Siber Toplumda Mahremiyetin Dönüşümü

depositphotos_244375180-stock-photo-global-networking-concept-world-map Siber Toplumda Mahremiyetin Dönüşümü

 

Mesut Hazır

Toplum dönüşüyor. Hem de daha önce hiç olmadığı kadar hızlı bir biçimde… Ne avcı-toplayıcılar ne tarım toplumları ne de sanayi toplumu bugünün toplumu kadar hızlı bir dönüşüm yaşamıştı. İnsanlık tarihinin büyük bölümünü avcı-toplayıcı ve tarım toplumları işgal etmiş olmakla birlikte ikisi içindeki dönüşüm de sanayi toplumu içindeki dönüşüm hızına yaklaşamamıştır.

Hâl böyle olmakla birlikte biz bugün artık sanayi sonrası (Bell, 1999), kapitalist ötesi (Drucker, 1994), post-modern (Lyo- tard, 2013), geç modern, radikal modern (Giddens, 1998) veya akışkan modern (Bauman, 2017) toplumdan bahsediyor, ikinci modernliği ya da geç modernliği (Beck, 2011) tartışıyoruz. Hatta bunlarla da yetinmeyip bir dijital çağdan, sosyal medya çağından söz ediyoruz.

İçinde yaşadığımız dönemle ilgili en iyi tanım hâlen Druc- ker’a (2008) aittir: Bu bir “süreksizlik çağı”dır! Drucker bu ifadeyi kullandığında takvimler henüz 1968 yılını gösteriyordu. Ortada ne bugünkü şekliyle bilgisayarlar vardı ne de internet.

Sosyal medya uygulamaları henüz muhayyilemizde bile yoktu. O günden bugüne yeni evreler ve yeni dönüşümler birbirini izledi. Yaşanan çağ tam anlamıyla bir “süreksizlikler çağı” hâline geldi. Hâlihazırda ise o süreksizliklerden biri olan sosyal medya çağını idrak ediyoruz.
Söz konusu evre ister sosyal medya çağı olarak ister dijital çağ olarak adlandırılsın, Manuel Casteils’in ağ toplumu tabiri bile çoktan eskimiş görünüyor (bkz. Castells, 2005). Bugün bize hükmeden gerçeklik artık “süreksizliğin sürekliliğidir”.

21. yüzyılın ikinci çeyreğine gelindiğinde muhtemelen yapay zekâyı ve bir “androidler toplumunu” tecrübe ediyor olacağız. Ancak ben, hâlihazırda içinde yaşadığımız toplumu “siber toplum” şeklinde tanımlamanın uygun olduğunu düşünüyorum.

Bizler artık bir siber toplumun mensuplarıyız. Siber âlemde varoluşumuzu gerçekleştirip siber ağlar üzerinde sosyalleşiyoruz. Orada sevinip üzülüyor, güne orada başlayıp gece en son orada görünür oluyoruz. Orada ticaret yapıp orada tanıştığımız biriyle evleniyor, o ortamda yaptığımız hatalarla evliliklerimizi sonl andiriyoruz. Dolayısıyla içinde yaşadığımız toplumun bir “siber toplum” olduğunu rahatlıkla söyleyebilir, o toplumu sosyolojinin imkânlarıyla tahlil edebiliriz.

Bu yazıda mahremiyet algısının siber toplumdaki dönüşümü üzerinde durulmaktadır. Zira söz konusu toplumda diğer her şey gibi mahremiyet de dönüşmektedir.

Siber Toplum ve Mahremiyetin Dönüşümü

“Mahremiyetin dönüşümü” tabiri bilindiği üzere Giddens’a (2010) aittir. Giddens Mahremiyetin Dönüşümü isimli eserinde plastik cinsellikten saf ilişkiye, eşcinsel ilişkilerden müzakereli birlikteliklere kadar pek çok kavram ve konuyu geç modern dönemin parametreleriyle incelemektedir.
Bugün artık Giddens’ın tartıştığı konular en azından teorik düzeyde olgunlaşmış hatta aşılmış konulardır. Artık bir cin-sel devrimden söz etme gereği duymuyor, bunu tartışmıyoruz.

Bugün daha ziyade postmodern huzursuzların siber agorası olan sosyal medya üzerinde kurulan sanal cemaatlere dâhil olmak suretiyle gerçek hayattaki onulmaz yalnızlığımıza çareler arıyoruz. Bunu yaparken de tüm benliğimizi ortaya seriyor, görünür kılıyor, siber âlemde meskûn ve mündemiç bir siber toplumun bağrında var olmaya, var kalmaya çabalıyoruz.

İşte tam da bu noktada mahremiyet meselesi devreye giriyor.Duyguların, duyuların, duyarlılıkların, özlü sözlerin, “şefkat patlamalarının” ve “merhamet karnavallarının” doz aşımına uğradığımız sosyal medya kendimizce önemli paylaşımların şehra- yininden geçilmiyor.

Siber öncesi toplumlarda mahrem saydığımız ve sadece birincil ilişkiler kurduğumuz insanlarla paylaştığımız, sadece “mahrem ötekilere” ve “önemli ötekilere” açık olan pek çok şey, artık “anonim ötekilerin” ve “mutlak ötekilerin” de radarına takılıyor ve onların üzerine de boca ediliyor. Bu bir mahremiyet pornografisidir.

Siber âlem sanal ve dijital çokluğun ve fazlalığın mekânıdır. Bu mekân sadece yaşananların değil, henüz yaşanmamış hatta hiç yaşanmayacak olanların da dolaşımda olduğu bir ağdır. İçinde yaşadığımız bu çokluk çağında siber-âlem, sanal mekânlarda tutunmaya çalışan siber toplum mensuplarına ev sahipliği yapan, çoğulculuğun empatisiyle dolu olmak yerine ayrıksı çokluk ile malul bireylerin kendi sanal cemaatlerinin önderi gibi davrandıkları bir siber agoradır. Kalabalık, gürültülü, hız ve geçiciliğin hüküm sürdüğü bu agorada her birey her an varlığını ispatlamak zorundadır. Siber âlem herkese kendi kaderinin başrolünü oynama şansının verildiği bir sahnedir.

İlga Değil İfşa

Siber toplumun habitusu olan siber-âlemde mahremiyetin kodları yeniden yazılır. Başka bir ifadeyle, mahremiyet yok ol-maktan ziyade dönüşüme uğramaktadır. Her bireyin özgüven yüklü bir özneye dönüştüğü bu âlem, mahremiyetin ilgasını değil, ifşasını temsil eder. Zira bireyler orada benliklerini paylaşımlar yoluyla ortaya sererken paylaştıkları şeyin mahremiyet kodlarını değiştirmektedirler. Bauman’ın ifadesiyle, “ifşa edilme korkusu fark edilme hazzı tarafından bastırılmaktadır” (Bauman ve Lyon, 2013: 31).

Böylelikle bireyler mahremiyeti yeniden tanımlamayı tercih etmekte, eski kodları ya yok saymakta ya da farklı anlamayı seçmektedirler.

Bireyler gelebilecek eleştiri veya saldırılara “Bu benim tarzım”, “Bu benim ahlak anlayışım”, “Bu benim yaşam biçimim” şeklinde cevaplarla karşı koymaktadırlar. Yani siber toplumda ahlak anlayışı olabildiğince muğlak, olabildiğince değişken ve kişiye özgüdür.

Postmodern belirsizliğin bulanık sularına dalmış siber bireyler için müphemlik ve uçuculuk katı belirlenimciliğin sıkıcı sükûneti karşısında sığınılmayıp âdeta bilerek içine koşulan ve atlanan bir macera gibidir.

Siber toplum geleneksel ve ilk-modern toplumun katılığından ve ikinci modernlik toplumunun akışkanlığından farklı olarak gaz biçiminde ve “uçucu” bir toplumdur. O toplumun mensupları ise âdeta maddenin dijital uçuculuğuna güvenmekte, mahrem olanın siber uzamda dolaşmasından herhangi bir rahatsızlık duymamaktadırlar. Nasılsa gaz formundaki mahremiyet, dijital ağlar üzerinde dolaşımda olsa da el değmeden var olabilmekte, kirlenmeden görünebilmekte, dokunulmaz görünürlüğün konforundan beslenebilmektedir.

Dolayısıyla mahremiyet yok olmamış, bilakis ters yüz edilerek daha da belirgin hâle ge-tirilmiştir. Sadece gerçek hayattaki mahremlikler ile sanal mahremiyetler yer değiştirmiştir. Kimin mahrem ya da namahrem, neyin görülebilir ya da görülemez olduğu sosyal medya hesaplarımızın ayarlarıyla oynamak suretiyle bizim karar verdiğimiz bir şeydir. Artık mahremiyet önceden belirlenmiş katı kodlarla değil, bizim sürekli olarak değiştirebildiğimiz sanal ve esnek kodlarla her an yeniden tanımlanır olmuştur.

Siber toplumun dermeyan olduğu sosyal medya çağında görünürlük var olmanın gerek şartıdır. Bu görünürlük gerektiğinde mahrem olanın da ortaya saçılmasını gerektirir. Zira davranışlarımız meşruiyetini önce kendi benliğimizden sonra da sosyal medya paylaşımlarımızdaki “tıklanma” sayısından almaktadır.

Tıklanma sayısının çarpan etkisi meşruiyeti besler. Herkesin bildiği sır, kendinden menkul meşruiyetin kaynağıdır. Zira günah görünene değil, bakana aittir. Gönüllü ifşa felsefesine dayanan sosyal medya çağında, tıpkı “Lady Godiva” anlatısında olduğu gibi, görünenler değil, bakanlar kör olacaktır.
Herkesin suçlu olduğu bir toplumda masumiyetin suç hâline gelmesi gibi, siber toplumda da görünmezlik suçtur.

Mahrem olan her ne varsa bir şekilde sisteme dâhil edilir. Bunun dışında kalmak isteyenler sistem dışı bırakılıp kayıt dışı hatta yasa dışı ilan edilerek toplumun dışına itilirler. Buna devletler de önayak olur. Vatandaşlık numaranız, ev adresiniz, kredi kartı bilgileriniz ve hatta anne kızlık soyadınız sistemin her yerin- dedir.

Bauman’ın tabiriyle (2017: 232), böyle bir toplumda “kurban olmak ile şöhret olmak aynı şeydir” ve değerler değişmemiş, vurgu kaymıştır. Bu kıyaslama her şey için yapılabilir hâle gelmiştir. Görünür olduğunuz, dikkat çektiğiniz sürece skandallara karışmak ile büyük bir kurtarıcı olmak, devasa vurgunlara imza atmak ile insani yardım kampanyaları düzenlemek, bi-linen bir katil olmak ile yüzlerce kişiyi bir felaketten kurtarmak aynı etkiyi uyandırır.

Aslında siber toplum “sistemik sorunlara biyografik çareler aranan toplumdur” (Beck, 2011: 207). Büyük dönüşümün omuzlarımıza sardığı yük öyle ağırdır ki, benliğimize nüfuz eden bu ağırlığı atmak için tüm benliğimizi cepheye sürmemiz gerekmektedir. O cephe sosyal medyadır. Silahı benlik, kurşunu mahremiyet olan siber toplumun askerleri en etkili vuruşu en mahrem paylaşımlarıyla yaparlar.

Daha çok özçekim, daha fazla ev içi foto Ve ruhlarının en derin yanlarını açığa vuran paylaşımlar siber toplumun askerlerinin şehit ve gazilik yollarıdır.-En şeffaf biyografi “yok-toplum”, “yok-benlik” ve “yok-varlık” tehlikesine karşı yürütülen savaşta en etkili silahtır. “İşte buradayım; her şeyimle karşınızdayım!” “Görünüyorum, öyleyse varım.”

İfşa uygarlığının mahremiyete imkân tanıyan paradoksal bir yanı da vardır. O da, insanın kalabalıklar içinde daha rahat saklanmasını sağlamasıdır. Büyük şehirlerin, kalabalık yerlerin suça yataklık etmedeki başarısı gibi sanal âlem de milyonlarca paylaşımın içinde bizi saklayan bir “beyaz körlüğü” beraberinde getirir. Saramago’dan (2017) ödünç alabileceğimiz ifadelerle sanal âlem bir “beyaz körlük”, bir “süt denizi”dir. Geleneksel toplumlarda mahremiyet karanlığın içinde gizlenen ve saklanan bir şey iken, günümüz toplumunda mahremiyet gözleri kör eden bir ışığın ve görünürlüğün içinde gizlenmektedir.

Özgünlük Jargonu

Siber toplumda var olmanın koşulu haklı ya da haksız, güçlü ya da güçsüz, ahlaklı ya da ahlaksız olmak değildir. Bu toplu-kabul edilmek için sahip olmamız gereken yegâne vasıf öz- günlüktür. Şayet yeterince sıra dışı ve özgün isek siber toplum her türlü kusurumuzu hoş görecektir. Otantikliğimiz tüm kusurları örten ve bize siber kamuoyu tarafından verilen “kamusal onay sertifikamız”dır. Ancak “bu sertifikalar az sayıda üretilir ve son derece kısa bir geçerlilik süreleri, vardır” (Bauman, 2011: 22).

Mademki onay sertifikalarımız hem az sayıda hem de kısa süreliğine geçerlidir,bu durumda bunların ofset baskısına ihtiyacımız vardır. Bir kez beğeni onayı alınca artık aynı ortamda farklı açılardan çekilmiş özçekimlerle farklı ortamlarda aynı açılardan çekilmiş özçekimlerimizi siber kapsülümüzün içine doldururuz.
Özgünlüğümüz paradoksal biçimde hem özgürlüğümüz hem de örtümüzdür. Zira her otantik üretim yeni bir mahremiyet örtüsünü beraberinde getirir. Ona bir süreliğine kimse dokun-mayacaktır.

İnceleyin:  Kemal Sayar - Bir Kalbi Kırılmaktan Koruyabilsem -Alıntılar

Herkesin görmesi onun mahremiyetine halel getirmez. Zira paylaşımlarımız bizim seçtiğimiz kişilerce görülebilir, bizim izin verdiklerimiz onlara dokunabilir. Görünür fakat dokunulmaz olması için bize ait olanın yeni doğan olması önemlidir. Üzerindeki nazar eskidiğinde zaten mahremiyet tartışmasının odağı olmaktan da çıkacaktır. Her yeni paylaşım masumiyetini yeni doğmuşluğundan devşirir; ne kadar açık olduğundan değil…

Dolayısıyla, tüm otantikliği ile her yeni paylaşım geleneksel kalıplara göre namahrem olsa da onun masumiyetine halel gelmeyecek, eskidiğinde ise zaten ondan sorumluluk ve kalem düşecektir.

Otorite Yokluğu ve Sanal Fetvalar

Siber toplumda otoritelere ihtiyaç duyulmaz. Uzmanlıklar parçalanmış, bilirkişiler boşa çıkmıştır. Çoklu kimliklerimizle girdiğimiz bu ortamda tek yetkili kamuoyudur. Kurallar anlık olarak belirlenip kaldırılır. Kamuoyu, herkesin mahremiyetinden beslenen bir vampir gibi sürekli olarak ortamı sıcak tutar. Beğe-niler, eleştiriler, dışlamalar ve yüceltmeler bir reyting grafiği gibi çalışır. Bu grafiği sürekli yukarıda tutmak, var olmanın ve onaylanmanın tek şartına dönüşmüştür.

Dolayısıyla her onay aynı zamanda bir tuzaktır. Zira kamuoyu bugün onayladığı şeyi yarın reddedebilmekte, bugün meşru gördüğünü ertesi gün gayrimeşru ilan edebilmektedir. Kamuoyunun yükseltip ardından aşağıya fırlattığı itibarın cenazesini kaldırmak ise en sonunda yine kişinin kendisine düşer.

Siber toplumun agorası olan sosyal medyada “kamusal ile özeli, mahrem olanla herkese açık olanı birbirinden ayıran sınırlar hiç olmadığı kadar belirsizdir” (Bauman ve Donskis, 2013: 110). Bugün artık söz konusu sınırları çizmiş olan “meta anlatılar” eski güçlerinde değiller. Din, kültür, gelenek, hatta modernlik bile katı sınırları olan monist birer meta anlatı özelliği göstermekteydiler. Tüm bu anlatılar varlığını sürdürmeye devam etse de parçalanmış, tozlaşmış, bulanıklaşmıştır.

Eski paradigmalar yerlerini “çoklu dindarlıklara”, “postmodern belirsizliğe”, “akışkanlığa” ve hatta daha önce de belirttiğimiz gibi “uçuculuğa” bırakmışlardır. Bugün artık insan sayısınca inanç, kişi sayısınca öğreti, tvveet sayısınca yaklaşım ve paylaşım sayısınca fikir vardır. Bu toplum ne katı ne de akışkandır. Bu toplum “ağırlıksız toplum” olup, tüm değerleri, tüm normları ve kutsalları sanal bir uzamda salınıp durmaktadır.

Ağırlıksız siber toplumda kişiler doğru olanı değil, ihtiyaçları olan fetvayı o sanal bilgi çöplüğünden arayıp bulmaktadır. Nasılsa orada herkese uygun bir fetva, herkese yarayan bir görüş asılı durmaktadır. Böyle bir toplum için yakın gelecekte “sanal çöpçülere”, “siber velilere”, “organik dekoderlere” ihtiyaç duyulacaktır. Zira doğrunun ne olduğu, mahremiyetin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği herkes için muğlak bir şeydir. Hâl böyle olunca dipsiz veri havuzundan süzülecek verileri sınıflayacak “seçiciler” geleceğin sanal güvenlik anlayışında en önemli meslek mensupları hâline gelecektir.

Çoklu Benlikler ve Parçalanıp Metalaban Mahremiyet

Bugün çoklu benliklere sahip bireyler sayısınca mahremiyet algısı vardır. Ancak bireylerin kendi içlerindeki benlik ve kimlik sayısına hitap edebilecek bir sanal otorite yoktur, Hermann Hes- se’nin (2016) Bozkırkurdu romanındaki kahramanı ikili benliğe sahipti. Günümüzün sanal kahramanları ise “çoklu benliklere” sahip olup içlerindeki benlikler birbirini sömürmektedir. Dolayısıyla, dün “bana göre” mahrem olan şey “bugünkü ben” için bir anda namahrem olabilmektedir.

Çoklu benliklere sahip ayrıksı bireyler sayısınca mahremiyet algısının olduğu günümüzün parçalanmış toplumunda mahremiyet de parçalanmıştır. Madem mahremiyet algısı artık sayısızdır, büyük toplum tarafından uyulan, takip edilen, dikkat edilen tek bir mahremiyetten söz edilemez. Mahremiyet sayısız sa-nal üründen biri olduğu gibi, bu ürünün de kendi içinde renkleri, biçimleri ve türleri vardır. Eski mahremiyet algısının eriyip buharlaşmasının ardından yeni mahremiyet biçim ya da biçimlerinin katılaşması süreci yaşanır. Ancak bu katılaşmanın da tek bir biçimi yoktur. Bu süreçte aşk, cinsellik, ilişkiler ve benlikler çeşitli sürümleriyle sanal âlemde var olurlar.

Sanayi toplumunun eşlik ettiği kapitalizm her şeyi metalaş- tırmasıyla temayüz etmişti. Polanyi (2011:175) bunu emek üzerinden yürüttüğü tartışmada “emeğin metalaşması” kavramıyla dile getirmişti. Mahremiyet metalaşmış olmakla birlikte dönüşümünü sürdürmüştür. Siber toplumun tebarüz ettiği sanal mekânda yaşanan, neredeyse her şeyin içinden geçtiği bir süreç olarak sanal metalaşmaâır. Kapitalizm emek ve değer gibi soyut şeyleri somutlaştırarak birer meta hâline getirip değer biçiyordu. Siber toplum ise maddi ya da manevi her ne varsa onu sanal bir değere dönüştürerek siber uzama taşıyor. Madde ve mananın meta değeri ise siber âlemde sahip olduğu o ağırlıksız değerde anlam buluyor.

Marx, “Katı olan her şey buharlaşıyor” derken, geleneksel her ne varsa modernliğin bunu eritip buharlaştırdığını dile getiriyordu (Marks ve Engels, 2011: 44). Bauman (2016: 36- 7) bu sözlere yeni bir yorum getirerek, eritilen eski katılıkların modern tasarımcılık bağlamında yeni bir kalıba döküldüğünü ifade etti. Aslında bu dönüşüm tüm hızıyla devam ediyor. Marx’in buharlaşma ifadesi belki de ilk kez ve ancak şimdi tam anlamıyla karşılığını buluyor. Zira siber toplumda bilinen her şey tüm uçuculuğu ile sanal âleme taşınıyor; insan ve toplum bile…

Eski mahremiyet parçalanmış, parçalananlar eriyip buharlaşmış, buharlaşanlar sayısız yeni mahremiyet algısı olarak yeniden hayatımızda katılaşarak metalaşmış, yeni meta değerle-riyle tüm bu “çoklu mahremiyetler” sanal âleme yüklenmiş, sanal âlemde yaşadıkları dönüşüm sonucunda “sanal metalaşma” dediğimiz evreye girmiş olan bu mahremiyetler de en nihayetinde birer ürün olarak paylaşılmayı beklemektedir.

Ancak sanal metalaşma paradoksal biçimde aynı zamanda bir buharlaşmadır. Zira sanallık Baudrillard’ın ifadelerini ödünç alarak söyleyecek olursak “simülakr” değil, “simülasyondur” (Kavramlar için bkz. Baudrillard, 2014). Sayısız kopyası olan, görülen fakat dokunulamayan mahremiyetlerin hologramları her yeri kaplar.

Dolayısıyla ilk kez şimdi bir buharlaşmadan söz edebiliriz. Zira artık biz ve bize ait olan her şey bir hologram, bir imaj ve bir simülasyon olarak o evrendeki yerini alıyor. Toplum sanal âleme göç ediyor. Orada onaylanıp reddediliyor, orada kavga edip yeni ilişkiler kuruyor, orada üretip tüketiyor, evlenip boşanıyor ya da tüm bu eylemlerinin tetikleyicisi olarak o âle-mi kullanıyor. Dolayısıyla, toplumsal dönüşümler zamanın ruhundan beslenerek kadim olan her şeyi eritip buharlaştırıyor, sonra tekrar katılaştırıp tekrar buharlaştırıyor.

Her zamankinden farklı olan şey, bu sefer uçucu yok-varlıkların bir yok-yer- de stoklanıyor olması.

Mahremiyetin Sanal Kamusallığı

Sanal metalaşmadan nasibini alan sanal mahremiyetler tüm uçuculuğuyla olsa da bir meta değere ulaşır. İşte o değerin kristalleşmesi için arz-talep döngüsüne sokulması gerekir. Bunu yapmak için de “mahremi kamulaştırma” yoluna gidilir. Fiziksel özelliklerimizden zaaflarımıza, ilgilerimizden acılarımıza kadar her özelliğimiz eşimiz tarafından bilindiği kadar başkaları tarafından da bilinir.

Bu, mahremiyetin yok olması değil, “özel yaşamın kamusallaşmasına”eşlik edecek biçimde“mahremiyetin kamusallaşması”dır. Ancak eski biçiminden farklı olarak bu, sanal agorada gerçekleştiğinden, yaşanan da “sanal ka-musallaşma” dır.

İşte bu yeni hâl mahremiyet algımızı kökünden sarsıyor, değiştirip dönüştürüyor. Giyim kuşamda, barınmada, kapanıp açılmada, özelde ve kamusalda anlamını bulan mahremiyet anlayışımız ilk kez sanal bir kamusallıkta testten geçiyor. Perdeleri hep açık duran bir evde (bu hepimizin sosyal medya hesaplarıdır) mahremiyetin yeni sınırları çiziliyor. Ailemize ve akrabalarımıza kapalı olup anonim ötekilere açık olan, arkadaşlarımızla paylaşılıp en yakınlarımızla paylaşılmayan şeylerin şekillendirdiği yeni sınırlar ve ters yüz edilmiş bir mahremiyet bu.

Siber toplumda mahremiyetin ifşası, bir gönüllü yıkımdır. Bir başka ifadeyle Sennett’m (2Ö13: 291) “yıkıcı Gemeinschaft” dediği şeydir. İnsanların televizyon ekranlarında, milyonların önünde en mahrem şeylerini anlattıkları reality şovlardan hareketle bu tabiri kullanan Sennett, henüz sosyal medya çağının yıkıcılığından haberdar değilken bu ifadeleri tercih etmişti. O yıkıcılıktan farklı olarak, bugün insanlar artık öz-sansür sınavıyla karşı karşıyadırlar. Ya öz-yıkımı seçeceklerdir ya da mahremiyetlerini kendileri koruyacaklardır.

Ancak sorun şu ki, mahremiyeti korumanın, her şey gibi mahremiyetin de bir tüketim metaı hâline geldiği bir çağda hiçbir getirisi olmadığı gibi, söz konusu değer de sanal bir değerdir.

Sanal değer kolayca değiştirilebilen kriterlere sahiptir. Bauman’ın ifadeleriyle» mahremiyet hakkımızı kendi rızamızla katlettirir ya da sadece bire sunulan harikalar karşılığında ödenecek bir bedel olarak mahremiyet kaybına rıza gösteririz (bauman ve Lyon» 2013: 29)» Öyle ki» siber uzayda sonsuzu katlar ayık kala bilecek olan mahremiyetimiz» “siber amel defterinde öylece asılı durmaya devam edebilir. Bugün facebook aynı zamanda ölü profiller çöplüğüdür»

Mademki hem mahremiyet hem de onun paylaşıldığı kamusal alan sanaldır, işte o noktada kapıldığımız ilk his bir sanal güvenlik hissidir. Paylaştığımız bir resimdir, bedenimiz değil; bir videodur, ruhumuz değil. Siber toplumun bu noktada yaptığı şey önceki toplum biçimlerinin tam tersidir: gizlenmek değil görünmek, görünürlüğün tüm sınırlarını zorlamak ve o sınırları sürekli olarak genişletmek. Zaten o sınırlar da sanal değil midir? Onları belirleyen, yanımızda taşıyan biz değil miyiz?
İşte o sınırlar dijital olup bizimle birlikte hareket ederler. Cep telefonlarımız bizim kendi panoptikonumuzdur.

Güvenliğimizden sorumlu olan ya da bizim yapacaklarımızın meşrulu-ğunu denetleyen otorite zaten o panoptikonu elinde tutmaktadır. Yaptığımız şeyin meşru olduğunu bildiğimiz sürece iktidarın gözünün bize bakıyor olmasını dert etmeyiz. Dert ettiğimiz, toplumun gözüdür. Onu da ışığa, görüntüye ve paylaşıma boğarız. Toplumun ayıklayamayacağı kadar çok veriyi üzerine boca ederiz ki, bakar kör olsun. Tekrar edecek olursak, siber toplumun mahremiyeti görünürlükte gizlidir.

Mahremiyetlerin Takası ve Siber Toplumun Münzevileri

“İfşa uygarlığı” ya da “teşhir medeniyetine” ev sahipli yapan görünürlük toplumunda temel ilke paylaşımdır. Sınırları kişiden kişiye değişse de, şart koşulan şey “mahremiyetlerin takası’ dır.

Mahremiyetlerini takas etmeyenler siber toplumdan dışlanırlar. Bu değiş tokuş oyununda yer almayanların ganimette payları yoktur. Zira oynanan bir çeşit “Cesaret mi, doğruluk mu?” oyunu olup, mahremiyetini ortaya koymayanlara şüpheyle bakılır. Çünkü onlar görünmeyip bakan, paylaşmayıp pay isteyen “stalker ”lardır. Onlar mütekabiliyet ilkesine karşı gelip yazılı olmayan kuralları çiğnemişlerdir.

İnceleyin:  Postmodern Dönemde Medya

Siber toplumda dışsallaşan içkinliklerimizle o toplumun sanal sahnesinde kabul görürüz. Duygularımız, duyarlılıklarımız, olaylara olan tepkimiz, hayata bakışımız ve bunun gibi pek çok şey düzenli olarak yaptığımız paylaşımlar yoluyla takip edilir. Toplumsal sorunlara dair duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak ve mütemadiyen samimiyet testinden geçmek zorundayızdır.

Kısacası mahremiyetimizin ifşası, mahrem duygu ve düşüncelerin ifşasını da zorunlu kılar. Tam da bu nedenle, “siber toplumun münzevileri” diyebileceğimiz kişiler, yani sosyal medyanın dışında kalmayı tercih edenler çeşitli biçimlerde kınanır, farklı yollarla protesto edilirler.

Oluşturulan sanal cemaatlerin dişında bırakılarak paylaşımlardan haberdar edilmezler, düzenlenen aktivitelere davet edilmezler.

Sosyal medya evrenine henüz dâhil olmamışsanız yadırganır veya küçümsenirsiniz. Dâhil olmuş fakat hiçbir paylaşımda bulunmamışsanız şüpheli görülürsünüz.

Sanal âleme bir ihmalden, geçkin yaşından veya teknoloji özürlülüğünden dolayı değil de bilinçli olarak dâhil olmamış kişilere siber toplumun anarşistleri gözüyle bakılır. Onlar çağdaş Ebu Zer’ler olarak görülürler ve yapmadıkları şeyin aslında yaptıkları şey olduğu düşünülür. Yani münzevilikleri bir protesto, eylemsizlikleri bir anarşist eylem, yalnızlıkları topluma yöneltilmiş şiddetli eleştiridir. Hâlbuki siber toplumun insanlardan istediği şey, sanal agorada ve siber âlemde el altında, göz önünde fakat zararsızca var olmalarıdır.

Siber toplumda kişi gerçekten saklanmak istiyorsa, görünürlükten ve sanal kalabalıktan sıkılmışsa, bunu dikkat çekmeden yapmak zorundadır. Son çevrimiçi olma anınızın görüldüğü, son paylaşımınızın tarih ve saatiyle oracıkta durduğu bir ortamda ses-sizce sıvışıp girmeniz söz konusu bile olamaz.

Bıraktığınız sanal izler hakkımzdaki her şeyi ele vermektedir. Tam da bu yüzden görünerek saklanmak zorundasınızdır. Başka bir deyişle, bazen gözden kaybolabilmek için çokça ve sıkça (siber toplumda bu “yeterince” anlamına gelir) paylaşımda bulunmak zorundasınızdır. Ancak böylelikle nadiren de olsa inzivaya çekilebilirsiniz. Aksi hâlde yokluğunuz dikkat çeker, gürültü koparır ve sistemi zora sokar.

İç İçe Geçişler, Ters Yüz Oluşlar ve Melez Mahremiyet

Özel ve mahrem olamn bugün kesintisiz kamusal görünümü bir yandan özel ile kamusalın yer değiştirmesine sebep olurken diğer yandan özel ile kamusalı birbirinin içine doldurmaktadır. Gerçek hayattaki mahremlerimiz sosyal ağlar üzerinde paylaşımlarımızı sakındığımız namahremlere dönüşürken, fiziksel olarak uzak olduğumuz nice yeni mahrem ise özelimize şahit olabilmektedir. Bu hem mahremiyetin ters yüz edilişi hem de melezleşmesidir.

Zira birbirini tammayan, birbirinden habersiz yeni mahremlerimiz vardır ve bunları ters yüz ettiğimiz mahremiyet algımızla iç içe geçiren de biziz. Yeri geldiğinde bunların yerini de-ğiştirip yeri geldiğinde iç içe geçmelerini sağlayan sosyal medya da kendine özgü kurallara sahiptir. Bauman’ın dile getirdiği gibi, fiziksel yakınlığın yerini alan “sanal yakınlığın” parametreleri tamamen farklıdır:

“Eski topografik yakınlığın tersine, sanal yakınlık bağların önceden kurulmuş olmasını gerektirmez. Sanal yakınlığın en temel başarısı, iletişim ile ilişkinin birbirinden ayrılmasıdır. ‘Bağlı olmak’ ‘angaje olmaktan’ daha az masraflıdır. Sanal olmayan yakınlık, sanalın yerleştirdiği ‘katı esneklik’ ve ‘sert ağırbaşlılık’ kriterlerini karşılamaktan uzaktır. Tek başına olmak, elinin altında bulunan bir cep telefonuyla odaya kapanmak, evin ortak alanını paylaşmaktan daha az riskli ve daha emin bir koşul gibi görünmektedir” (Bauman, 2012: 94-6).
İşte söz konusu bu yeni yakınlık biçiminin kendine özgü esnekliği, uçuculuğu ve nispeten düşük riski mahremiyet anlayışımıza doğrudan etki etmektedir.

Ev bizi namahrem ile temasın risklerinden uzak tutan korunaklı kale olmaktan çıkmakta ve insanların “ayrı ayrı fakat yan yana yaşadığı” yer hâline gelmektedir (Bauman, 2012: 95). Zira fiziksel yakınlığa dayalı gerçek mahremiyet ilişkilerinin maddi ve manevi maliyeti oldukça yüksektir. Gerçek mahremiyet ömürlük sözlerle sadakat yeminleri üzerine inşa edilen katı birlikteliklere muhtaç iken “sanal mahremiyet” bir tık ile inşa edilip silinebilen ağırlıksız, uçucu ve külfetsiz birlikteliklere bağlı bir yükümlülük özelliği taşımaktadır. Bu da bedensiz birliktelikler diyebileceğimiz yepyeni bir birliktelik biçimine yön vermektedir.

Benlik Toplumunu Kuşatan İçkinlik Kültürü

Mahrem olamn özellikle de sanal kamusal alanda ifşasının altında yatan motivasyonun mahremiyetin yitirilmesi olduğunu düşünürsek ciddi derecede yanılmış oluruz. Aslında bugün yaşanan şey, Richard Sennett’m enfes ifadesiyle tam bir “mahremiyet ideolojisidir.

Şöyle tanımlıyor Sennett (2013: 334) mahremiyet ideolojisini: “Her türden toplumsal ilişki her bir kişinin içsel psikolojik kaygılarına ne denli yaklaşırsa o denli gerçektir, inandırıcıdır ve sahicidir. Bu ideoloji, politik kategorileri psikolojik kategorilere dönüştürür. Mahremiyet ideolojisi tanrısız bir toplumun insancıl maneviyatım tanımlar: İçtenliktir, sıcaklıktır bizim tanrımız.”

Reisman’ın da (2016: 228) “içtenlik kültü” dediği mahremiyet ideolojisi tespitiyle ilgili olarak Sennett büyük ölçüde haklı olmakla birlikte, kitabının üzerinden geçen neredeyse yarım asrın ardından bir şeyler değişti elbette. Tersine doğru değil fakat daha derine doğru ve ürkütücü bir değişiklik bu.

Şöyle ki: Günümüz topiumunda sürüp giden gönüllü yıkım, içtenlik görünüm-lü bir içkinliktir. Şımarık çoklu benliklerimizin sürekli değişen ruh hâlimizle beslediği, içten görünmeye dayalı olmakla birlikte sürekli olarak içe dönmeye dayanan ve kendisi dışında ilişki kurduğu diğer tüm benlikleri emip tüketen bir içkinlik kültürüdür bugün yaşadığımız. Bu içkinlik kültürü ise benlik odaklıdır.

Kısacası içinde yaşadığımız toplum içtenliği bir yem olarak kullanan fakat içkinliğin psişik sonsuz kara deliklerinde her türlü değeri ve ilişkiyi yutup yok eden bir içkinlik toplumuduı. Ne maneviyatı dışlar bu toplum ne de mahremiyeti. Ancak hepsini ters yüz eder, itibardan düşürür, yeniden tanımlar, norm dışı hâllere büründürür. İçkinlik dehlizlerinde saklayıp büyüttüğü, değiştirip dönüştürdüğü, hazırlayıp donattığı pek çok duyguyu ise bugün eline geçirdiği sosyal medya araçları sayesinde bir anda dışarıya döker, tabir yerindeyse kusar.

Bu kusma, Hüseyin Köse’nin tabirini kullanacak olursak, bir “şovenist inşa”dır: “Belki de ‘çağdaş’ dünyamızda tüm ‘lanetli pay’ların en uğursuz tarafında göze çarpan şey, her türlü onurlu yaşam ve erdemin, reklamın -başka bir deyişle ‘görünürlük kaygısı’nın- büyüsüne kur-ban edilmesi olgusudur; hatta bedeni henüz soğumamış ölülerin ölümünden elde edilecek yararları bile bu bağlamda düşünmek mümkündür” (Köse, 2014: 311).

İçkinliğin ters yüz edilip görünür kılınmasında neredeyse hiçbir eski kıstas iş görmez. Sayısız benliğin en özgün mahrem yanlarını görünür kılmaya çalıştığı, içkin olanın tüm çarpıcılığıyla görünürlük âlemine boca edildiği bir toplumda neyin mahrem olduğu artık olabildiğince müphem bir konudur. Katı, kalıcı, somut ve cismani olan toplumdan çok farklı bir toplum türü olan gaz hâlinde, uçucu, esnek ve sanal olan siber topluma uygun düşen ve onu besleyen de zaten bu müphemliktir.

Sonuç

Artık bilinmezliklerin olabildiğince azaldığı ve insanın metafizik korkularının geri planda kaldığı bir çağda yaşıyoruz. Dolayısıyla insan daha önce hiç bu kadar Tanrı’dan rol çalma şansına sahip olamamıştı. Elindeki imkânlar düşünüldüğünde, Harari’nin de belirttiği gibi, insan bugün artık bir “homo deus” olmaya en yakın günlerini yaşıyor. “Yeni insanın gündeminde birçok alt başlıkla beraber tek bir başlık var esasında: Tanrı mertebesine yükselmek” (Hariri, 2016: 59). İnsan bunu her zaman istemişse de tarihin hiçbir döneminde her insan tekinin bu imkâm yakalayacağı bir zemin oluşmamıştı. Ta ki siber toplumun sanal sahnesi olan internet ortaya çıkana kadar…

İnsan soyu tanrısal bir arzu olan “bilinmenin” tadına vardı ve artık iflah olacağa benzemiyor. Görünürlük çağında mahremiyet de görünürlüğün içinde gizleniyor. Siber toplumun agorası olan sosyal medyanın bize sunduğu şey statü gerektirmeyen görünürlük, çaba gerektirmeyen şöhret ve itibarı şart koşmayan onaylanmadır. Tanınmayı kolaylaştıran her şey bu uğurda feda edilir. Mahremiyet bu savaştaki son kozumuzdur.

Sosyal medya, günahların itiraf edildiği kamusal ve kolektif rahiplik kurumu gibi iş görmektedir. Mahremiyetin ifşası burada “sahicilik jargonu” özelliği sayesinde kabul görmektedir. Sosyal medyada hep birlikte yürüttüğümüz bu süreç, bir çeşit kolektif günah çıkarma faaliyetidir.

İçinde yaşadığımız ifşa uygarlığı tam bir suç ortaklığına dayanır. Herkesin mahremiyetinin küresel sır odasında (internet, sosyal medya) takas edildiği bir dünyada mahremiyet sorunu kalmamıştır. Artık sorun, bu sırra ortak olmayanlardır. Zira onlar, herkesin sırrını bilip sırrını paylaşmayanlardır. Mahremiyet artık herkesçe bilinen sırların ortak tanımıdır. Küresel sır odasına kendi sırlarıyla dâhil olan herkes siber toplumun mensubu, bunu reddeden herkes toplumun ötekisidir.

Ed.Nazife Şişman – Mahremiyet,syf.145,163

Dipnotlar:

1.Halk 11. yüzyılda İngiltere Coventry’de uygulanan ağır vergilerden isyan hâlindedir. Vergileri arttıran Lord Leofric’in eşi Lady Godiva halktan yana tutum alır. Eşini vergileri indirmesi yönünde ikna etmeye çalışır. Lady’nin ısrarından rahatsız olan Lord Leofric, eşine asla kabul edemeyeceğini düşündüğü bir teklif yapar. Lady Godiva’nm at sırtında ve çıplak hâlde, sadece saçlarına sarmarak, Coventry sokaklarını boydan boya geçmesi koşuluyla vergi yükünü azaltacaktır. 0 an geldiğinde, Lady Godiva atının üzerinde vakur ve kendinden emin olarak geçişini yapar. Bu durumu öğrenen halk, dükkânlarını kapatır, evlerine girer. Lady’nin bu cesur davranışı karşısında, ona duydukları derin saygıyı gözlerini kapatarak gösterirler.

2.Saramago “beyaz körlük” ve “süt denizi” metaforlarını Körlük isimli romanında kendi bağlamı içinde kullanır. Ben burada onun metaforlarından yararlanarak, günümüzdeki mahremiyet algısına gönderme yapmaya çalıştım.

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir