10. Türkiye Selçukluları, Müslüman ve Hıristiyan Halk
Gök-Türklerde, Karahanlılarda ve Büyük Selçuklularda olduğu gibi Anadolu Selçukluları ve Beyliklerde de, eski Türk siyasî hukuk ve anlayışına göre, devlet hanedanın müşterek malı sayılıyordu. Bu anlayış saltanat mücadelelerine..ve şehzâdelerin ayaklanmalarına sebep oluyordu. Devleti idaresinde birleştiren ve rakîblerini bertaraf eden kudretli bir hükümdarın ölümü, umumiyetle, evlâtları veya kardeşleri arasında bir taht kavgasına başlangıç oluyordu. Büyük evlâdın saltanat vârisi olduğuna dair yaygın bir kanaat mevcut idiyse de bizzat hükümdarlar bile buna riâyet etmiyor; lâyık ve münasip görülen bir şehzâde veliahd ilân ediliyor ve merâsim yapılıyordu. Fakat, bu takdirde bile, onların irâdesi saltanat mücâdelelerini önlemeğe kâfi gelmiyordu.
Bununla beraber, Selçuklulara çağdaş veya onlardan sonra gelen Beyliklerden de ayrı olarak, Anadolu’da II. Kılıç Arslan’dan itibaren merkeziyetçi devlet anlayı şına doğru bir tekâmül göze çarpmaktadır. Esasen devleti hanedan azasınıiı müşterek malı sayan bu eski telâkkiye karşı husûle gelen bu tekâ mülden önce de Türkiye’nin, daha Selçuk devletinin kuruluşundan beri, feodal bünyesinde ciddî bir değişikliğin mevcut olduğunu ve Büyük Selçuklulardan farklı bir tekâmülün başladığım gösteren mühim bir hâ dise vardır. Gerçekten, Büyük Selçuklulardan ayrı olarak, Türkiye Sel çuklularında vilâyetler genişliğinde, hukukî ve İdarî muhtariyetle birlikte, siyasî hâkimiyeti parçalayan, büyük iktâlara aslâ müsaade edilmemiştir.
Bu sebeple Anadolu’da vilâyet ve mahallî askerlerin başında bulunan Sü-başı (Ser-leşker) lar büyük iktâlara ve kumanda ettikleri askerlere sahip değil âmir mevkiinde idiler. Onlar küçük iktâlara sahip ve o sâyede geçmen askerlerin sadece rütbece üstün ve kumandam olup ne bu askerlere ve ne de arazilerine temellük etmezlerdi. Türkmen kabilelerinin parçalanarak Anadolu’da dağılması feodal bünyenin bozulmasına ve küçük iktâ sisteminin yerleşmesine âmil oldu ve Osmanlı tımar idaresinin de esasını teşkil ederek X IX uncu asra kadar, tekâmül edip, yaşadı. Böylece Anadolu vilâyetlerine dağılan, toprak vergileri ile geçinen ve teçhiz edilen Selçuk askerleri vilâyet merkezlerinde oturan Subaşıların kumandasında Türkler (sipâhîîer) den terekküp ediyordu.
Alâaddin Keykubâd devrinde ve devletin en kudretli zamanında bu ordu 100.000 kişiye yükselmiş ve 12.000 ini merkezde (Melikşâh zamanında Büyük Selçuklu ordusu 400.000 ve merkez kuvveti 46.000 asker idi.) veya sultana bağlı muhafız kuvveti teşkil etmişti. Merkez ordusu sipahilerden farklı bir menşeden gelip küçük yaşta satın alınmış Türk veya esir edilmiş Hıristiyan çocuklarının payitahtda ve büyük şehirlerdeki köle mekteplerinde (gulâm-hâne) yetiştirilmesi ile vücuda geliyor ve bunlar arasında yüksek makamları işgal eden emirler çıkıyordu, ki Osmanlı devri Yeni-çeri teşkilâtının esası da bu idi. Bunlardan ‘başka Anadolu Selçuklu devleti merkezinde Türk, Frank ve Gürcü ücretli askerlerinden mürekkep bir askerî kıt’a daha vardı(139). Selçuklular zamanında Anadolu’da vuku-bulan inkılâplardan biri de hususî toprak mülkiyeti, yerine devlet mülkiyeti (Mîrî) sisteminin tatbiki idi.
Filhakika Bizanslılar idaresinde Anadolu’da geniş topraklara sahip bulunan bir arazi aristokrasisi teşekkül etmiş; halk da ya topraksız veya toprak esiri (serf) köylüler haline gelmişti. Türk idaresiyle bu topraksız köylüler hürriyete ve toprağa kavuşmuş; eski Türk göçebe teamülüne ve îslâmın fetih hukukuna dayanan Selçuk sultanları bütün memleketi devlet mülkiyeti haline soktuktan sonra çiftçilere ancak işleyebildikleri miktarda bir toprağa tasarruf hakkı tanımışlar ve babadan evlâda intikal eden bu idare sayesinde topraksız kimse bırakmamışlar; göçebelerin ve yerlilerin iskânını sağlamışlar ve bu suretle de ziraî istihsali arttırmışlar; İçtimaî nizâmı kurmuşlar ve Anadolu’nun Türkleşmesine hizmet etmişlerdi. Selçuklular tarafından kurulan ve Osmanlılar devrinde devam eden bu mîrî toprak sistemi sayesindedir, ki Avrupa’da ve Asya’da, X X . asra kadar, mevcut bulunan toprak aristokrasisi ve topraksız halk kitleleri Türk idaresinde vücut bulmamış ve Türkiye başka memleketlerden farklı bir İçtimaî ahenk ve nizâma sâhip olmuştur(140).
İlk Türk istilâsı, Bizanslılar ve Haçlılarla savaşlar, X I inci asır sonlarından X II. asır ortalarında kadar, Anadolu’da büyük tahribata ve bir çok yerlerin boşalmasına, istihsal ve vergilerin müthiş bir şekilde düşmesine sebep oldu. Bu devrede Türklerin çoğu henüz göçebe olduğu için de Selçuk devleti yerli halka ve çiftçilere muhtaç bulunuyordu. Bu sebeple Selçuk hükümdarları bu halkları himayeden başka işgâl ettikleri bölgelerden kendi devlet hudutları içine hıristiyanları kitle halinde tehcir ve iskân edip istihsali arttırmağa ve memleketlerini imâra çalışıyorlardı. Gerçekten I. Mes’ûd, II. Kılıç Arslan, I. Gıyâseddin Keyhusrev, Dânişmendli Yağı-basan ve Artuklu hükümdarları 10.000 den 70,000 kişiye varan halkları kendi bölgelerine nakl ve iskân etmişlerdir. Kılıç Arslan’m bir oğlu Ankara meliki Muhiddin Mes’ûd Kastamonu havâlisinde fethettiği Dadybra’dan(141)
Hıristiyanları çıkarıp oraya Türkleri yerleştirirken diğer oğlu Gîyâseddin Keyhusrev de, 1196 da, işgâl ettiği Menderes havzasından Hıristiyan bir halkı Akşehir bölgesine sürüp iskân ediyordu. Selçukluların ziraat ve iskân siyâseti bakımından bu hâdiseler çok güzel bir misal olarak nakle değer. Filhakika Keyhusrev sürgün ettiği bu kalabalık halkı beşer bin kişilik gruplara ayırmış; bunları ailelerine ve memleketlerine göre defterlere yazdırmış; onlara Bizans ve Haçlı muharebelerinde ıssızlaşan Akşehir bölgesinde köyler, evler, çift âletleri, tohumluk dağıtarak iskân etmiş ve bu muhacırları bir kaç yıl da vergiden muaf tutmuştu.
Sultan bu köylülere memleketlerine dönmek hakkım da tanıdığı halde Hıristiyanlar bu yeni vatanlarından memnun kalmış ve hattâ onlara imrenen ve Bizans idaresinde ezilen başka köylüler de Selçuk hâkimiyetine girmişti. Böyle bir tehcir ve iskân münasebetiyle Artuklu hükümdarı Kara Arslan’ın: “Biz bu tehcir ettiğimiz insanları esir yapacak değiliz. Bunları köylere nakl ve iskân edeceğiz; onlar da çiftliklerinde bizim için çalışacaklar” yâni istihsal yapıp vergi ödeyecekler şeklindeki sözleri bu siyâsetin başka bir güzel örneğidir(142).
İlk istilâ devrinde Türkleri yağmacı ve yıkıcı olarak tasvir eden Hıristiyan müelliflerinin bu buhran devresi geçtikten sonra Hıristiyanlara karşı adaletleri, şefkatleri dolayısiyle Selçukluları ve diğer Anadolu hükümdarlarını hayrete şayan medhiyelerle tanıtmalarının sebebi dinî ve malî tazyiklerinden ve Selçukluların da dinî müsamaha ve iyi idarelerinden bahsederek daha ziyade Türklere mahsus bu anlayış ve siyâsetin Anadolu’da çok dikkate şayan misallerini de verirler. Meselâ XI. Kılıç Arslan bir yandan İslâmın büyük gâzîlerinden sayılırken öte yandan Malatya Süryanî patriği Mihaele gönderdiği bir mektupta Bizans’a karşı kazandığı zaferlerin patriğin duaları sayesinde olduğunu belirtecek kadar geniş bir anlayış ve dostluk göstermiştir.
II. Gıyâseddın Keyhusrev’in evlendiği Gürcü, melikesinin (prensesisin) Konya sarayına, kendisine mensup papaz ve mukaddes eşya ile gelmesi ve hattâ rivâyete göre Müslüman oluncaya kadar kendisine sarayda bir ibâdethâne (chapelle) ayrılması Selçuk Türkiyesinde din hürriyeti ve müsamaha hakkında tarihte görülmemiş misallerden biridir. Selçuk sultanlarının huzurlarında türlü dinlere mensup âlimler arasında dinî ve fikrî münakaşalar yapılıyordu.
Gerçekten Türkler Orta-Asya’da, Uygur ve Hazar devletleri hâkimiyetlerinde, Şamanî, Budist, Manihaist, Hıristiyan, Müslüman ve Musevi cemaatlerini nasıl birlik ve ahenk içerisinde yaşatmışlarsa yeni fethettikleri Anadolu’da da türlü din ve mezhep mensuplarını aynı müsâmaha ve huzûr içinde idare etmişlerdi. Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve Yunus Emre gibi büyük mutasavviflerin geniş bir din anlayışı ve insanlık görüşü ile meydana çıkmaları ve türlü din ve mezhep mensuplarının Mevlânâ’nın etrafında toplanması ve yükselmesi Selçuk Türkiyesine mahsus bu İçtimaî ve kültürel muhitin tabiî bir neticesi idi. Muhiddin Arabî derin, geniş veya bazan vuzuhsuz fikirlerinden dolayı başka ülkelerde tekfire uğradığı halde Konya’da en yüksek itibarı görmüş ve fikirleri Türk mutasavvifleri üzerinde derin tesirler yapmış; Bedrüddin Simâvî de Müslüman, Hıristiyan ve Musevilerden mürekkep müritleri toplamış ve sosyalist fikir ve hareketlere sebep olmuş tur, ki bunlar Selçuk Türkiye’sinin bünyesiyle ilgili idi(143).
Anadolu’da Müslüman Türkler ile Hıristiyan yerliler arasında mevcut bulunan âhenk Moğol istilâsiyle de bozulmamış ve meselâ bu sebeple bir ara hükümetsiz kalan Malatya’nın müslüman ve hıristiyan halkı, aralarında sadakat yemini yaparak, müşterek bir idare kurmuşlar ve şehrin patriğini başlarına geçirmişlerdi.(144)Bununla beraber Moğol devrinde, bir müddet, Anadolu Türkler Mısır-Suriye Türk sultanlarına ve bilhassa büyük mücâhid Baybars’a temayül eylediği ve Şamanı Moğollar da Hıristiyan halka imtiyazlı bir muamele yaptıkları için bu ahenkte bir sarsıntı başlamış ve Ermenilerin bazı taş kınlıkları olmuştur(145). Gazan Han’ın, îslâmiyeti kabulü üzerine, mukabele başlamış; Moğol puthâneleri ile birlikte Tebriz, Musul, Bağdad ve başka yerlerde bulunan kilise ve havralar tahribe uğramış ve nihayet Gazan şiddetli cezalarla bu hareketi durdurmuştur(146).
Bununla beraber Anadolu’da böyle bir tepki müşahede edilmemiş; bu suretle Moğalların Îslâmiyeti kabûl etmeleri ile bu siyâset ve hâdiseler de durmuş ve tekrar eski durum hüküm sürmüştür. Diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de, Hazreti Ömer’in koyduğu esaslara göre, gayri-müslimler (zimmîler)e mahsus ayırıcı kıyafet ve yasaklara rastlanmaması ve hattâ, geniş düşüncesine rağmen, Muhiddin Arabi’nin îzzeddin Keykâvus’a bu hususta yazdığı bir mektubun bile tesir etmemesi kayda şayandır(147). Anadulu’da böyle bir durum sâdece valiliği esnasında Mehdilik sıfatını kazanan İlhanı noyan (emır)ı Timür-taş zamanında (1317-1327) husule gelmiş ve zimmîlerin hususî kıyafetleri mecburî kılınmıştır. Bundan dolayı Selçuk Türkiyesinde hıristiyan halkın mevcudiyeti devam etmiştir.
Selçuk devri kaynakları ve hususiyle vakfiyeleri en fazla türkleşen Orta Anadolu’da, Konya ve Kayseri vilâyetlerinde, mühim bir hıristiyan nüfusun yaşadığını göstermektedir. Nitekim bir Selçuk vekâyi-nâmesi “Rûm kanunlarının en büyük faslı cizyedir” ifadesiyle X III üncü asır sonlarında hı ristiyanlarca ödenen vergilerin büyük bir yekûn tuttuğunu belirtir(148). Bununla beraber Ankara, Kırşehir, Yozgat Çorum, Kastamonu, Çankırı ve Eskişehir vilâyetleri Türk muhaceretinin tekâsüf ettiği, ilk Türkmenlere yurt ve otlak vazifesi gördüğü ve esasen Bizans devrinde de az meskûn bulunan bu havâlinin yerli halkı, ilk istilâ önünde, yerlerini terk ederek garba doğru çekildikleri için bu vilâyetler kesif bir şekilde türkleşmişti. X II ve X III üncü asır vakıf kayıtları da bu hususu açıkça göstermekte ve yer adları tamamiyle türkleşmiş bulunmaktadır.
Nitekim II. Kılıç Arslan zamanında, 1173 yılında, çok az hıristiyan bulunduğu ve bu sebeple de geçim sıkıntısı çektiği için, Ankara metrepolit’i İstanbul Synode meclisine başvurarak buradan Amasra piskoposluğu gibi küçük bir yere tâyinini istemesi bu durumu güzelce ifade eder(149). Orta-Anadolu dışında kalan bölgelerde daha fazla bir hıristiyan halk yaşamakta idi. Lâkin. X III üncü asır zarfında Uçlarda yığılan ve hususiyle Moğol istilâsı önünde dalgalar halinde kaçıp sahillere yayılan Türkmenler, Anadolu beylikleri zamanında, bu Uc bölglerini de çok sür’atli ve kesif bir şekilde türkleştirdi. Öyle ki bu sâhil bölgelerinde Orta-Anadolu’ya nisbetle dahi çok daha az bir hıristiyan halk kaldı.
Bu sebepledir, ki Anadolu X II inci asır ortasından beri Garb kaynaklarında hep “Turquia, Turkia” (Türk-eli) adiyle kaydedilir. Halbuki ilk haçlı kaynakları bu ülkeyi henüz “Romanla” (Roma ülkesi) ismiyle anıyorlardı(150). Türkler Anadolu’ya gelmeden bir asır önce İslâmiyeti kabûl etmekle beraber, ekseriyeti göçebe olduğu için, bu hayatın icabı bu dini sathı şekilde benimsemişler ve îslâm cilâsı altında bir çok eski Şamanî yaşayış ve inanışlarını devam ettirmişlerdi. Nitekim Haçllar zamanında henüz Şamanı an’anesine göre ölülerini silâhları ile gömen Türklere rastlanmıştır. Hattâ Anadolu’da Selçuklu sultan ve vezirlerinin cesetlerinin, X III üncü asırda bile, mumyalı olarak gömüldükleri de kayda savandır(151).
X III üncü asır ortalarında peygamberlik iddiasiyle ortaya çıkan Baba İshak Resûl (V. de Beauvais’de bu isim Paperissole olmuştur), Barak Baba, Sarı-Saltuk gibi Türkmen babaları Müslüman şeyhlerinden fazla eski Şaman (Kam) ların hüviyetinde gözüküyorlardı. Bu sebeple de şehirli müslümanlarla göçebeler arasında tezat husûle gelmiş; Şaman îlik bazı Türk tarikatlerine girmiş; evvelce de mevcut olmakla beraber, müzik ve Semâ’ (raks) daha yaygın dinî bir vecd unsuru olmuştur(152).
Selçuk devleti, bir yandan eski bir hıristiyan ülkesinde kurulduğu, öte yandan da nüfusun ekseriyetini teşkil eden göçebe Türkmenler henüz sathî bir surette İslâmlaştığı için, Anadolu’da İslâm din ve kültürünü kuvvetlendirmek maksadiyle çok büyük gayretler sarfetmiş; sultanlar Şarktan âlimler, hukukçular, tabipler, şâirler ve sanatkârlar getirtmişler; onlara medreseler, zâviyeler ve hastahâneler tahsis etmişlerdi. II. Kılıç Arslan Aksaray şehrini inşa edip orasını kendisi için askerî bir üs haline getirirken Azerbaycan’dan celbettiği âlim, şeyh, sanatkâr ve tâcirlere, sarayının etrafında, câmi, medrese, zâviye, kervansaray ve çarşılar bina etmiş idi. Bu hüviyetini muhafaza etmesi maksadiyle de şehre hıristiyan ve kötü insanların girmesine müsaade etmemişti.
Bu hususiyeti dolayısiyle, bu devir Anadolu şehirlerinin kendilerine mahsus unvanları arasında, Aksaray’a da Dâr uz-zafer unvanı verilmiştir(153). Esasen Selçuk sultanlarının bu gayretleri yanında İslâm dünyasının Şark ülkelerinden, bu hudut bölgesinde îslâmiyeti kuvvetlendirmek gayesiyle, pek çok din adamı da kendiliğinden geliyordu. Hele Moğol istilâsı göçebe Türkmenlerden başka pek çok ilim ve din adamı, tüccar, çiftçi ve san’atkâr şehirli unsurların da Türkiye’ye gelmesine sebep oldu. Selçuk sultanları Anadalu’da yeni bir şehir ve bölgeyi fethettikleri zaman, ilk iş olarak, orada câmi, medrese ve zâviye inşa ediyor; tüccarları, din adamlarım ve Türk nüfusunu bu yerlerde yerleştiriyorlardı. Sofular ve dervişler uclarda toplanarak hem Türkmenleri daha sağlam İslâmlaştırıyor ve hem de gazâ ruhunu canlandırıyorlardı. Bu suretle Anadolu nüfusuyle ve kültürü ile İslâmlaşıyor, fetih hâdisesi mânen de ikmâl ediliyordu.
Bu inkisaf sâyesinde, X III ve X IV . asırlarda, artık Türkiye’de yetişen âlimler de başka îslâm ülkelerine gidip ilmî faaliyetlerde bulunuyorlardı. İslâm kaynaklan Konya, Akşehir, Ilgın, Aksaray, Ankara, Kayseri, Sivas, Divriği, Malatya, Harput, Amid, Erzen, Bayburt, Ahlat, Mardin, Dunaysar, Meyyâfarkın, Hms-Keyfa, Siird, Aym tâb… şehirlerine mensup bir çok Türk âlimlerine dair malûmat verirler. ‘
Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
0 Yorumlar