüsel itkilerin “ikincil bir ussallaştırması” değil, yaşamda­ki temel bir güdüdür. Bu anlam kişinin kendisi tarafindan bulunabilir oluşuyla ve böyle olması gerektiğiyle eşsiz ve özel bir yapıdadır.[52]

Bireyin kendisine sorduğu; “Nereye yönelmeliyim?” “Neden?’ “Hayat ve ölüm nedir?” sorularına cevap araması, yaşam için gerekli olan yeteneklerin elde edinilmesini amaçlayan tasarıların geliştirilme gayretinin varlığına işarettin Fakat “varoluşsal sorgulama” kavramıy­la ifade edilen ve çoğu zaman gerginlik yaratan bu tarz sorulara tam bir cevap verilmediği veya anlam arzusunun gerektiği ölçüde tatmin bulamadığı durumlarda, hayata ve yaşamaya karşı gittikçe güç kaza­nan bir bıkkınlık ve umutsuzluk belirir.[53] Dolayısıyla bireyin yaşam hakkında birtakım amaç ve tasarılara sahip olmaması veya gerçek dışı amaçlara (sahip olduğu yeteneklerle gerçekleştirilmesi mümkün olmayan birtakım taşanlara) sahip olması hâli bir anlam yokluğu ve umutsuzluktur.[54] Yaşamında hiçbir anlam, amaç ve hedef göremeyen ve bunun sonucu olarak da kendisine ve insanlığa olan inancını yitir­miş olan bir kimse derin bir umutsuzluğa düşmüş demektir.[55]

Anlamsızlığa yol açan varoluşsal engellemenin ardında Frankl, toplumsal nedenler görür. Zira hayvanların aksine bugün insanlara ne yapması gerektiğini söyleyen içgüdüleri yoktur. Aynı şekilde gü­nümüz insanına nasıl davranması gerektiğini söyleyen gelenekler de kalmamıştır ve çoğu zaman insan ne istediğini de bilmiyor görünmek­tedir. Bu durumda o, ya başkalarının yaptığını yapmak ister ya da baş­kalarının kendisinden yapmasını istediklerini yapar.[56]

Frankl, toplama kamplarında ve sürgünde, umutsuzlukla hayat­larına son veren tutuklulara, yaşama sevgisinin ancak buradakilerin içsel güçlerini yeniden sağlamaya yönelik bir çaba ve geleceğe yönelik bir hedef göstermeyle, yani yaşamın anlamını kendilerine göstermek­le gerçekleşeceğini düşünmüştür. Bunu da Nietzsche’nin şu sözlerine dayandırmıştır:”Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasılsa katlanabilir.”[57] İkbal ise bu durumu şöyle ifade eder: “Hayatın bekası, hedef ve gayenin varlığına bağlıdır.”[58]

Hayat, ya yaşanmamış olmaktan dolayı anlamını kaybederek anlamsızlaşmakta ya da acı, ölüm vs. şeyler hayatı anlamsız kılmaktadır. Eğer birey hayatını yaratıcı, üretici bir şekilde dolu dolu yaşayabilirse bu durumda hayat, yaşanmamış olmaktan dolayı anlamını kaybetmemektedir. Eğer birey, yaşadığı acıda hatta ölümde bile bir anlam bulursa hayat bu durumda da anlamını kaybetmemekte, anlamsızlaşmamaktadır. Acı, bir özverinin anlamı gibi bir anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkmaktadır. Fakat bireyler maruz kaldıkları acılan, güçlükleri kendi içsel güçlerine yönelik bir sınav olarak almayıp yaşamla­rını ciddiye almaz, anlamsız bir şeymiş gibi küçümserlerse, gözlerini kapayıp geçmişte yaşamayı tercih ederlerse bu insanlar için yaşam anlamsızlaşmaktadır.[59]

Varoluşsal boşluğun oluşmasında ve derinlik kazanmasında, be­lirtildiği üzere, hayatı yanlış anlamlandırmanın önemli bir yeri vardır. Bu çerçevede birey, anlam arayışını örneğin sadece maddi birtakım sorunları aşma uğruna yıkıcı hedeflere veya anlamı ve değerleri geçici amaçlara bağlamaktadır. Doğal olarak söz konusu amaçlara ulaşıldığı zaman, anlamın devamını sağlayan bağlantı, işlevini tamamlamış olur. Çeşitli nedenlerle ulaşmak arzusuyla planlanmış hedefler değerlerini yitirdiği, belirsizlik kazandığı ya da bunlara ulaşmada umudu kırıldığı zaman bireyin psikolojik dünyasında büyük bir şaşkınlık ve çaresizlik ortaya çıkacaktır.[60]

İnceleyin:  Müslüman Şehri

Hangi koşullar altında olursa olsun hayatın anlamsızlığına dair kanaatleri, çevresel beklentilere aykırı olarak ortaya çıkan kişisel ya da çevresel gelişimlerden ziyade, bu gelişmelere karşı benimsenen bakış açısı belirler. Örneğin insanlar ölümün bir son olmayıp geçiş olduğu­nu görmezlikten gelirlerse yaşamda nihai hedefe yönelemeyip amaç­sız ve hedefsiz kalırlar. Dolayısıyla insanların umutsuzluğa düşmek­sizin yaşayabilmeleri için yaşamlarının amacım çok iyi belirlemeleri gerekmektedir. Bu sebeple din insanların yaşamlarındaki nihai hedefi belirleme hususunda çok büyük fonksiyona sahip bulunmaktadır.[61] Katzm da belirttiği üzere dinin, dindar insanın ruh sağlığına asıl kat­kısı hayatın anlamını bulma arayışına sunduğu cevaptır.[62]

2.2.4.Üretken Olamama

İnsan biyolojik, psikolojik ve sosyal imkânlar açısından diğer canlılara oranla eşsiz bir donanıma sahiptir. Ancak bu ayrıcalığa rağ­men o, çevresini kuşatan sınır ve sınırlılıklar dahilinde davranışta bu­lunabilmektedir. İnsan, daha doğarken tabii sınırlılıklarla kuşatılmış durumdadır. Ancak zamanla ortaya çıkan iç ve dış değişimler bağla­nımda kendini gerçekleştirebilecek bir olgunluk düzeyine ulaşabilir.[63]

Birey, anlamlı bir yaşantıya ulaşabilmesi için hayatın kendisine sunduklarıyla somut ve canlı bir ilişkiye girmelidir. Böyle davranmak­la o, mevcut koşulların zayıflatıcılığına karşı direnç kazandığı gibi, hayatı kendisi ve başkaları için zenginleştirebilir ve böylece yaşanır hâle getirebilir, imkânları ve etkileri açısından en köklü tecrübe biçi­mi üretkenliktir. Canlılığın sürdüğü her yerde doğal olarak üretkenlik ve ürün yani eser de tabii olarak vardır. İçgüdüselliğin dışında insan, bilinçli üretkenliği ile diğer tüm canlılardan ayrılır. Bu anlamda yaşa­dığı sürece onun için mutlak bir pasiflikten söz edilemez. Her şeyden önce pasiflik eğilimi, ruhsal bir karmaşaya işaret eder.[64] Buna karşın, bireyde yaşamseverliğin tam anlamıyla serpilip gelişmesi üretken bir yönelimle mümkündür. Yaşamı tam olarak seven kişi, her alanda ya­şam ve gelişim sürecinin çekimine kapılır. Tutmak (alıkoymak) yerine inşa etmeyi tercih eder?[65] Bu nedenle insanın yaratıcılık ve üretken­likten yoksun olmasının güçsüzlük ve korkuya kapılarak umutsuzluğa düşmesine neden olduğu söylenebilir.[66]

Yaşamını çocuk yetiştirmek, birtakım sanat eserleri meydana ge­tirmek vs. şeklinde üretici bir şekilde geçirmiş olan bir kimse, ürettiği şeylerden faydalanıldığını görünce mutluluk ve haz duymaktadır. Fakat birey özseverci ve üretkenlikten yoksun bir yaşam geçirmişse huzur bulamamaktadır. Bu da bireyi, üretken olamamış olmanın inan­cıyla yani mevcut güçlerini ve yeteneklerini kullanmamış olması ve umutsuzluk duygusu ile baş başa bırakmaktadır.[67]

Kültürümüzde çok sayıda insanın ihtiyarlayacağını düşünerek umutsuzluğa kapıldıkları görülmektedir. Oysa yaşlanmadan önce üre­tici bir biçimde yaşayan bir insanın hiçbir zaman değerden düşmediği görülmektedir. Zira onun üretici yaşam süreci içerisinde geliştirmiş olduğu ansal ve duygusal nitelikler, fiziksel gücü ortadan kalksa da gelişmelerini devam ettirmektedir. Ancak üretici olamamış biri, tüm etkinliklerinin kaynağı olan fiziksel gücü tükendiğinde tüm kişiliğiyle değer yitirmektedir.[68]

Aynı şekilde bazı kadınların da menopoz dönemlerinde insan türüne yaptıkları hizmetin yani üretkenliklerinin sona erdiği düşün­cesine kapılmak suretiyle kendilerini yararsız, değersiz bir varlık gibi görerek umutsuzluğa düştükleri görülmektedir.[69]

Sonuç olarak birey için yaratıcı ve üretken bir şekilde yaşaya- mama, umutsuzluğa düşme nedenleri arasında görülmektedir. Bazı durumlarda, umutsuzluğumuzun başka sebeplerden kaynaklandığı düşünülse bile temel sebeplerden biri üretici yanımızın eksik oluşu olabilmektedir.

2.2.5.Bedensel Engellilik

İnsan için normal kabul edilen boyutlar içindeki bir aktivite veya beceriyi yapabilme yeteneğindeki bozukluk sonucu ortaya çıkan ek­siklik veya kısıtlılığa özürlülük denir. Engellilik ise yetersizlik ve/veya özürlülük sonucu bireyin, yaşına, cinsiyetine veya sosyokültürel durumuna bağlı olarak kendisi için normal olan rolleri yapamayarak de­zavantajlı duruma düşmesi olarak tanımlanır. Genel olarak bedensel engellilik; sinir sisteminin zedelenmesi, hastalıklar, kazalar ve gene­tik problemler nedeniyle kas, iskelet ve eklemlerin işlevlerini yerine getirmemesi sonucunda meydana gelen hareket ile ilgili yetersizlikler olarak tanımlanmaktadır.[70]

Engelli bireylerin fiziksel, bilişsel ve kişilik gelişimi problemleri, antisosyal yapıya sahip olmalarının temelini atmakta ve hem perfor­manslarım hem de toplumla olan uyumlarını bozmakta ve neticede umutsuzluğa düşmelerinde etkili olabilmektedir.[71] Ayrıca bedensel sakatlık veya organ kaybı ile sonuçlanan kazalardan sonra, kişiler psi­kolojik sarsıntılar geçirmekte hatta daha sonra bu durum yerini ağır bir depresyona bırakabilmektedir. Zira bu durumda kişide kendine acıma, kendini diğer insanlardan ayırma ve umutsuzluk duygusu egemen olmaktadır. Kaybının bilincine varan birey kendisine bir yas dönemi ilan etmektedir. Bu durum kişiliğin yeniden düzenlenmesi için gerek­li, bir bakıma da faydalı olabilmektedir. Çünkü kişinin eksik organla yeniden doğması, eski hâlinin yok edilmesi gerekmektedir. Kişinin içinde bulunduğu umutsuzluk duygusu ve bunun sebep olduğu dep­resyondan kurtulabilmesi, kişilik yapısının sağlamlığına ve durumu kabullenmede etrafındaki kimselerin desteğine bağlı olmaktadır. Aksi taktirde bireyin umutsuzluktan kurtularak normal yaşama dönmesi pek kolay görülmemektedir.[72]

2.2.6.Engelleme (Çatışma)

Watson un 1920’lerde davranışçılık kuramını reklamcılığa uygu­lamaya başlamasında hedeflenen, bireyi “makul ölçüde memnuniyetsiz bırakma idi.3 Bu durum günümüzde, teknolojik gelişme ve tek­nik imkânlara bağlı olarak daha ileri bir boyuta taşınmakta, insanla-rın beklentileri ile gerçek kapasiteleri arasındaki fark büyümektedir. Maddi imkânların hızla artmasıyla da “sahip olma”yı bireysel sınırlarla kayıtlı kılan duyguların güç kazanmasına karşın, paylaşmaya ve be­raberliği ifade eden özveri, ilgi, dayanışma, sorumluluk gibi dinî-manevi temellere dayalı pek çok erdem gittikçe zayıflamakta ve neticede toplumsallık duygusu sadece maddi ilişkilere indirgenerek belirleyici niteliğini büyük ölçüde kaybetmektedir.[73] [74]

İnsanların aşırı tüketime yüreklendirilmelerinin arka planında ayrıca, kendi benliğini gerçekleştirmesinin yerine hayat standartlarını yükseltmesinin esas alınması da öngörülmektedir. Öte yandan insanın kendini ifade biçiminin moderniteyle manipüle edilmesi ve varlığını, niteliğiyle değil de nicelik ve onu daha belirgin ve görünür kılan, göze veren tüketim unsurlarıyla ortaya koyma arzusu, bireyi daha fazlasına ulaşma hırsıyla sarmalamakta ve mutsuz kılmaktadır. Bunun netice­sinde bireylerin geçerli ekonomik anlayışlarında isteklerle ihtiyaçlar arasındaki sınırlar kaybolmakta, istekler ihtiyaçların yerine geçmekte­dir. Buna bağlı olarak mutluluk, daha çok eşyaya sahip olmak ve daha çok harcamakla eşitlenmektedir. Paylaşma olgusu yerine “maddeye ihtirasla sarılma” anlamı içeren sahip olma algısı öne çıkmaktadır. Bu da aç gözlülüğü ve buna bağlı olarak rekabeti daha çok beslemektedir. Bu çerçevede insanları tüketime sevk eden reklam mesajları, kişiler­deki sahip olma duygusunu harekete geçirmekte ve uyandırdığı mah­rumiyet duygusu yoluyla tüketime yönlendirmektedir.[75]

İnsanın sahip olduğu şeyler her an yitirilebilme tehlikesi taşıdı­ğından bu tehlikeden korunabilmek için insanda hep daha fazla şey­lere sahip olma isteği söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla imkânların artmasına bağlı olarak insanlardaki arzu ve ihtiyaçların da artması durumunda, hem bunları elde etme gayretleri hem de elde edilmişse bunları kaybetme korkusu umutsuzluğa sebep olmaktadır. Teknoloji­nin göz kamaştırıcı ilerlemesi sonucunda ortaya çıkan üretim bollu­ğu; zengin, fakir, köylü, şehirli, her kesimden inşam egemenliği altına alarak kanaat sahibi olmayı zorlaştırmakta, onları sürekli bir şeyler alma ve alman malın bedelini ödeme konusunda birtakım zorluklara, sıkıntılara, sonuçta ruhi bunalımlara ve umutsuzluğa düşürmektedir.[76]

Artan tüketimin amacı, insanların insani özünü geliştirmeye yö­nelik olmaktan çok, onları düşünmekten ve yaratmaktan alıkoyan, yani yabancılaştıran bir kısır döngüdür. Prodüktivizm ve rasyona­lizm ideolojisi, pazar koşulları içerisinde en fazlayı üretmeyi amaç­layan bir toplumsal örgütlenme biçimi geliştirirken, bu örgütlenme içerisinde insanlar, yalnızca makinelerin bir parçası ya da doğrudan bir üretim, hatta daha ziyade tüketim aracı hâline dönüşmektedirler. Zaman, mekan, eğlence ve hatta cinsellik bile metalaşıp tüketilirken, bunların insani içeriklerinden soyutlanarak pazarda satılan nesnelere ve anlamını yitirmiş etkinliklere dönüştüğü görülmektedir.[77] Bu bağ­lamda boşanma, başarısızlık, kurtulması güç bir hastalık, uzun süren fiziksel rahatsızlıklar, sevilen insan tarafından aldatılma, çok sevilen bir yakının kaybedilmesi, işini yitirme, iflas etme vs. durumlarda ola­yın ağırlık derecesine ve birey için taşıdığı öneme bağlı olarak birey­ler özgüvenlerini yitirmek suretiyle umutsuzluğa düşebilmededirler. Zira umutsuzluğa düşmekte sevgi yitimi (sevilememe, sevilen kişiler tarafindan terk edilme veya sevilen kişilerin kaybedilmesi) ve buna bağlı olarak özsaygı yitiminin büyük etkisi olmaktadır. Desteğin çekil­mesi, alışagelmiş çevrenin ortadan kalkması durumlarında da insanlar umutsuzluğa düşebilmededirler. Aşırı korku durumları da aynı şedi­de umutsuzluğa düşmekte etkili olmaktadır.[78]

2.3.UMUTSUZLUK BELİRTİLERİ

Umutsuzluk, bir hastalık sonucunda gelişebileceği gibi bir hasta­lık nedeni de olabilir. Umutsuzluk, hastanın çevresindeki olayları kar­şı konulmaz olarak görmesine ve geri çekilmesine yol açar. İlgisizlik, keder, suçluluk, karamsarlık, umursamama gibi davranışsal tepkilere yol açabilir. Bireyin iç kaynaklarını tehdit altında ya da tükenmiş his­setmesi, dışarıdan yardıma gereksinimi olduğunu gösterir. Hastalıklar bireyde çaresizlik duygularına neden olur. Bireyin hastalığını algıla­ması çeşitli kültürel kaynaklardan etkilenir. Birey, hastalığı üstesinden gelebileceği bir durum olarak algılayabileceği gibi kader, felaket ola­rak algılayıp umutsuzluğa da düşebilir.[79]

Bireyin “umutsuzluk” düşünce ve duygusunu hissetmeye baş­lamadan önce birtakım dinamiklere sahip olduğu tespit edilmiştir. Buna göre:

  • Birey olumsuz yüklememelerde bulunmaktadır ve olumsuz bilişsel şemaya sahiptir.
  • Bireyin strese neden olan şanssız ya da olumsuz bir deneyimi bulunmaktadır.

Bunların yanı sıra umutsuz bireylerde ortak üç bilişsel şema gö­rüldüğü belirtilmektedir:

  • Bireyin, kötü olayların engellenemeyeceği ve kendi kontrolü dışındaki nedenlere bağlı olduğuna ilişkin beklentisi,
  • Bireyin olumsuz deneyimlerden kendisi hakkında olumsuz yargılara varması.
  • Bireyin, bir olumsuz olayın diğer olumsuz olaylara neden ola­cağını varsayması.

Bireyin bilişsel koşullanmaları yüksek düzeyde stres ile birleşti­ğinde depresyonun zeminini hazırlamaktadır. Depresyonla sonuçla­nan nedensel süreç, olumsuz yaşam olaylarının algılanmasıyla başla­maktadır. Fakat bireylerin, olumsuz yaşam olayları ile karsılaştıklarında her zaman umutsuz ve depresif bir duruma düşecekleri beklenme­melidir.[80]

Amerikan Psikoloji Birliği, umutsuzluğun belirtilerini şu şekilde sıralamıştır:

  • Kötümser içerikli konuşmalar, dilde olumsuz ifadeler
  • Edilgenlik
  • Duyguların ifadesinin azalması
  • inisiyatif kullanma eksikliği
  • Dış uyaranlara karsı tepkilerin azalması
  • Kendisiyle konuşan kişiye ilgisizlik
  • Umursamaz ve aldırmaz tavırlar
  • İştahta azalma
  • Uyku saatlerinde artma ya da azalma
  • Kişisel bakımına özen göstermeme
  • Sosyal ortamlardan kaçınma

Ayrıca umutsuzluk duygularının çocuklarda, intihar girişiminde bulunan ergenlerde, yabancılaşma ve moral çöküntüsü içinde olanlar­da daha yoğun görüldüğü ifade edilmektedir.[81]

2.4. UMUTSUZLUĞUN SONUÇLARI

Ruh sağlığında umudun yapıcılığı kadar, umutsuzluğun yıkıcılığı da belirleyici bir role sahiptir. Umutsuzluk ruhsal yapının esnekliğini, canlılığını ve zenginliğini tahrip ederek katılaşmasına yol açar. Bu du­rumda insan, yenileşmeye ve değişmeye büyük ölçüde kapalıdır. Ruh­sal hastalıkların önemli kısmında, geleceğe yönelik beklentisizlik ile birlikte aktivite zayıflığının temel neden olarak belirdiği göz önünde bulundurulduğunda, umutsuzluğun bu noktadaki payının da belirle­yici olduğu görülmektedir.[82]

Umutsuzluk, umutsuzluğu aşıp daha güçlü bir birey olma avantajım barındırmasına karşın, önemli psikiyatrik bozuklukların başlangıcı ve ölümcül bir hastalık olarak değerlendirilmektedir.’[83] Umutsuzluğa eşlik eden bulgular olumsuz düşünme biçimi, değer­sizlik, çaresizlik, mutsuzluk, kararsızlık, eyleme geçememe, işlerini sürdürememe ve suçluluk duygularıdır. Umutsuzluğun sonuçları ise psikolojik hissizlik, depresyon ve sonrasında intihar düşüncesidir. Umutsuzluğun sonuçlarından psikolojik hissizlik (apati), dış olay­lara, insanlara yönelik genel bir ilgisizlik, uyuşukluk ya da genel bir duyu veya duygu eksikliği şeklinde tanımlanmaktadır. Psikiyatride ruh hastalığının bir belirtisi olarak normalde önemli sayılan şeylere yönelik bir duygusuzluk, anlamsızlık duygusu veya ilgisizlik olarak da tarif edilmektedir. [84]

Umutsuzlukta önemli tehlikelerden biri, alternatifleri denemek veya geçmişi unutup eskisinden daha güzel başka bir hayata başlamak için zamanın kısa olduğu duygusuna yol açacak “psikolojik hissizlik” (apati) ve nefretin belirmesiyle gündeme gelir. Çünkü kronikleşmiş umutsuzluğun bir göstergesi olarak psikolojik hissizlik, geri dönüşü zor bir patolojik süreci beraberinde getirmektedir.[85]

2.4.1.Depresyon

Depresyon; insanın yaşama istek ve şevkinin kaybolduğu, kişi­nin kendisini derin bir keder içinde hissettiği, geleceğe yönelik kö­tümser ve karamsar düşünceler, geçmişe ilişkin yoğun pişmanlık ve suçluluk duygusunun yaşandığı, bazen döngüsel bir nitelik gösteren bazen de intihar düşüncesi, intihar teşebbüsü, sonuçta ölümün ola­bildiği, uyku iştah ve cinsel arzularda bozuklukların görüldüğü bir hastalıktır.[86]

Umutsuzluk, depresyonda temel sebeplerden biri olarak değer­lendirilmektedir. Depresyonla sonuçlanan bu durum bir süreç dahilinde gerçekleşmektedir. Şöyle ki genellikle depresyonu ortaya çıkarı­cı etmen, bireysel uğraşın başarısızlıkla sonuçlanması ya da geçmişte birçok olayı paylaştığı bireyin kaybedilmesi ya da doyumun önlenme­si nedeniyle özenle hazırlanan planların kesintiye uğramasıdır. Bunun sonucunda ise umutsuzluğa kapılan bireyin kendine güvenme çabası zedelenmekte ve güvensizlik duygusundan kısmen de olsa kendisini sorumlu tuttuğu için kendisini suçlamaktadır.[87]

Depresyonun doğası ve sebeplerine ilişkin kuramsal yaklaşımlar ortaya koyan psikologlar, depresyonu açıklarken çaresizlik ve umut­suzluk kavramlarını merkeze almışlardır. Bu kuramların en etkili olanlarından birisi Beck tarafından geliştirilen Depresyonun Bilişsel Kuramı’dır. Beck, umutsuzluğu bireyin geleceğe ilişkin olumsuz bek­lentiler geliştirmesi ve kişinin kendi kapasitesini olduğundan aşağı görmesi olarak tanımlamaktadır.[88]

Depresyondaki kişi, daha önce değinildiği üzere kendisini, dene­yimlerini ve geleceğini olumsuz olarak değerlendirme eğilimindedir. Bu olumsuz düşünceler, kişinin deneyimlerini ve olayları sistematik olarak yanlış yorumlamalarından kaynaklanmaktadır. Kişi, kendisi­ni kaybeden olarak algılamakta, önem verdiği kişiler arası ilişkiler gibi alanlarda değerinden bir şeyler kaybettiğine ve önemli olarak gördü­ğü hedeflerine ulaşmakta başarısız olacağına inanmaktadır. Bütün iş­lerde başarısız olacağım düşündüğü için de amaçlarına ulaşmada ih­tiyaç duyduğu motivasyonu kendisinde bulamamaktadır. Kişinin bu olumsuz düşüncelerine üzüntü, hareketsizlik, kendini suçlama, mut­suzluk ve intihar düşünceleri gibi pek çok belirti de eşlik etmektedir. Bunların sonucu olarak olumsuz düşünceler, hoş olmayan etkiler ve kendini yenik düşüren motivasyon birbirlerini güçlendirici bir etkiye sahip olmaktadır.[89]

Beck, modelinde depresyonu üç kavramla açıklamaktadır: Bun­lar; “bilişsel üçgen” “sessiz kabullenişler” ve “bilişsel hatalaradır. Beck depresyonu şematize ederken bu kavramları şu şekilde tanımlamıştır.[90]

  • Bilişsel Üçgen: Bireyin kendisi, çevresi ve geleceği ile ilintili inançları kapsamaktadır. Dolayısıyla birey kendini yetersiz, değersiz bulmaktadır ve yaşamı ona göre hayal kırıcıdır. Bireyin çevresi ona yardım etmemektedir, yaşantısı yetersizdir. Birey geleceğinden umut­suzdur, uzun dönemli amaçları bulunmamaktadır. Dolayısıyla olumlu bir davranış başlatamamaktadır.
  • Sessiz Kabullenişler (şemalar): Depresif birey kendisinin de açıklayamadığı bazı inanç ve kurallara sahiptir. O, coşkularım, bilgile­rini ve davranışlarım bu kurallara dayandırmaktadır. Örneğin; bireyin eşi iltifat etmediğinde “Artık beni beğenmiyor, beni kimse sevmiyor, değersizim.” düşüncesi oluşturmaktadır.
  • Bilişsel Hatalar: Bilişsel hatalar kavramı ise depresyon belirti­leri gösteren bireylerin düşünce biçimlerinin veya zihinsel işleyişleri­nin normalden farklılığına dikkat çekmek için kullanılmıştır. Gerçek olayla bireyin bu olayla ilgili olumsuz otomatik düşünceleri kıyasla­narak mantık hataları kurulur. Örneğin, keyfî anlam çıkarma, seçimli dikkat, genelleştirme, büyütme, küçültme ve özelleştirme gibi. Beck bu kuramı geliştirirken depresyon belirtilerinden karamsarlık için önemli bir kavram olan umutsuzluk üzerinde durmuş ve umutsuzlu­ğun ölçümü konusunda da yoğun çalışmalar yapmıştır.[91]

Bilişsel davranışçı yaklaşımın depresyonun gelişmesi ve sürmesi­ne yönelik açıklamalarında umutsuzluk merkezî bir rol oynamaktadır. Bilişsel davranışçı yaklaşıma göre umutsuzluk, daha çok depresyonun başlangıç ve sürdürülmesinde önceki potansiyel sebepler olarak görü­lür. Bu kapsamda umutsuzluk, belirli çevresel uyarıcılara karşı kişinin savunmasızlığına yol açan bir özellik faktör (trait factor) olarak değer­lendirilir.[92]

Birçok deprese hasta psikiyatriye mutsuzluk ve umutsuzluk ya­kınması ile başvurur. Beck, deprese hastaların %78’den fazlasının geleceğe olumsuz baktığım belirtmiştir. Bu oran deprese olmayan hastalarda ise %22’dir. Hastaların yakınmaları ve depresif belirtileri­nin şiddeti arttıkça umutsuzluğun da arttığı klinik çalışmalarla gös­terilmiştir. Ayrıca depresyonun tüm bulguları içinde umutsuzluk ile en yakın ilişkisi olan ruhsal bozukluk intihar düşüncesidir. Homey, hastanın umutsuzluğunu anlama ve bu sorunun üzerinde durma yaklaşımı neden önemlidir, sorusuna “Her şeyden önce bu yaklaşım, depresyonlar ve intihar eğilimleri gibi özel sorunlar üzerinde çalışma değerine sahiptir. Hastanın genel umutsuzluğuna dokunmaksızın sa­dece o anda yakalanmış bulunduğu çatışmaları su yüzüne çıkararak basit depresyonları ortadan kaldırabileceğimiz doğrudur. Ama dep­resyonların yeniden ortaya çıkmasını istemiyorsak umutsuzluk so­rununu ele almamız gerekir. Çünkü bu, depresyon yaratan derin bir kaynaktır. Bu özgün kaynağa inilmedikçe sinsi kronik depresyon da saf dışı bırakılamaz/[93]

Umutsuzluk, şimdiki olumsuz algıların geleceğe yansımasıdır. Kişi uzun süre yansıtmalar yaptığında, şimdiki güçlüklerinin sonsuza dek devam edeceğini düşünür. Umutsuzluğa eğilimli kişi, gelecek için belirli bir bilişsel örüntüye sahiptir ve bu örüntü geleceğin hiçbir iyi olasılığı içermediğini yineler. Kişi geleceği hakkında düşünmeye baş­ladığında bu bilişsel yapı uyarılır ve kişi hoşlanmadığı deneyimlerin etkisi ile umutsuzluğun tipik duygusal ve motivasyonel belirtilerini göstermeye başlar. Bu modele göre, ilk yaşam deneyimleri, bireylerin kendileri ve dünya hakkında bazı şema ya da inançlar oluşturmalarına yol açar ve bunlar da sonradan davranışı değerlendirmede ve yönet­mede kullanılırlar. Bu inançlardan bazıları da katı, aşırı ve değişmeye dirençlidirler. Bu yüzden de işlevsel olmayan inançlar olarak adlandı­rılırlar. Örneğin,”Eğer birileri benim için kötü düşünürse ben mutlu olamam.” Ancak işlevsel olmayan inançlar tek başına klinik depresyo­na yol açmazlar. Bireyin yaşamında bazı kritik olaylar olduğunda ve bunlar da bireyin inançlarım aktive ettiğinde problem oluşur. İşlevsel olmayan inançlar bir kez aktive olduğunda olumsuz otomatik düşün­celerin oluşmasına yol açarlar. Olumsuz otomatik düşünceler, amaçlı bir sürecin ürünü olmaktan çok aniden bireyin kafasından geçer ve bu düşüncelere olumsuz duygular eşlik eder. Bu düşünceler, mevcut yaşantılara, gelecekteki olayların tahminine ya da geçmişteki bir olaya ilişkin olabilir ve sonuçta depresyonun gelişmesine yol açarlar: Dav­ranışsal belirtiler (aktivite düzeyinde düşüş, geri çekilme vb.), moti­vasyonel belirtiler (ilgi kaybı, tembellik vb.), duygusal belirtiler (kız­gınlık, suçluluk vb.), bilişsel belirtiler (yoğunlaşma güçlüğü, kararsız­lık vb.), fiziksel belirtiler (iştah kaybı, uykusuzluk vb.). Depresyon bir kez oluştuğunda olumsuz otomatik düşünceler giderek daha çok ve daha yoğun meydana gelir ve işlevsel inançlar giderek azalır. Böylece kısır döngü oluşur.[94]

Ayrıca, umutsuzluk, literatürde genellikle öğrenilmiş çaresizlik kavramı ile birlikte ele alınmakta ve depresyonun nedenleri arasında gösterilmektedir. Bu kavram, bireyin, davranışların olayların sonu­cunu değiştirmeyeceğine ilişkin motivasyonel, bilişsel ve duygusal durumunu ifade etmektedir. Diğer bir ifadeyle öğrenilmiş çaresizlik, bireyin başına gelebilecek olaylar hakkında hiçbir yaptırım gücünün bulunmadığını düşünmesi, olayların kendisinden bağımsız geliştiği inancına sahip olmasıdır. Olayların kontrol edilmemesi yeni davra­nışlar sergilemeye yönelik davranışta bulunma isteğini azaltmakta, daha önceki olaylar ile davranışlar arasında bir bağ kurulmaması yeni öğrenme süreçlerini engellemekte ve tekrarlanan deneyimler ise dep­resyona benzer bir duygu durumu yaratmaktadır.[95]

Seligman ın “öğrenilmiş çaresizlik” modeli olarak da adlandırılan bu yaklaşım, Seligman’ın 1965 te yaptığı deneye dayanmaktadır. Se­ligman, üç grubun birbirlerine bağlanmasını içeren bu deneye “üçlü deney” adım vermiştir. Seligman deneyi şu şekilde aktarmaktadır: Bi­rinci gruba kaçılabilir bir şok verecektik: Köpek burnuyla bir panele bastırarak şoku sonlandırabilecekti. Böylece bu köpek denetim sahibi olacaktı çünkü tepkilerinden biri bir işe yarıyordu.

ikinci gruba şoku veren araç, ilk gruptakilerin aracına “bağlı” ola­caktı. ikinci gruptakiler birinci gruptakilerle tam olarak aynı şokları alacaklardı, ancak tepkileri hiçbir işe yaramayacaktı. İkinci gruptaki bir köpeğin yaşadığı şok, ancak birinci grupta “bağlı” olduğu köpek panele bastığı zaman duracaktı.

Üçüncü bir grup ise hiç şok almayacaktı.

Köpeklerin her biri kendi kategorisinde bu deneyimi kazandık­tan sonra, üç grup da mekik kutusuna konacaktı. Şoktan kaçmak için engeli aşmayı kolayca öğrenmeleri gerekiyordu. Ne var ki varsayımı­mıza göre, ikinci gruptaki köpekler yaptıkları hiçbir şeyin işe yarama­dığım öğrenmişlerse şok verildiğinde de hiçbir şey yapmadan yatma­ya devam edeceklerdi.[96]

1965 yılı Ocak ayının başlarında, birinci köpeğe kaçabileceği şoklar, ikinci köpeğe ise kaçamayacağı tıpatıp aynı şokları vermeye başladık. Üçüncü köpeği kendi başına bıraktık. Ertesi gün üç köpe$ I de kutuya koyduk ve her üçünü de kutunun bir tarafını diğerinden I ayıran alçak engelin üzerinden atlayarak kolayca kaçabilecekleri şok­lar verdik.

Şokları denetlemeyi öğrenen köpekler engeli aşıp kaçabileceklerini birkaç saniyede fark ettiler. Daha önce şok verilmeyen köpek de yine birkaç saniyede aynı şeyi keşfetti. Ancak yaptığı hiçbir şeyin işe yaramadığım öğrenmiş olan köpek, kutunun şoksuz bölümüne geçmek için engelin üzerinden kolayca atlayabilecek olmasına karşın kaçmak için hiçbir çaba göstermedi. Acınası bir biçimde, kutudan dü­zenli olarak şok almasına karşın, kısa bir sürede pes etti ve yattı. Kutu­nun diğer tarafına atlayarak şoktan kaçabileceğini hiç fark etmedi. Bu deneyi sekiz üçlüyle yineledik. Çaresiz gruptaki sekiz köpekten altısı pes edip kutuda otururken, şoku denetleyebileceğini öğrenmiş olan gruptaki sekiz köpekten hiçbiri pes etmedi.[97]

Benzer çalışmalar, kontrol edilemez gürültüye maruz bırakma şeklinde insanlar üzerinde de gerçekleştirilmiştir.[98] Seligman, bu sonuçtan hareketle insanlardaki depresyonun -ve özellikle umutsuz­luğun ve edilgenliğin-, çaresizliğin öğrenilmesinden kaynaklanabi­leceğini ileri sürmüştür.[99] Dolayısıyla bu kavram, bir organizmanın davranışlarıyla olumsuz olayları kontrol edemediği bir yaşantıdan geçtikten sonra, olumsuz olayları kontrol edebileceği durumlarda da gerekli davranışları yapmakta başarısız kalması anlamına gelmekte­dir. Böylece yapacaklarının bir işe yaramayacağını düşünen birey, bir şeyler yapmaya kalkışmayacaktır. Gerçekte ise olay çaresizlikten çok umutsuzluk olayıdır.[100]

Umutsuzluk teorisi bu biçimiyle depresyonun nedenini, gelece­ğe yönelik olumsuz beklentilere bağlamaktadır. Bununla birlikte gele­neksel yaklaşımlara göre depresyonun temelini, geçmişe ait kayıplar, ‘Keşke’, ile başlayıp giden otomatik, takıntılı düşünceler oluşturmak­tadır. Dolayısıyla depresif bireylerin gerek geçmişe gerekse geleceğe, gerek kendisine gerekse başkalarına ait düşünceleri umutsuzluğunun içeriğini oluşturduğunu söylemek mümkündür.[101]

1970’ li yıllarda Beck ve arkadaşlarının umutsuzluk ve mutsuzluk değişkenleri temel alınarak geliştirilen “bilişsel kuramsal yaklaşım”, depresyon tedavisinde “altın standart” olarak bilinen ilaç tedavisine meydan okuyan bir tedavi yöntemi sunmuştur. Bu tedavi yöntemi, hâlihazırda, depresyon tedavisinde başvurulan bir tedavi yöntemi ve geliştirilen diğer tedavi yöntemleri için kaynaklık oluşturan bir yakla­şım tarzıdır.[102]

Depresyonla ilgili diğer bir yaklaşım olan “antropolojik bakış açı­sı” depresyonun, elverişsiz kimi koşullara uyum sağlamada uyumsal olan bir stratejinin patolojik bir türü olduğunu öne sürer. Paul Gilbert tarafindan geliştirilen bu model sosyal, biyolojik ve psikolojik etken­lerin tamamım içeren bütüncül bir bakış açısıyla depresyonu açıkla­maya çalışır. Gilbert, insanın antropolojik açıdan sevilmek ve diğer insanlar için değer taşımak gereksiniminin olduğunu söyler. Depres­yon, bireyin içinde olduğu gruptaki konumunu sürdürememesiyle ilgilidir. Ayrıca depresyon, kişinin varolan kaynaklarını daha da tüket­memek veya daha uzun sürmesini sağlamak için ortaya çıkmış bir geri çekilme durumudur.[103]

İnceleyin:  Sosyoloji ve Beden

Antropolojik olarak insan, daha geniş topraklara yayılmak, daha iyi yiyeceklere, ve daha yüksek sosyal statüye ulaşmak ister. Bu onun yaşam şansım ve kalitesini arttırır. Türünü sürdürme açısından daha avantajlı bir duruma getirir, bununla birlikte bunları elde etmek bir bedel ödemeyi gerektirir. Bu bedel enerji harcama, yaralanma ve kaybetme riskini içerir, Bu kazançlar için yaşamak zor ve bazen ya­ralayıcı olabilir. Birey bu durumda bir yarar zarar muhasebesi yapar. İdeal olan, ödenen bedeli küçültmek ve kazancı maksimize etmektir. Çevreden kazancı arttırmak için davranışsal yatırım yapmak ve bir miktar enerji harcamak gerekir. Birey bu orantıda ne yaparsa yapsın kazancı arttıramıyorsa davranışsal yatırımı ve tüketimi azaltmak, bu bedel kazanç analizini değerlendirmenin bir diğer yoludur. Bedeli azaltmanın enerjiyi korumanın ilişkileri azaltma, yarışmaya girme­me, uyku, yorgunluk gibi çeşitli yolları vardır. Depresyonda görülen davranışsal kapanma kişinin çevreye yaptığı davranışsal yatırımda, geri dönüş azaldığında (yüksek bedel ve çok az fayda) gerekli gö­rülen bir sonuçtur. Dolayısıyla bu model depresyon, kronik tehlike, stres veya kişinin hedeflerine ulaşmada sürekli başarısız olmasının ve bireyin davranışsal harcamalarını azaltma eğiliminin sonucu olarak görülmektedir.[104]

Depresyonun bir diğer çağdaş modeli, Bilişsel Davranışçı Sis­tem Analizi Psikoterapist modelidir (Cognitive-Behavioral Analiysis System of Psychotherapy). Bu model, kronik depresif hastalarda Piaget’in tanımladığı işlem öncesi düşünme tarzının etken olduğunu öne süren bilişsel ve davranışçı teknikleri terapide kullanan yeni bir biliş­sel terapi yaklaşımıdır. Bilişsel Davranışçı Sistem Analizi Psikoterapi­st Kuramına göre depresyon, erken yaşlarda başlar. Özellikle kronik depresif hastalarda, gelişim safhalarında kötü muamele ve travmalar, bu bireylerin sosyal alanda normal bilişsel duygusal gelişimini rayın­dan çıkarır ve bilişsel duygusal gelişim Piaget’in işlemsellik öncesi evre olarak adlandırdığı aşamada takılı kalırlar.[105]

2.4.2. İntihar

Arapçada “boğazlamak, kesmek” anlamına gelen “nahr” sözcü­ğünden türeyerek dilimize giren intihar,[106] Türk Dil Kurumu tarafından “kişinin toplumsal ve ruhsal sebeplerin etkisi ile kendi hayatına son vermesi” olarak tanımlanmaktadır. İngilizcede ise “suicide” olarak kullanılan intihar anlamındaki kavram Latinceden türemiştir. Latince “sui” kendi, “cadere” ise öldürmek anlamına gelmektedir. Türkçede ilk kez Tanzimat döneminde kişinin kendi kendine zarar vermesi olarak kullanılan intihar sözcüğü, “suicide” kelimesi olarak Avrupa’da ilk kez 18. yüzyılda Fransa’da kullanılmaya başlandığı belirtilmiştir.[107]

İntihar, yaşanan ruh ağrısı ya da psişik acıyla kişinin kendi yaşa­mına kendi isteğiyle son verme istemesi ya da aklı başında bir insanın yaşamakla ölmek arasında bir seçim yapabileceği hâlde, her türlü ah­laki baskıyı dışlayarak ölümü seçip kendisini öldürmesidir.[108] Durk- heim’e göre çağdaş toplumda ya sosyal gruplarla bütünleşme eksikliği sebebiyle “bencil” (egoistik) ya da endüstrileşmeden kaynaklanan hızlı sosyal değişime ve bireylerin toplum tarafindan denetim altına alınamaması sebebiyle “anomik”tir.[109]

İntihar davranışının, depresyonun temel belirtilerinden biri olan umutsuzluk yaşantısıyla yakından ilgili olduğu belirtilmektedir. Bu bağlamda, intihar ile ilgili birçok psikolojik kuram, intiharı ruhsal hastalığın bir anlatımı olarak değerlendirmiştir, intihar ve intihar gi­rişimi kişinin çaresizliğine ve umutsuzluk durumuna bir çözüm, bir çıkış yolu olarak görülür, intiharda özsaygı yitimi ön plandadır. Öz­saygı yitimi o denli yoğundur ki hasta onu yeniden kazanma umu­dunu yitirmiş, bilişsel çarpıtmalar ve gerçekçi olmayan düşüncelerle umutsuzluğunu derinleştirmiştir.[110]

Beck ve arkadaşları geliştirdikleri umutsuzluk ölçeğini kullana­rak» intihar girişiminde bulunan hastalardan yatarak tedavi görenler üzerinde yaptıkları çalışmalarda, hem depresyonun hem de umut­suzluğun intihar eğilimi ile ilişkili olduğunu, umutsuzluk kontrol edildiğinde ise depresyon ve intihar eğilimi arasındaki ilişkinin kay­bolduğunu, umutsuzluğun intihar düşüncesi konusunda depresyon­dan daha fazla sorumlu olduğunu saptamışlardır. Birçok araştırıcı umutsuzluğun bilişsel tedavi gibi özgül yöntemlerle azaltılabileceği­ni ve bunun sonucunda umutsuzluğun intihar riskinin belirlenme­sinde ve intiharın önlenmesinde önemli bir araç olabileceğini bildir­mişlerdir.[111]

İntihar olgusunun bütün yaş grupları arasında giderek artan bir durum göstermesi nedeniyle, Uluslararası İntiharı Önleme Derne- ği’nin (International Association for Suicide Prevention) intiharın önlenmesine yönelik duyarlılığın artırılması, intihar girişiminde bu­lunanların hatırlanması çağrısına uyarak, İntiharı Önleme Derneği, ilkini 10 Eylül 2006 yılında düzenlenmiş olduğu konferanslarının İkincisini “II. 10 Eylül Dünya İntiharı Önleme Günü Konferansı” adıyla 10 Eylül 2009da Ankarada gerçekleştirmiştir.[112]

Batıgün, özellikle 15-25 yaş grubunun risk grubu olmasın­da önemli ipuçlarının dikkate alınması gerektiğini belirtmektedir. Bu ipuçlarını ise akademik yıl başında lise ve üniversite öğrencileri üzerinde yapılacak olan taramalar ile belirlenebileceğini, dolayısıyla umutsuzluk ve yalnızlık düzeyleri yüksek, yaşamı sürdürme nedenleri yetersiz olan risk gruplarının saptanabileceğini ifade etmektedir. Bu gruptaki öğrencilere sunulacak olan bazı eğitimlerin örneğin, yalnız­lığın azaltılmasında etkili olan sosyal beceri eğitimi ve/veya iletişim becerileri eğitimi, yasamı sürdürme nedenlerinin farkına varmalarım sağlayacak grup çalışmaları vb. yoluyla umutsuzluğu ve buna bağlı in­tihar davranışlarını önleme konusunda etkili olabileceğini belirtmiş­tir. Ayrıca cinsiyet değişkenine ilişkin olarak da erkeklerin “öfke” ve “saldırganlık” davranışlarının kontrol edilmesi yönünde verilecek eği­timin etkisine dikkat çekmektedir.[113]

Özçürümez, intiharın psikodinamiği bağlamında, intihara sürük­leyen bilinçdışı temellere ait klasik çözümlemenin, Freud un “Yas ve Melankoli makalesindeki formülasyonunu temel aldığım belirterek hayalı ya da gerçek olarak kaybedilen ve kişinin ambivalan (aynı kişi ya da aynı nesne için hem sevgi hem de nefret duyma) duygular besle­diği narsisistik nesnenin, özdeşim kurularak içe alındığını, böylelikle kendilik temsilinin bir parçası hâlini alan kaybedilmiş nesneye karşı hissedilen agresif (saldırgan/yıkıcı) dürtülerin kendiliğe yönelmesi sonucunda, kendiliğin bir parçası çatışan bu zıt duyguların yıkıcılığı­na kurban edilmekte; başta kendini aşırı yerme-değersizleştirmenin, nihai noktada da intihar eyleminin gerçekleştiğini belirtilmiştir. Ay­aca konuyu irdeleyen psikanalitik yazarların sık sık intiharın agresif bileşenleri üstünde durduklarını, intihan kendiliğe karşı gerçekleş­tirilen nefret dolu bir eylem olarak nitelendirdiklerini; bireyin ken­disini idam etmesiyle ya da cezalandırmasıyla eşdeğer gördüklerini söyleyerek intihar ile cezalandırma, intikam, sadomazoşizm,[114] aşırı diğerkâmlık, edilgenlik/etkinlik gibi kavramlar arasındaki ilişki ve nesneyle bir daha ayrılmamak üzere kaynaşma ya da ölüm aracılığı ile yeniden doğma gibi fantezilerin intihar olgusunda rol oynadıkları sonucunu çıkarmıştır.[115]

Umutsuzluk, depresyon ve intihar dışında, uyuşturucu madde ve alkole müptela olma gibi olumsuz alışkanlıklarla da sonuçlanabilmek- tedir. Umutsuz birey, kendi kendisine yetememenin verdiği umutsuzluktan kurtulmak için sigara, alkol, uyuşturucu madde vb. gibi nes­nelere sığınarak kısa süreli de olsa bir güvenlik duygusu elde etmek istemektedir. Fakat temeldeki umutsuzluk duygusu tedavi edilmediği için bu tür nesnelerin etkisi geçince birey yenilerini almakta, vücudun da bağışıklık kazanmasına bağlı olarak bu miktar her gün biraz daha artırılmakta ve birey sonuçta ruhen ve bedenen çökerek, çözümsüz umutsuzluk hâli yaşayabilmektedir.[116]

Yıkıcılık ve şiddet, öfke ve saldırganlık gibi değişkenlerin de umutsuzlukla ilgili olduğu yapılan çalışmalarla tespit edilmiştir. Zira umutsuz kişi, kendini yok etme eğilimi gösterebildiği gibi, başkalarını yok etme eğilimi de gösterebilir. Çünkü umutsuz birey yaşamdan nefret etmektedir. Yaşamı üretemediğinden daha kolay olam tercih ederek yaşamdan kurtulmak, yaşamı yok etmek, hatta geçmiş yaşa­ntımdan bile öç almak istemektedir. Birey kendi dışındaki dünyayı tahrip etmekle yalnız ve tek başına kalmayı tercih eder. Bireyin bu yalnızlığı, kendi dışındaki objelerin ezici gücünün altında kalmamak ve benliğinin onlar tarafindan ezilmesine mani olmak ve kendi olmak için tercih ettiği zor bir yalnızlıktır. Bu umutsuz kişinin yaptığı son bir umutsuz çabadır.[117]

Muhammed Kızılgeçit – Yalnızlık Umutsuzluk Ve Dindarlık,syf:81-119

Dipnotlar:

1.Ayverdi, s. 3239; Ferit Devellioğlu, Osmanltca-Türkçe Asiklopedik Lügat, Doğuş Matbası, Ankara 1970, s.1355; TDK Türkçe Sözlüğü Türk Tarih Kurumu Basım Evi, Ankara 1988, II, 1515

2.Chopra, Ramesh, Academic Dictionary of Psychology, 123; Raymond J. Corsini, The Dictionary of Psychology, Brunner-Routledge, New York 2002, s. 451; Redhouse, Yeni Ingilizce-Türkçe Sözlük,, s. 775.

3.İbn Manzûr, XIV, 309-316; ez-Zebidi, IV, 288-289; el-îsfehânî, Rağıb, Müfredâtü Elfâizi’l-Kur’ân, Daru’l-Kalem, Dımeşk 1992, s. 346; Süleyman Uludağ, “Recâ”, TDV Yayınları, İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2007, XXXIV, 502; İbrahim Mustafa ark, Mu’cemul-Vasît, Çağrı yayınlan, İstanbul 1996,27,333; Ayverdi, s.3239;13 Andrew K. MacLeod, Philip Tata, Ulrike Schmidt, “Hopelessness and Positive and Negative Future Thinking in Parasuicide”, The British Journal of Clinical Psychology, 44, 2005, s. 496;, Seber, Umutsuzluk Kavramı: Depresyon ve İntiharda Önemi, s.134; Meral Ağır, Üniversite Örgencilerinin Bilişsel Çarpıtma

[4] îbn Manzûr, XI, 27; M. Zeki Duman, “Emel”, TDV İslam Ansiklopedisi, TDV Yayınlan, İstanbul 1995, c.l 1, s.87.

[5]    îbn Manzûr, 1,424

[6] Abdulkerim Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, (Logoterapik Bir Araştırma), İnsan Yayınlan, İstanbul 2002, s. 81.

[7] Nesrin Dilbaz, Gülten Seber, “Umutsuzluk Kavramı: Depresyon ve İntiharda Önemi”, Kriz Dergisi, 1 (3), 1993, s. 134; Kimter, s.184.

[8] Abdulvahit İmamoğlu, Adem Yavuz, “Üniversite Gençliğinde Dinî İnanç ve Umutsuzluk Hişkisi”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 13 (23), 2011,212.

[9] Erich Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, (Çev: Selçuk Budak), Öteki Yayınevi, Ankara 2000, s.43-44; Victor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, (Çev: Selçuk Budak), öteki Yayınevi, Ankara 2007, s. 99;

[10] Kimter, s.185.

[11] Engin Geçtan, Varoluş ve Psikiyatri, Remzi Kitapevi, İstanbul 1990, s. 48-49.

[12] Bahadır, insanın Anlam Arayışı ve Din, s. 81.

Düzeyleriyle Problem Çözme Becerileri ve Umutsuzluk Düzeyleri Arasındaki İlişki, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2007, s. 83.

[14] Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, s. 82-83.

[15] Abdurrahman Kasapoğlu, “Kur’ân’da Ümit-lman İlişkisi”, Tasavvuf: İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 8(18), 2007, s. 155-156.

[16] Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, s. 83.

[17] TDK. Türkçe Sözlük, II, 1515; M. Basavanna, Dictionary of Psychology, Allied Publishers, New Delhi 2007, s. 185; Redhouse, Yeni İngilizee-Türkçe Sözlük, s.

[18] İbn Manzûr, VI, 259-262; ez-Zebidî, X, 144-146; İbrahim Mustafa ark., s. 1063;

Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’âna Göre Umutsuzluk İnkâr İlişkisi, Tabula Rasa, 5, (14), 2005,136; Kimter, s.185.

[19] Bussfeld V. Henkel, Möller P., Hegerl H. “Cognitive-Behavioural Theories of Helplessness/ Hopelessness: Valid Models of Depression?” Eur Ardı Psychiatr Clin Neurosci, Germany 2002,240 -249. s. 241.

[20] Aaron T. Beck, Gary M.D. Brown, Robert, M.S. Berchick, “Relationship Between Hopelessness and Ultimate Silicide: A Replication With Psychiatric Outpatients” The American Journal ofPsychiatry, Say. 147 (2), 1990,190; Henkel, Möller, Hegerl, s. 241; Brittney Beck, Steen Halling, McNabb Marie, Daniel Miller Jan O. Rowe, Jennifer Schulz, “Facing Up To Hopelessness: A Dialogal Phenomenological Study” Journal of Religion and Health, 42 (4), 2003, s. 340; Ayşegül Durak, Refıa Palabıyıkoğlu, “Beck Umutsuzluk ölçeği Geçerlilik Çalışması”, Kriz Dergisi, 1, (3), 1992, s. 311-312.

[21] Lester D., Gençöz, Faruk ve Vatan, Sevginar, “Umutsuzluk, Çaresizlik ve Talihsizlik Ölçeğinin Türk örneklerinde Güvenirlik ve Geçerlik Çalışması” Kriz Dergisi, 14(1), 2006, s. 22.

[22] Ağır, s. 84.

[23] Dilbaz, Seber, s. 134; Durak, Palabıyıkoğlu, Beck Umutsuzluk ölçeği Geçerlilik Çalıştnast, s. 311-312.

[24] Karen Homey, Nevrozlar ve İnsan Gelişimi, (Çev: Selçuk Budak), öteki Yayınevi, Ankara 1999,s. 188-189.

[25] Karen Homey, Ruhsal Çatışmalarımız (Çev: Selçuk Budak), öteki Yayınevi, Ankara 1998, s. 166.

[26] Frankl, E.Victor, İnsanın Anlam Arayışı, s.95

[27] Frankl, E.Victor, insanın Anlam Arayışı, s.78.

[28] Erikson, E.H., Childhood and Society, s. 269.

[29] Emel Koç, “Bir Umut Metafiziği Olarak Gabriel Marcel Felsefesi” SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 18,2008,171-194, s. 179.

[30] Soren Kierkegaard, ölümcül Hastalık Umutsuzluk, (Çev: M.Mukadder Yakupoğlu), Aynntı Yayınlan, İstanbul 2001, s. 26-27.

[31] Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, s. 28,42-43.

[32] Kierkegaard, ölümcül Hastalık Umutsuzluk, s. 26-30,37; Adem Yavuz, 18-25 yaş Üniversite Gençliğinde Dinî înanç ve Umutsuzluk İlişkisi, (Sakarya Üniversitesi örneği), (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sakarya 2009, s. 46.

[33] Kierkegaard, ölümcül Hastalık Umutsuzluk, s. 89-90.

[34] David D. Burns, Feeling Good: The New Mood Therapy, New American Library, New York 1980, s. 337; Yenibaş, Rukiyye, Şirin Ahmet, Ailede Çocuğun İstismarı ve Umutsuzluk, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara 2007, s. 66; Dilbaz, Seber, Umutsuzluk Kavramı: Depresyon ve İntiharda Önemi, s. 134.

[35] Yavuz, s. 47-48

[36] Kağıtçıbaşı, Çiğdem, Benlik, Aile ve İnsan Gelişimi, Koç Üniversitesi Yayınlan, İstanbul 2010, s. 126; Hökelekli, Hayati, Psikolojiye Giriş, Düşünce Kitapevi Yayınlan, İstanbul 2008, s. 166; Hökelekli, Din psikolojisi, 110; Koç, Bozkurt, Benlik ve Din, Dem Yayınlan, İstanbul 2009, s. 19.

[37] Burger, s. 23, Hökelekli, Din Psikolojisi, 110; Yıldız, Murat, “Üniversite Öğrencilerinin Benlik Tasarımlarının Dinsel Yönelim Biçimleri ve Bazı Demografik Değişkenler Açısından incelenmesi” İslâmî Araştırmalar Dergisi, 19 (3), 2006, s. 501; Kierkegaard, ölümcül Hastalık Umutsuzluk, s. 38.

[38] Budak, s. 123.

[39] Gardiner, Çocuk ve Ergen Gelişimi, (Ed.: B. Onur) İmge Kitabevi, Ankara, 2001, s. 492.

[40] Köknel, Özcan, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, Altın Kitaplan Yayınevi, İstanbul 1999,65; Hökelekli, Psikolojiye Giriş, s.167-168; Koç, Bozkurt, Ergenlikte Benlik Gelişimi ve Din ilişkisi, s. 12; Yıldız, Murat, “Üniversite Öğrencilerinin Benlik Tasarımlarının Dinsel Yönelim Biçimleri ve Bazı Demografik Değişkenler Açısından İncelenmesi” s. 502.

[41] Horney, Karen, Nevrozlar ve însan Gelişimi, (Çev: Selçuk Budak), Öteki Yayınevi, Ankara 1999, s. 191.

[42] Horney, Ruhsal Çatışmalarımız, s. 168; Koç, Bozkurt, Ergenlikte Benlik Gelişimi ve Din İlişkisi, s. 14.

[43]   Kierkegaard, ölümcül Hastalık Umutsuzluk, s. 39.

[44] Horney, Ruhsal Çatışmalarımız, s. 169.

[45] Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk, s. 43-44; Yavuz, s. 49.

[46] Kierkegaard, ölümcül Hastalık Umutsuzluk, s. 47; Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur ân, (Çev. Alpaslan Açıkgenç), Ankara Okulu Yayınlan, Ankara 1999, s. 63; Kasapoğju, “Kur’ân’a Göre Umutsuzluk İnkâr İlişkisi”, s. 137.

[47] Frankl, E.Victor, İnsanın Anlam Arayışı, (Çev: Selçuk Budak), Öteki Yayınevi, Ankara 2007, s. 76.

[48] Fromm, Erich, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, (Çev: Selçuk Budak), Öteki Yayınevi, Ankara 2000, s. 31-32; Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s. 76.

[49] Adler, Alfred, Yaşantın Anlam ve Amacı, (Çev. Kâmuran Şipal), Say Yayınlan, İstanbul 2009, s. 163-167; Köknel, Kaygıdan Mutluluğa Kişilik, 75; Taner Dilber, öğretmenlerin Umutsuzluk Düzeyi ile Okul Kültürü, Arasındaki İlişki, (Yayımlanmamış Yiiksek Lisans Çalışması), Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2008, s. 41.

[50] Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, s. 21.

[51] Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, Gordon W. Allport un yazdığı ön sözden, s. 7.

[52] Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s. 95.

[53] Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, s. 130.

[54] Geçtan, Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar, s. 134.

[55] Frankl, insanın Anlam Arayışı, s. 78.

[56] Bahadır, insanın Anlam Arayışı ve Din, s. 131.

[57] Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s. 78.

[58] İkbal, Muhammed, Esrâr-ı Hodi, s. 27.

[59] Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s. 74.

[60] Bahadır, insanın Anlam Arayışı ve Din, s. 133.

[61] Yavuz, s. 51.

[62] Robert Katz, The Meaning of Religion in Healthy People, Morality and Mental Health, (Ed. O.Hobart Mowrer), Rand Macnally C., Chicago 1967, s. 324- 327.

[63] Bahadır, Abdulkerim, “Hayatın Sorgulayıcılığı Karşısında İnsan ve Üretkenlik” Selçuk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, 10,2000, s. 443-452.

[64] Bahadır, Hayatın Sorgulayıcılığı Karşısında insan ve Üretkenlik, s. 446.

[65] Fromm, Erich, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, s. 43.

[66] tmamoglu, Yavuz, s. 225

[67] Geçtan, Engin, Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar, s. 143,177.

[68] Dilber, s. 43; Imamoğlu, Yavuz, s. 226,

[69] Geçtan, Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar, s. 168-169.

[70] T.C. Millî Eğitim Bakanlığı, Megep (Mesleki Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi) Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bedensel Engelli ve Süreğen Hastalıklı Çocuklar, MEB Yayınlan, Ankara 2008, s. 9.

[71] T.C. Millî Eğitim Bakanlığı, Megep Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bedensel Engelli ve Süreğen Hastalıklı Çocuklar, s. 49; Geçtan, Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar, s. 215.

[72] Geçtan, Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar, s. 211-215; Yavuz, s. 53.

[73] Schultz, Schultz, s. 367-368.

[74] Bahadır, Abdülkerim, “Modernitenin Yıkıcı Etkileri Kansmda Savunmasız İnsan” Selçuk Üniversitesi Uâhiyat Fakültesi Dergisi, 13,2002, s. 131.

[75] Erginli, Zafer, “Tüketim Çıkmazındaki İnsan ve Tasavvuf Bursa’da Dünden Bugüne Tasavvuf Kültürü”, 3,2004, s. 67-68.

[76] Peker, Hüseyin, Din Psikolojisi, Aksiseda Matbaası, Samsun 2000, s. 201; Yavuz, s. 54.

[77] Karaca, Faruk, Psiko-sosyal Açıdan Yabancılaşma ve Dinî Hayat, Bil Yayımlan İstanbul 2001, s. 59.

[78] Geçtan, Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar, s. 147, 159; Dilbaz, Seber, Umutsuzluk Kavramı: Depresyon ve İntiharda Önemi, s. 136.

[79] Dilber, s. 36.

[80] Ağır, s. 87.

[81] Yenibaş, Şirin, s. 66.

[82] Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı w Din, $. 83.

[83] Kierkegaard, ölümcül Hastalık Umutsuzluk, s. 26-27.

[84] Selçuk, s. 80.

[85] Bahadır, Abdulkerim, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, s. 83.

[86] Türkçapar, Hakan, Depresyon, Klinik Uygulamada Bilişsel-Davranışçı Terapi, HYB Yayınlan, Ankara 2009, s. 2-3; Plotnik, s.532; Asım Yapıcı, Ruh Sağlığı ve Din, Psiko-Sosyal Uyum ve Dindarlık, Karahan Kitabevi, Adana 2007, s. 116-117.

[87] Seda Haran, Orhan Aydın, “Depresyon, Umutsuzluk, Sosyal Beğenirlik ve Kendini Kurgulama Düzeyinin İntihar Fikirleriyle İlişkisi” Kriz Dergisi, 3(1), 1993, s. 248; Durak, Palabıyıkoğlu, Beck Umutsuzluk ölçeği Geçerlilik Çalışması, s. 311; Geçtan, Çağdaş Yaşam ve Normal Dışı Davranışlar, s. 452; Plotnik, s. 548.

[88] Henkel, Möller, Hegerl, Cognitive Behavioural Theories of Helplessness/ Hopelessness: ValidModels ofDepression, s. 241.

[89] A. T. Beck, A. J. Rush, B. E Shaw, G. Emery, Cognitive Therapy ofDepression, The Guilford Press. New York 1979, s. 34.

[90] Beck, Rush, Shaw, Emery, Cognitive Therapy ofDepression, The Guilford Press, s. 10; Mark A Whisman, Depresyonun Uyarlamalı Bilişsel Terapisi, (Çev. Muhittin Macit ve Meral Adal), Litera Yayıncılık, İstanbul 2010, s. 26-27; Dilbaz, Seher, Umutsuzluk Kavramı: Depresyon ve İntiharda Önemi, s. 136.

[91] Beck, Rush, Shaw, Emery, Cognitive Therapy ofDepression, s. 11 -12. Dilbaz, Seber, Umutsuzluk Kavramı: Depresyon ve intiharda önemi, s. 136.

[92] Henkel, Möller, Hegerl, Cognitive Behavioural Theories of Hdpkssness/

Hopelessness: ValidModds ofDepression, s. 242

[93] Homey, Ruhsal Çatışmalarımız, s. 172.

[94] Beck, Rush, Shaw, Emery, Cognitive Therapy of Depression, s. 11-12,- İbrahim Yerlikaya, Bilişsel – Davranışçı Yaklaşıma ve Hobi Terapiye Dayalı “Umut Eğitimi Programlarının ilköğretim Öğrencilerinin Umutsuzluk Düzeyine Etkisi, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara -2006, s. 18.

[95] D. Westen, Gabbard O. Glen, K.O. Ortigo, “Psychoanalytic Approaches to

Personality* (Edt. Oliver PJohn, Robins Richard W., Pervin L. A.), Personality: Theory and Research, Guilford Publications, New York 2008, s. 90,164; Plotnik, s. 548.

[96] Martin E.P Seligman, Öğrenilmiş iyimserlik, (Çev. Semra Kunt Akbaş), HYB Yayıncılık, Ankara 2005, s, 25

[97] Seligman, Martin, öğrenilmiş İyimserlik, s.26.

[98] Seligman, Martin, Öğrenilmiş İyimserlik, s.33-34.

[99] Steven H Maier, Christopher Peterson, Barry Schwartz, From Helplessness to Hope: The Seminal Career of Martin Seligman, University of Colorado, USA 1998, s. 5; Burger, s.585-586.

[100] Hovardaoğlu, Selim, “Öğrenilmiş Çaresizlik ve Depresyon: Yükleme Biçimi ölçeği ve Beck Depresyon ölçeğiyle Yapılan Bir Çalışma”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Ankara 1990,33 (1-2), s. 221-2.

[101] Ağır, s. 91.

[102] Whisman, s. 25.

[103] Türkçapar, s. 29.

[104] Türkçapar, s. 28.

[105] Türkçapar, s. 29-30.

[106] İbn Manzûr, III, s. 557-558; Ferâhidî, III, s. 210.

[107] TDK. Türkçe Sözlük, I, 712. Arkun, Nezahat, Intihann Psikodinamikleri, Baha Matbası, İstanbul 1963, s. 3.

[108] Arkun, s. 3; Kay R. Jamison, Erken Çöken Karanlık, İntihan Anlamak, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004, s. 50; Yapıcı, s. 140.

[109] Benjamin Beit Hallahmi, Michael Argyle, “Dindarlığın Etkileri (II) “Bireysel Düzey” (Çev. Adem Şahin), Selçuk Üniversitesi llâhiyat Fakültesi Dergisi, 11,2001, s. 177.

[110] Durak, Palabıyıkoğhı, Beck Umutsuzluk Ölçeği Geçerlilik Çalışması, s. 312; Dilbaz, Seber, Umutsuzluk Kavramı: Depresyon ve intiharda Önemi, s. 136; Haran, Aydın, s. 248.                                                                                      7

[111] Dilbaz, Seber, Umutsuzluk Kavramı: Depresyon ve İntiharda Önemi, s. 137.

[112] 25 Eylül 2010, http://sosyalpsikiyatridemegi.org.

[113] Ayşegül Durak Batıgün, Nesrin H. Şahin, “Öfke, Dürtüsellik ve Problem Çözme Becerilerindeki Yetersizlik Gençlik İntiharlarının Habercisi Olabilir mi?” Türk Psikoloji Dergisi, 18 (51), 2003, s. 49; Ayşegül Durak Batıgün, “İntihar Olasılığı: Yaşamı Sürdürme Nedenleri, Umutsuzluk ve Yalnızlık Değişkenleri Açısından Bir İnceleme”, Türk Psikiyatri Dergisi, 16 (1), 2005, s. 33,36.

[114] Sadomazoşizm: Kişide aynı anda hem sadistik hem de mazoşistik eğilimlerin bu­lunması. Bkz. Budak, s. 651.

[115] Özçürümez, Gamze, “İntiharın Psikodinamiği’, 25 Eylül 2010, http://sosyalpsi. kiyatridemegi.org.  ‘ *

[116] Dilber, s. 56; Yavuz, s. 60.

[117] Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, s. 24; Batıgün, Nesrin, Öfke, Dürtüsellik ve Problem Çözme Becerilerindeki Yetersizlik Gençlik İntiharlarının Habercisi Olabilir mi? s. 37; Dilber, s. 57; Yavuz, s. 60-61.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir