Ucundan tutuyoruz her şeyin.

images-3 Ucundan tutuyoruz her şeyin.

Ucundan tutuyoruz her şeyin. İlgilerimiz samimiyetsiz, yapay, sahici olmaktan uzak… Konaklamıyoruz hiçbir yerde, hiçbir meselede, hiçbir soruda; hep gelip geçecek şeylerin peşindeyiz. Kök salmıyoruz, toprakla ünsiyet kurmuyoruz, bir yere ait olmamak için didinip duruyoruz adeta. hiçbir esaslı tedbir almıyoruz, esen her rüzgarla oradan oraya sürüklenmemek için. Ne kendimizi tanımaya, ne başkalarını tanımaya niyetimiz var. Hep istediğimizi alacak kadar temastayız, irtibatlıyız insanlarla. Ne kimsenin içimize taşınmasına izin veriyoruz, ne biz kimsenin gönlüne girmeye teşebbüs ediyoruz.

Hiçbir yerin yerlisi olamadığımız gibi, hiçbir insanın yakını, dostu, yaranı da olamıyoruz. Yakınlıklarımız şartlara bağlı, bağlantılarımız güçsüz ve geçici… Uzaklıklarımızsa neredeyse sabit, yerleşik… Hayatımızda bir şeyleri iyiye doğru değiştirebilecek şeylere bir türlü teslim edemiyoruz kendimizi; dünden razıyız sanki bu dünya değirmeninde öğütülüp gitmeye, çözülüp dağılmaya, kapılıp sürüklenmeye. Bütün bu sarhoşluk verici meşgaleler olmasa, dünya bütün bu baştan çıkarıcı numaralarıyla oyalamasa bizi, sanki bir virane gibi gürültüyle olduğumuz yere yıkılır kalırız sanıyoruz.

Sürekli harekete boğmazsak her şeyi, sanki kanımız damarlarımızda pıhtılaşırmış, tıkanıp kalırmışız gibi geliyor bize. Gittikçe büyüyüp yıkıcılaşan bir can sıkıntısı heyelanının altında kalıp eziliriz diye korkuyoruz. Evet, korkuyoruz bütün bunlardan; çünkü ucundan tutuyoruz her şeyin, her meselenin, her sorunun. Öylesine samimiyetsiz, içsiz, içeriksiz ilgileniyoruz, bizi ayakta tutacak her şeyle, her meseleyle, her soruyla…

“Aziz dost! Sen, tek bir kişi değilsin; sen bir âlemsin! Sen derin ve çok büyük bir denizsin. Ey insan-ı kâmil! O senin muazzam varlığın, belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce âlem, o denize gark olup gitmiştir! Bu konuyu anlatmak; uyanıklığın da uykunun da elinde değildir. Zaten bu dünya ne uyanıklık ne de uyku yeridir!” buyuruyor Hazreti Mevlânâ, Mesnevî’sinde.

İnceleyin:  Kim bilir kim, nasıl, ne kadar?

Peşine takılıp gitmeye hevesli olduğumuz şeylere bir bakalım; hangisinin ne hayrını gördük bugüne kadar? Vaktimizi bozuk para gibi harcadık, elimizde ne kaldı? Gece gündüz onlarla meşgul olduk, zihnimizde ne kaldı? İstedik, arzu ettik, kalbimizde ne kaldı? Savunduk, dava edindik, kavlimizde ne kaldı?

“Aşk atına binmeyince/ Aşk meyinden kanmayınca/ Gül ağacı olmayınca/ Her çalıda gül mü olur?” diyor Aşık Yemini Derviş Muhammed, rahmet olsun.

Bir de şunu düşünün; sürekli kendi kendini yâdetmek zorunda kalan bir hatıra ne hisseder?

Şu aşikâr ki hatırımızda tuttuklarımız zihnimizi kalabalıklaştırırken, unuttuklarımız eksiltiyor sürekli bizi. Bu yanlış hesabın bir yerinden dönmek gerekmez mi?

“İçimden hiçbir şey gelmiyor” dedi oturmakta olan. “Bunca zaman gelip gelip seni yerinde bulamadığı içindir” dedi ayaktaki.

Gönül ki bir delişmen rüzgar gülü, açık tut rüzgara daima pencereni!

Gönülde yeri olmayana ne el uzanır, ne ayak gider. Gönülde yer tutana hem el mahkûm, hem ayak köle…

Âb-ı hayat olup kırk çeşmeden oluk oluk akan, kırk susuzu suya kandıran insanlar da var.

“Madem ki hep canın sıkılıyor” dedi meczup, “Sor bakalım, bu ‘can’ı bu kadar sıkan ne?”

Gökhan Özcan / 10.08.2017

yenişafak

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir