(Kısa bir Osman Caner Taslaman Zihniyeti Analizi)
Bir din düşünün ki hak din olsun! Bir din düşünün ki Allah’ın gönderdiği son din olsun! Ve yine bir din düşünün ki bütün insanlara gönderilmiş olsun. Bir din düşünün ki kendisine inananlara ‘Sizler insanlar için var edilmiş en hayırlı ümmetsiniz’(Âl-i İmran, 3/110) diye seslensin. Ve bir din düşünün ki mensuplarını, sâir insanlar hakkında şâhit olmaları adına en mutedil bir ümmet olma makamına yerleştirsin (el-Bekara, 2/143). Ve nihâyet öyle bir din düşünün ki; ne idüğü, ne dediği aradan bindörtyüz yıl geçtikten sonra anlaşılabilsin.
Dinimizi yalnız Kur’an’dan almak gerektiğini salık veren; aklına bir türlü sığıştıramadığı hadisleri, postmodern aklının anlayabildiği kadarıyla Kur’an’a arz etmeyi tavsiye eden, kırık-dökük Arapçalı yarım hocalara biraz kulak verirseniz, size anlattıkları İslam’ın yukarıdakinden pek bir farkı olmadığını rahatlıkla görebilirsiniz. Tereddüt etmenize hiç gerek yok; böyle bir dini, ne söylediğine hiç bakmadan, ne getirdiğini hiç dikkate almadan inkâr edebilirsiniz!
Emevîlerin elinde câhiliye Araplarının şirkine bulandırılan İslam’ın saf akidesi; Abbasîlerin sultası altında tamamen politize edilen İslam’ın âdil hukûku; Osmanlıların mârifetiyle ‘atalar kültü’ne çevrilen İslam’ın tertemiz ruhu, kendi özüne dönebilmek, Hz. Peygamber zamanındaki orijinal hâline geri gelebilmek için, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu, şeyhler ve dervişler ülkesi olmayan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği modern ilahiyatçıların zuhûrunu; fikri hür, vicdânı hür ekran hocalarının çıkışını beklemek zorundaydı.
Recim cezasının bir hurâfe olduğunu, mürtedin öldürülmesinin din hürriyetine uymadığını, el kesme cezasının insanlığa sığmadığını, namaz kılmayanın cezalandırılmasının ibâdet özgürlüğüne ters düştüğünü, kaderin kaçak bir îman maddesi olduğunu, mezheplere uymanın ruhban sınıfını putlaştırmak demek olduğunu, kadının şâhitlikte ve mîrasta erkeğin yarısı olarak muâmele görmesinin eşitliğe aykırı olduğunu; poligaminin aslında ilkel bir pederşâhî toplumun kalıntısı olduğunu, cehennem azâbının sonsuz olmasının Allah’ın merhametine uymadığını, Hıristiyanlar da fenâ insanlar olmadığına göre onları cennetten mahrum etmenin Allah’ın sonsuz rahmetini tekeline almak olduğunu; İslam’ın bu hurâfelerle zinhar alâkasının olmadığını ispat edecek büyük zihinler; Allah’ın dinini ilk indiği gerçek hâline döndürecek yüce zekâlar, uydurulmuş dini kaldırıp, indirilmiş dini bize gökten yeniden armağan edecek Kur’an’a adanmış cins kafalar zâten ancak postmodern çağda; Atatürk’ün Türkiyesi gibi seküler bir habitatta yetişebilirdi.
Böylece İslam’ı orijinal hâliyle anlayabilmek bir Hz. Peygamber devrine, bir de modern Türkiye Cumhuriyeti’nin aydınlanmış birkaç şanslı hocasına nasip olabiliyordu. Evet, İslam’ın işte böylesine acayip bir târihi; apaçık olmasına rağmen yalnız indiği zamanda; bir de -ne büyük bir kısmettir ki- şimdilerde İstanbul’da, boğazın mavi sularına nâzır kimi lüks konaklarında yeni yeni anlaşılabilen Kur’an adında bir kitabı vardı.
Son zamanlarda Kuran’ı anlamak kendisine nasip olmuş bu mahzûz şahsiyetlerden birisi de Caner Taslaman… Bilim adamlığı portresine din adamı imajını da monte etmekle ülkemiz şartlarında eşine az rastlanabilecek bir başarıya imzâ atmış; böylelikle ne İslam’dan ne de modernitenin, bilim ve çağdaşlığın insanlığa bahşetmiş olduğu kazanımlardan vazgeçme niyetinde olan yeni nesil Türk vatandaşlarının birdenbire gözdesi oluvermiş; biraz daha geç kalındığı takdirde İslam’la olan bağının âkıbeti hususunda ciddî mânâda endişe edilebilecek kalabalıkların yanmış bağırlarına âdeta su serpmiştir.
Nasıl olmasın ki, ‘körün istediği bir göz; Allah vermiş iki göz’ misâli, millet duygularına tercüman olacak aydın ve modern din hocası ararken, Allah hem de bilimsel konuşanından göndermiştir. O mâdem ki big bang teorisini bilimsel olarak açıklayabilmektedir, bu durumda hangi hadisin mevzu olduğunu da elbette ki o bilir. O mâdem ki kuantum fiziğini, parçacık teorisini, Cern deneyini en iyi bilen müslümandır; şu hâlde Hanefi mezhebi, âyet tefsiri, İslam târihi ve dahi İslam’la alâkalı her ne varsa hepsi ondan sorulur. Bu genç yaşına rağmen, bir yandan bilimsel çalışma ve araştırmalar yaparak profesörlük makamına yükselmekle kalmamış; akademik meşgaleler onu Fıkıh, Hadis, Tefsir, Kelâm, Usûl-u Fıkıh, Felsefe, Târih ve bilumum İslamî ilimlerde uzman olmaktan alıkoymamıştır. Bugüne kadar kendisine tevcih edilen herhangi bir soruya veya soruna ‘bilmiyorum’ cevabı verdiğinin bilinmiyor oluşu da bu kanaati kuvvetlendiren sağlam bir karinedir.
Evet, belki biraz trajikomik ama günümüz Türkiyesi’nde İslam’ın ne olduğunu açıklama işinin, henüz Kur’an’ın orijinal metnini hatasız okumayı beceremeyen hocalara kaldığı acı bir gerçek… Kendisini tipik bir Kur’ancı’dan farklı ve câzibedar kılan tek bâriz tarafı modern bilim eğitimi almış olması olan Caner Taslaman, konuştuğu İslamî ilimlerin hemen hepsinde ferdî okumalar yapmakla elde ettiği genel kültürden öte bir birikime sahip olmadığı her hâlinden belli olsa da, bilim adamı kimliğinin kendisine kazandırmış olduğu pozitif imaj, onu otomatik olarak bu sahaların da uzmanı yapıveriyor. Maamâfih, o bu imajını bilim adamlığına yakışmayan bir üslûpla, uzmanı olmadığı Hadis, Fıkıh, Tefsir gibi sahalarda züccaciye dükkânına giren fil misâli hoyratça kullanıyor. ‘Bilmediği şey hakkında konuşmamak’ gibi Kur’anî bir fazileti benimsemek yerine, imaj uğruna, kendisine sorulan her suâle sahasının en yetkini edâsıyla cevap veren Taslaman’ın devirdiği çamları sayabilmek bile kolay bir iş değil artık.
Hâlbuki insan, Modern Fizik gibi zor sahalarda uğraş vermiş bir bilim adamından, Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi –tıpkı Fizik’te olduğu şekilde- herhangi birisinde ihtisas sahibi olabilmek için uzun bir süre ve ciddî bir özveri gereken İslamî ilimlerde de bilimsel bir tavır sergilemesini bekliyor. En azından tasdikten önce tasavvurun hakkını vermesini… Yargılamadan önce anlamaya çalışmasını… Fakat o, böyle yapmak yerine hedef tahtasına oturttuğu Hadis, Fıkıh gibi ilimlere, gündemdeki sıcak gelişmelerin yedeğinde mütemâdiyen saldırıyor. İyi derecede yabancısı olduğu bu ilimlere her bulduğu fırsatta çamur atmakla muvazzaf bir militan gibi, görevini bihakkın yerine getiriyor. Bir yandan itibar ve haysiyet pahasına şöhret devşirirken; diğer taraftan kendisini tâkip edenlerin uhrevî vebâlini de yükleniveriyor.
Meselâ, DAİŞ’in yaptıklarından sünneti karalamak için malzeme çıkarabiliyor. Ama iş Kur’an’a gelince akan suların hepsi duruveriyor ve ortalıkta hiçbir problem görünmüyor. Bizce, DAİŞ gibi gurupların hadislerden beslendiğini düşünen Taslaman’ın temsil ettiği bu dogmatik zihniyet biraz daha cesur olmayı başarmalı ve İslam’dan istifâ etmiş mülhid Arapların açık yüreklilikle dile getirdiği gibi “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün”(et-Tevbe, 9/5) misâli kapı gibi âyetler önümüzde dururken; suçu hadislerde bulmaya çalışmak gibi bir kolaycılığa teşebbüs etmemeli; bu kadar ucuza fikir adamlığı satmaktan vazgeçmelidir.
Kur’an’da yer alan bu tarz mutlak âyetlere gelince onların kendi özel şartlarında anlaşılması gerektiği gibi açıklamalarla durumu idâre etmeye çalışan bu zavallı zihniyet; söz hadislere gelince özel şartları derhal unutup uydurma jokerini hemen masaya koyuveriyor. Evet, âyetlerin özel şartları vardır ama hadislerin özel şartları yoktur. Âyetler birbiriyle veya vâkıayla çatışıyor gibi göründüğünde hemen telif edilebilir; ancak hadisler birbirleriyle veya âyetlerle çatışıyor gibi göründüğünde derhâl çöpe atılır. Çünkü mesele, özel şart meselesi filan değil fırsatını bulmuşken hadislere sataşma kurnazlığıdır.
Benzer bir davranış geçenlerde Diyânet’in -bana göre bir kıllet-ı fekâhet eseri olarak- gâyet nâzik ve hususî bir mesele hakkında fetva neşr ve ta’mim etmek gibi bir tâlihsizliğe imzâ attığında da müşâhede edildi. Mevzu hakkında yeniden hızlı bir okuma yapma ihtiyacı hissetmişe benzeyen Taslaman, bu ülkede en nihâyet devlet bazında yapabildiği kadarıyla dini temsil etmeye çalışan bir kuruma yapılan linç kampanyasına –ki kimlerce yapıldığı herkesin mâlumu- karşı çıkmak yerine âdeta arka çıkmış; yangına körükle gidercesine sosyal medyada “mezhepler ensest ilişkiye kapı açıyor” gibi yavan bir başlıkla paylaşım yapacak kadar kepâze bir üslûbu, oportünist bir tavrı sergilemekten ar etmemişti. Burada da amaç Diyânet yahut da fetvâsı değil; elverişli bir pozisyon bulmuşken mezheplere çatmaktan geri kalmamaktı. Çömez bir ateistin Kur’an’a saldırma mantığıyla Taslaman’ın Hadis ve Fıkıh’a saldırma tarzı arasında muhtevadan öte pek bir fark bulunmuyor. İkisinde de aynı şartlanmışlık, aynı sathîlik, aynı kompleks, aynı acelecilik, aynı heyecan ve aynı amatörlük…
“Kuran’da çocuklarınız size haram kılındı diyor; evlilik yoluyla meydana gelsin gelmesin ayırt etmiyor… Şafiî ve Mâlikî nasıl olur da kişinin zina mahsulü çocuğuyla evlenmesini câiz görüyor?!”
Hukuk’un ve dahi Şeriat’ın diline, yapısına ve felsefesine bu derece yabancı olan bir şahıstan şu meseleye serinkanlı bir şekilde yaklaşmasını beklemek elbette ki hayal olur. Filhakika, problemi kendi nosyonu çerçevesinde tartışsa buna diyecek bir lafımız olamaz! Nitekim Hanefî mezhebi bu hususta Şâfiî mezhebinden farklı düşünür ve konuyu enine boyuna tartışır. Fakat hukûkun, kendisine has normları çerçevesinde ele alınmasının lüzûmunu anlayabilmek için, çift yarık deneyiyle, kuarklarla, higgs bozonlarıyla meşgul olmak yetmez; zahmet edip hukuk metinlerine nasıl yaklaşılması gerektiğine dâir yorumbilimin muhtevasına da az çok âşina olmak icâp eder. İnsan duygularıyla aklını birbirinden nerede ayırması gerektiğini iyi bilmelidir. Her ilmin kendisine has metotları, felsefeleri vardır. Bir limit problemini duygularınızla çözemezsiniz.
Bir hukukî meseleyi vicdânlara atıf yaparak çözmek her zaman doğru netice vermeyebilir. Modern toplumda yetişmiş bir kadının vicdânı –hele biraz da feminist damarı okşanmışsa- Kur’an-ı Kerim’de zikredilen kadının mîrastan erkeğin yarısı kadar pay almasıyla alâkalı hükmü kabul etmeyebilir. Kezâ, modern kadın, “(Borcu yazmada) erkeklerinizden iki şâhit tutun. Eğer iki erkek yoksa bu durumda râzı olduğunuz şâhitlerden bir erkek ile iki kadını… Ola ki kadınların biri şaşırırsa diğeri ona hatırlatsın diye…” (el-Bekara, 2/282) âyetini duyunca şâhitlik hususunda erkekle bir tutulmamasını bir türlü içine sindiremeyebilir. Yâhut erkeğin birden fazla eşe sahip olmasına cevaz veren âyet karşısında kadının niçin birden fazla eşe sahip olamadığını sorgulayarak eşitlik talebinde bulunabilir. Aynı şekilde, eşlerin geçimsizliği durumunda son çâre olarak kocanın karısını dövmesine izin veren âyeti işitince, “câmiye gideceğime morçatıya giderim; istemem böyle dini” de diyebilir. Görüldüğü üzere, sınırlarını zabt u tâyin edemeyeceğimiz vicdânlara referansla hukukî meseleleri ele almak birçok yerde problemi çözülmez bir hâle sokacaktır. Oysa hukukun ana gâyesi problem çözmek; anlaşmazlıkları gidermektir. Çoğu kez yanılan, dış tesirlerin altında kalan hissiyat hukuka yön veremez.
Gelin bizler Taslaman’ın vulgarize üslûbunu bir kenâra bırakalım ve meseleyi bir de soğukkanlıca ve insafla ele alarak İmam Şâfiî gibi bir âlimin ne demek istediğini biraz anlamayı deneyelim: Hukuk, kendi sisteminin imkânları ölçüsünde vâkıaya mutâbık hüküm vermeye çalışır. Vâkıadaki bir gerçekliği ispat etmekle, hukûkî bir olguyu ispat etmek birbirinden farklı şeylerdir. Evinize bir hırsız girdiğini ve belli miktarda paranızı çaldığını düşünün. Sizin bu hırsızı görmüş olmanız, o kişinin sizin nezdinizde hırsız olması için yeterlidir. Peki sizin onu görmüş olmanız hukuk katında da o kişinin hırsız adını alması için yeterli midir? Elbette ki hayır. Hâdise mahkemeye intikâl ettiği takdirde hâkim sizin “Gözlerimle gördüm, biliyorum” demenizle yetinmeyecek, iddiâ sahibi olarak sizden delil talep edecektir. Çünkü hukuk delil-ispat sistemi dâhilinde işler. Hattâ dâvânın hâkimi o hırsızı çalarken görmüş olsa bile; kendi gördüğüyle değil; dosyadaki delillere göre karar vermekle yükümlü olacaktır.
Aynı şekilde, bir çocuğun biyolojik olarak size âit olduğunu düşünmeniz, hukûken de o çocuğu size âit yapmaya yetmez. Neseple alâkalı bir dâvâ mahkemeye intikâl ettiğinde, hukuk çocuğun kime âit olduğunu hangi delile binâen tespit edecektir? Şimdiki bilim ve teknik imkânlarının olmadığı bir zamandan bahsettiğimizi unutmayalım. İşte “nesebin hukukî açıdan ispat edilebilmesi nikâhın olması şartıyla mümkündür” derseniz; bir çocuğun vâkıada size ait olmasının, hukûken de illâ ki size âit olmasına yetmeyeceğini pek tabii anlayabilirsiniz. Dolayısıyla size âidiyeti hukûken ispat edil(e)meyen bir çocuk artık sizin çocuğunuz olmayacak; bu hükümden teferru eden evlilik, mîras velâyet ve nafakayla alâkalı birçok medenî hukuk meselesi bu zeminde çözüme kavuşacaktır.[i]
Hukuk kendisine has bir felsefe muvâcehesinde işlediği için birçok fizikî delil, hukuk nezdinde delil olarak itibar görmez. Aynı şekilde hukukun itibar ettiği yemin gibi bazı uygulamalar kimi zaman vâkıa ile tetâbuk da etmeyebilir. Bu ayrımdan ötürü mâsum birçok insan hapishânelerde çürürken; birçok câni de sokaklarda rahatça dolaşmaktadır. Bu durum, haddi zâtında hukûkun bir kusuru değil; belki bilgi eksikliğimizden neşet eden beşerî bir problem; insanoğlunun bu fâni âlemdeki yazgısının bir cilvesidir. Problemin can alıcı noktasının insana mahsus bu bilgi eksikliği olduğuna işâret eden önemli bir delil de, Şafiî fukahasının –yaşayan bir peygamberin haber vermesi gibi- kesinlik ifâde eden bir bilgi elde edilmesi durumunda böyle bir evliliğin haram olacağına dikkat çekmiş olmalarıdır. Nitekim İmam Şafiî de (Allah ondan râzı olsun) bu ihtimâle ve bâzı mezheplerin haram görüşünde olmalarına binâen böyle bir evliliği hoş görmediğini velâkin hukuk/fıkıh açısından (nesebin hukuken sâbit olmamasından dolayı) bu tarz bir akdi feshedemeyeceğini de dile getirir. Dolayısıyla, iki kişinin arasında nesep alâkasının ispat edilmediği durumda hukuk, evlenmeye de kanûnen bir engel görememe hususunda mâzurdur. Tıpkı, sizin kesin sûrette hırsız olduğunu bildiğiniz kişiyi yeterli delil bulamadığında serbest bırakıp sizden çaldığı paraları âfiyetle yemesine engel olamamakta mâzur olduğu gibi…
Ama siz sakın Caner Taslaman gibi “Bu ne biçim hukuk! Benim evimden gözlerimin önünde paramı çalan hırsızı cezalandırmadığı gibi, paramı âfiyette yemesine de müsaade ediyor, bırakın bu hukuku Kur’an’a uyalım!” diyerek öfkenize, heyecanınıza yenik düşüp de yok yere hukuku suçlamayın! Yargılamadan önce neyin niçin böyle olduğunu anlamak hususunda biraz emek sarfedin! O zaman fark edeceğiz ki; bizden önce yaşamış bu ümmetin büyük ulemasına, imamlarına, fikir adamlarına öncelikle hürmet duymak; onları ciddîye almak; mahkûm etmeden önce ne dediklerini anlamak için biraz çaba sarfetmek zorundayız.
Öyleyse burada sorulması gereken temel soru şudur: “Kur’an-ı Kerim “evlatlarınız” derken acaba örfî veya lügâvî mânâsıyla kişinin çocuğundan mı bahsetmektedir; yoksa hukukun (şeriatın) ‘çocuk’ ismini verdiği evlattan mı bahsetmektedir?”
Evet, probleme bir ilim adamına yakışır şekilde böyle de yaklaşabilirsiniz; ya da şartlanmış olduğunuz sâbit fikri mutaassıbâne savunma hırsı içinde, itibarını iki paralık etme pahasına da olsa, sağa sola ölçüsüzce saldırmayı da seçebilirsiniz. Bizler birinci yaklaşımı tercih ediyor ve kimseye haksızlık etmemek adına meselenin hakkını vermek gerektiğini düşünüyoruz. Fizikle fazla iştigal etmesinden olsa gerek, olgusal gerçekliklerle itibarî gerçeklikleri birbirine karıştıran Taslaman’ın kimlerle aşık attığına biraz daha dikkat etmesi gerekiyor. Bu ayrımın farkına varamayıp sonra da ensest ilişkiye kapı açtıkları iddiasıyla mezhepleri karalamaya aklı sıra bir gerekçe bulduğunu vehmeden bu kompleksli zihin yapısının; heyecanlı, genç bir ateistin, küçükken kimsesizler yurduna verilmiş iki öz kardeşin, büyüdüklerinde -kardeş olduklarını bilmedikleri bir hâlde- evlenmelerini takdir ederek ensest ilişkiye kapı açan bir Tanrı’yı inkâr etmek için yeterli bir delil bulduğunu zannetmesi karşısında ne diyeceği merak konusudur. İmam Şâfiî’nin meseleyi ele aldığı hukuk felsefesine hiçbir atıf yapmadan, mevzuyu “ensest ilişkiye kapı aralamak” şeklinde ajite etmek, bir bilim adamından değil, ancak orta sınıf bir gazetenin köşe yazarından sâdır olabilir.
Eğer Usûl-u Fıkıh literatürüne göz atabilecek bir altyapısı olduğunu bilsem hakikat-i şeriyye, hakikat-i örfiyye, hakikat-i lügaviyye ve elfâz-ı menkûle’ye dâir bahisleri biraz çalışmasını söyleyeceğim ama heyhât… Ayrıca İlm-i hilâf ve Cedel adıyla mâruf bir ilim de vardır. Bugüne kadar Taslaman bu sahada yazılmış bir tek eser duymuş mudur veya eline bu konuda tek bir kitap alıp okumuş mudur, bilmiyorum. Ancak İmam Şafiî’nin görüşünü reddedeceğim derken güzel ve de basit bir müsâdarehatâsına düştüğüne işâret etmekle yetinelim. Görünen o ki, allâmemizin İlm-i Mantıkla da arası pek iyi değil.
Evet, Caner Taslaman’ın “Kur’an çocuklarla evlenmeyi haram kılıyor, bu kadar basit” diyerek düşünmeye bile ihtiyaç duymadan meseleyi on saniye içinde hallettiği yöntem, İmam Şâfiî gibi bir fıkıh ve dil dehâsının aklına bir ömür boyu nasıl gelmez, akıl alır gibi değil! Üstelik Kur’an’ın bu âyeti apaçık karşımızda dururken… Mesele sadece bu kadarla kalsa keşke… İmam Şâfii’den sonra gelen Müzenî, Kaffâl, Sayrafî, Mâverdî, Beyhakî, Şirazî, Cüveynî, Gazzâlî, Râzî, Rafiî, Nevevî, Beydâvî, İzz b. Abdisselam, İbn Dakik, Subkî, Ensârî gibi –Taslaman’ın bir çoğunun adını ilk defa duyuyor olması kuvvetle muhtemel olan- her biri devrinin en büyük fıkıh otoritesi konumundaki bu âlimler yüzyıllar boyunca bu apaçık Kur’an âyetini nasıl olur da bir türlü anlayamazlar? Hayret doğrusu! Ee ne diyelim, aşk olsun size; topunuz bir Caner Taslaman kadar olamadınız.
Oysa bütün ömrünüzü Usûl-u Fıkıh, Nahv, Sarf, Hadis, Lügat, Belagat, Tefsir, İlm-i Hilâf, Cedel, Âdâbu’l-Bahs ve Münâzara gibi boş işlerde harcayacağınıza; hakikat, mecaz, vad’ nakil, tahsis, mutlak, mukayyed, müşterek, izmar, mücmel, müfesser, nas, zâhir, hafi, müşkil, muhkem, müteşâbih, mefhûm, mantûk, âmm, hâs, tenkîh-i menât, takrîr-i menât, işâret-i nas, delâlet-i nas, iktizâ-i nas, mefhûm-u muhâlefet, mefhûm-u muvâfakat gibi saçmalıklarla tüketeceğinize; kendi asrınızın imkânlarına göre suyun kaldırma kuvveti hakkında biraz düşünseydiniz, az da olsa yer çekimi üzerinde kafa yorsaydınız, ısınan havanın niçin yükseldiğini bir kerecik olsun merak etseydiniz, su dolu bardağın içine konulan kaşığın neden kırıldığıyla azıcık ilgilenseydiniz, sonrasında Kur’an’ı açıp okuduğunuzda çocuklarla evlenmenin haram olduğunu hemen anlar ve ensest ilişkiye kapı açmazdınız. Geldiğimiz bu noktada İslam âlemi, Taslaman gibi bir zekâyı ancak bin dörtyüz sene sonra yetiştirebildiğine mi yansın; yoksa bunca yüzyıldır apaçık olan Kur’an’ı bir türlü anlayamamasına mı, bilemiyorum. Ne diyelim, Allah’ın takdiri ve Ümmet-i Muhammed’in mâkus tâlihi…
Gülelim mi ağlayalım mı bilemiyorum… Kur’an üzerinde kafa yoran ilk müslümanın gâliba kendisi olduğunu vehmeden bu haddini bilmez ukalâca tavır, İslâm’ın târih ve mîrasını anlamaya çalışmak konusundaki lâubâliliğiyle, müsteşriklere bile rahmet okutuyor.
Yarım bildiği –belki de hiç bilmediği- Arapçasıyla bu meselelerin klavye başında sosyal medyada iki dakikada çözebileceğinin canlı bir örneğini göstermekle, ‘İslam âleminin beklediği Mehdi olabilir mi ki’ sorusunu da akıllara getiren bu heyecanlı beyefendi, Şafiî mezhebinin işini bitirdikten sonra Hanefî mezhebine de ayar vermeyi ihmâl etmiyor. Burada konu hakkında Hanefî mezhebine yöneltmeye yeltendiği bayağı itirazlarla ilgilenmeyeceğim. Bunun yerine bu konuda nasıl bir bakışa sahip olduğunu ele veren, kendisiyle şahsım arasında cereyan etmiş kısa bir münâzarayı aktarmakla iktifâ edeceğim:
Bundan birkaç ay önce Fatih Altaylı’nın sunduğu bir televizyon programında dile getirilen iddialara binâen, Faruk Beşer mezkûr programa katılan Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan, Caner Taslaman üçlüsünün argümanlarını eleştiren “Bir cübbeliye karşı üç cübbesiz” başlığıyla bir yazı kaleme almış; orada bu zihniyetin “Ebû Hanife ne anlar Kur’an’dan!” diyebilecek kadar ileri gittiğini söylemişti. Her nedense Taslaman bu ithamı üzerine alınmış ve “programda ne zaman böyle bir şey söyledik”şeklinde bir çıkışla itiraz etme ihtiyacı hissetmişti. Faruk Beşer iddiasında her ne kadar muayyen bir şahsı hedef almamışşa da sanki Abdülaziz Bayındır’a telmih yapar gidiydi[ii]. Her neyse; Taslaman da, Beşer’e cevap sadedinde kaleme aldığı bir yazıda onu açık olmaya dâvet etmiş ve recim cezası, namaz kılmayanın cezalandırılması, mürtedin katledilmesi hakkında ne düşündüğünü îlân etmesini talep etmiş; aklı sıra onu köşeye sıkıştırmıştı.
Şahsen bu açık olma çağrısı üzerine Caner Taslaman’la irtibata geçmiş ve kendisini aynı şekilde açık olmaya çağırmıştım. Sorum çok netti: “İmam Ebu Hanife’nin görüşleri mâlum. Kendisi evlinin zina ettiği takdirde recmedilmesi, mürtedin katledilmesi, namaz kılmayanın hapsedilmesi görüşünde. Buna göre sizce Ebu Hanife Kur’an’dan anlıyor mu?” Bu açık soruma karşılık kendisi lafı dolandırmayı tercih etmiş; “Ebu Hanife ne anlar Kuran’dan demekle bunlara katılmamanın farklı şeyler olduğunu söylemişti.” Ben de ikinci bir defa “mürtedin öldürüleceğini, namaz kılmayanın hapsedileceğini, zina eden evlinin recmedileceğini söyleyen bir insanın size göre Kur’an’dan anlaması mümkün (mü)dür o hâlde?” diye sormuştum. Bunun üzerine “Bana göre kesinlikle mümkün değil. Bu ancak hadis ve fıkhın otoritesini, Kur’an’ın üzerine çıkarmakla mümkün” şeklinde bir cevap vermişti. Son olarak “Bu önermelerden Ebu Hanife’nin Kur’an’dan anlayan bir insan olduğuna inanmadığınız sonucu çıkmaz mı?” diyerek kendisini bunu açık açık söylemeye davet ettiğimde ise cevap vermeyip susmayı yeğlemişti. Evet, Faruk Beşer’e açık olma çağrısı yapan Taslaman aynı dâvet kendisine yapıldığında susmayı tercih etmiş; ben Ebu Hanife’nin doğru bir Kur’an anlayışına sahip olduğunu düşünmüyorum deme cesâretini gösterememişti. Lâkin belli ki, İmam Ebu Hanife’nin Kur’an’dan anladığını pek düşünmüyordu. Peki kendisi İmam Ebu Hanife’nin Kur’an’dan anlamadığı kanaatinde ise şu durumda kime niçin itiraz ediyordu?
“Kur’an’a arz edilmemiş Hadis ve Fıkhın insanı perişanlığa götüreceğini” dile getiren Taslaman’ın Kur’an’a bakarak vardığı netice işte böyle bir şey: İmam Ebu Hanife’si, İmam Şafiî’si, İmam Mâlik’i, İmam Ahmed b. Hanbel’i Kur’an’dan anlamayan bir İslam… Ve bu dört câhilin peşine bin ikiyüz senedir takılmış bütün bir ümmet-i Muhammed… Allah’ın “Sizler insanlar için var edilmiş en hayırlı ümmetsiniz” (Âl-i İmran, 3/110) diyerek hitâp ettiği ümmet, Taslaman’a göre umarım bir elin parmaklarından oluşmuyordur… Hangi neticenin perişanlık olduğunun takdirini sizlere bırakalım. Fakat başkası sormasa bile, kişi kendi kendisine sormaz mı acaba diye merak ediyor insan: Mensup olduğum dine benim gibi inanan başka biri var mı?Bunu kendi kendisine hiç sormamış olma ihtimâline binâen biz soralım: Onbeş asırlık târihinde İslam’a senin gibi inanan her asırdan bir kişi sayabilir misin? Ya da daha kısaca söyleyelim: İslam’ı, Kur’an’ı senin anladığın gibi anlayan bir tek sahabî var mı? Yoksa İslam, anlaması târihte ancak sana nasip olmuş bir hak din mi?
Fikret Çetin
[i] Bu meseleyi İmam Şafiî’nin Kur’an, Sünnet ve derin bir hukuk felsefesi zemininde nasıl ele aldığına muttali olmak isteyenler için bkz. el-Ümm 5/164 vd
[ii] Nitekim o, kendisine yöneltilen bir soru zımnında, mezhep imamlarının Kur’an’la alâkalalarının olmadığını dile getirmişti. Bu konuda Abdülaziz Bayındır’a katılmasam da, korkmadan çekinmeden düşüncesini açık bir şekilde ifâde etmesi sebebiyle kendisini tebrik ediyor; bu hususta kendisiyle aynı fikirde olanları da aynı cesur tavra dâvet ediyorum.
kaynak:http://sahniseman.org/siz-hic-gercekleri-bindortyuz-yil-sonra-kesfedilen-hak-din-gormediniz-mi/
0 Yorumlar