1-Kur’ân’ın daha çok genel ilkeleri ele aldığı, detaylara fazla girmediği bilinen bir husustur. İnsanı ise daha çok detaylar ilgilendirir, çünkü hayat detaylar manzumesidir. Yaşanan hayatın, Allah’ın muradına uygun olması için bu detayların doğru şekilde bilinmesine ihtiyaç vardır. İşte Sünnet bunun için gereklidir. Sünnet, Kur’ân’ın pratiğini gösterir. Kur’ân, hiçbir zaman sünneti izah edip açıklamaz, aksine sünnet Kur’ân’ı izah eder. Dolayısıyla doğru anlaşılması gereken hadîs değil, Kur’ân’dır. Eğer hadîs olmasaydı, Kur’ân’ın doğru anlaşılmasında sıkıntı yaşanabilirdi. Hadîs olmasaydı, İslâm’ın en bariz göstergesi olan namazı nasıl, ne zaman, ne kadar ve ne şekilde kılacağımızı; zekâtı nasıl, nelerden ve ne miktarda vereceğimizi; haca nasıl yapacağımızı bilemezdik. Çünkü bunların detayları Kur’ân-ı Kerîm’de yer almamaktadır. Hatta “salât” kelimesi-nin bugün kıldığımız namazı ifâde ettiğine dair bir bilgimiz de olamazdı.
Meselâ; “Allah ve melekleri Peygamber’e SALÂT etmektedirler, ey iman edenler, siz de O’na SALÂT edin!” (Ahzâb, 56) âyeti nâzil olunca, Müslümanlar bu “salâfın nasıl yapılacağını bilemediler, çünkü âyet-i kerimede bu konuda herhangi bir bilgi yoktu. Konuyu Hz. Peygamber’e sormuşlar ve O da kendilerine salli-bârik dualarını öğretmişti. Bu bilgi olmasaydı ve biz âyetteki “salâf kelimesine, bilinen anlamıyla “namaz” manasını verseydik, âyeti doğru anlamış olacak mıydık?
Sorunun ikinci şıkkmdaki “sünnetin tayin edici fonksiyonu” konusunda Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımızda* bunun tartışmaya gerek kalmayacak şekilde belirlendiğini görürüz. Hz. Peygamber’e itâati, 0*nu örnek almayı ve O’nun hükümlerine uymayı emreden âyetler, herhalde O’nun sünnetine işaret etmektedir. Eğer sünneti göz ardı edecek olursak âyetlerdeki “itâat ve ittibâ” görevini nasıl yerine getireceğiz? Bunu yerine getirmeyince âyetlerin hükmünü yok saymış olmaz mıyız? Şunu söylemek herhalde yanlış değildir: Hz. Peygamberin sünnetini göz ardı etmek, zorunlu olarak pek çok âyeti de göz ardı etmek sonucuna götürür.
Yalnız burada Hz. Peygamberin, Kur’ân dışında söylediklerinin ve yaptıklarının tamamen bağımsız ve vahiy kaynağından kopuk olduğunu düşünmek son derece yanlış olur. Aksine Hz. Peygamberin, Kur’ân dışındaki söz ve işlerinin büyük çoğunluğunda da yine vahyin kontrolünde olduğunu gösteren pek çok örnek vardır. Dolayısıyla Hz. Peygamberin sünnetine izafe edilen “tayin edici fonksiyon” netice itibariyle yine vahye dayanır. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de yüzlerce defa geçen “salât” kelimesinden, bugün kıldığımız şekliyle namazların kastedildiğini biz Hz. Peygamberden öğreniyoruz. Burada soru şudur: Acaba Hz. Peygamber namazları bugünkü şekliyle bize gösterirken tamamen kendi aklından mı hareket etmiştir, yoksa bu konuda kendisine birileri öğretmenlik yapmış mıdır? Hiç şüphesiz Hz. Peygamber bunlan Cibril’den öğrenmiştir. Bunlar Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmadığına göre, Allah’ın Rasûlü’ne Kur’ân dışında da vahiy geldiğini söylemek gerekir. Namaz için söylediklerimizi zekât, oruç, hac vb. diğer ibadetler için de söylemek mümkündür.
Bu konudaki pek çok örnek arasından, sadece Cuma namazı örneğini hatırlatmakla yetineceğiz:
Bilindiği üzere Hz. Peygamber, Cuma namazını ilk defa hicret sırasında Kubâ’dan ayrılıp Rânûna vâdi- sindeki Benû
Sâlim yurduna ulaştığında kılmıştı. Ama bildiğimiz kadanyla Cuma namazının farziyetiy- le ilgili herhangi bir âyet yoktu. Bu âyet çok sonra nâzil oldu; Medine’de namaz sırasında bir ticaret kervanının geldiğini gören Müslümanların, Hz. Peygamberi minberde bırakıp dışarı çıkmaları üzerine Cuma âyetleri geldi. Rânûna’da Cuma namazını kılmasını emreden bir âyet olmadığına göre, Hz. Peygamber orada böyle bir namazı nerden ve nasıl düşünmüş olabilir? Eğer bu sadece Hz. Peygamberin bir sünneti idiyse, âyet gelinceye kadar kılınan Cuma namazları farz değil, sünnet idi mi diyeceğiz? Sonradan gelen âyetlerin sadece o sünneti te’yîd amacını taşıdığını mı söyleyeceğiz? Âyet gelinceye kadar kılman cumalar da farz idi diyeceksek, o zaman Hz. Peygamberin emrinin de farz olduğu hükmüne varırız. Gayet tabi Hz. Peygamberin bütün söyledikleri ve yaptıkları için böyle bir iddiada bulunulamaz.
Meseleyi bütünüyle düşündüğümüzde Hz. Peygamberin, öğle namazını bile ıskat edecek kadar önemli olan Cuma namazını kendiliğinden ihdas etmiş olması mümkün değildir; bu mutlaka vahyin emri olmalıdır. Ama Cuma namazının farziyetini ifâde eden âyetin, hicri 4. veya 5. yılda nâzil olduğunu da biliyoruz. Bu ömek O’nun Kur’ân dışında da vahye muhatap olduğunu gösterir.
Burada söylenmesi gereken ve günümüz insanı için de önem arz eden bir başka husus şudur: Ne Allah Rasûlü’nün yaşadığı dönemde ve ne de daha sonra hiçbir Müslüman, Kur’ân’da olmayan böyle bir namazın kılınmasından dolayı Hz. Peygamberin bu uygulamasından kuşkulanmamış ve sünnetin tayin edici fonksiyonunu sorgulamayı aklına getirmemiştir. Kanâatimizce bu gibi konularda düşünülmesi gereken husus, Hz. Peygamberin sözünün veya davranışının, O’nun hangi sıfatından sâdır olduğunu tespite çalışmaktır.
2. Sırasıyla gidecek olursak, Hz. Peygamberin akla aykırı bir şey söylemesi kabul edilemez. Selim akla muhalif bir rivâyet görülürse, tereddütsüz reddedilir. Klâsik hadîs usûlünün, rivâyetleri değerlendirmedeki temel ilkesi de budur. Ancak burada “akıl” deyince; hiçbir kayıt ve sınır tanımayan, her şeyi reddetmeyi ilke edinen ve sadece kendi dünya görüşünü hâkim kılmayı amaçlayan bir aklı anlamamak gerekir. Dinin, bizim değer yargılarımızdan farklı olarak kendine göre ilkeleri ve ölçüleri vardır; dolayısıyla sadece bizim mantalitemize ve dünya görüşümüze uymuyor diye bir rivâyeti reddetmek, kendimizi dinin sahibi yerine koymak anlamına da gelebilir. Hz. Peygamberin benim arzuma ve değer yargılanma göre konuşmak zorunda olmadığını, herhalde her akıl sahibi kabul eder. Rivâyetin makûl ve mantıklı şekilde anlaşılmasına çalışmak da bilimsel bir yoldur. Dolayısıyla metodolojide “mutlak tenkit” kadar “anlama”yı da öncelemek gerekir. Aksi halde sübjektiviteye, dış tesirlere, konjonktüre! etkilere mahkûm bir din ortaya çıkarmış oluruz. Bugün konjonktüre! etkilerle temel sâbitelerimiz üzerinde bile yapılan çarpıtmaları dikkate aldığımızda, bu endişelerimizde çok da yanılmadığımız anlaşılır.
Sonra bugün örneklerini bolca gördüğümüz üzere,insanlar Allahın kelamını da akla aykırı görebilmektedir.Akıl,büyük ölçüde tecrübe ettiği ve görüp durduğu gerçeklerle sınırlıdır,çünkü görüp tecrübe ettiklerinin dışındakilere ulaşma imkanı yoktur.
Halbuki din, sadece görünenlerle sınırlı değildir. Bu- yasadığımız dünya gerçekleri ile şekillenen akıl, mesela Hz. Nuh’un 950 yıl yaşadığını kabul edebilir mi? Kuran-ı Kerim’de uzun uzadıya ve detaylı bir şe- kilde anlatılan Zülkarneyn’in şeddini, bütün coğrafî keşiflerin yapıldığı asrımızda hangi akla inandıracağız? Yoksa anlama problemi yaşıyoruz diye âyetleri de mi reddedeceğiz?
Elbette akıl esastır, ama hayat sadece siyah ve beyazdan ibaret değildir. Tonlar farklılaşınca, aklın verileri de farklılaşmaktadır.
Hadîsin Kur’ân’a uygun olması gerektiği de hiçbir şekilde tartışılmaz. Bu husus, klâsik hadis usûlünün en temel ilkesidir. Yalnız burada insanın uygun görmediği bir rivayeti âyete uymuyor diye indî bir değerlendirme ile reddetmesi yanlıştır. Bazen âyetleri bile çarpıtarak bu tür değerlendirmeler yapılabilmektedir. Bugün bazı rivayetleri değerlendirirken “bu Kur’ân’a aykırıdır” şeklinde yapılan genellemelerin büyük çoğunluğu tartışmaya açık şeylerdir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, âyetleri kendimize göre yorumlayarak hadîsi mahkûm etmekten kaçınmaktır. Yoksa âyetin ak dediğine kara diyen bir rivâyet, hiç düşünmeksizin reddedilir.
Hz. Peygamberin Kur’ân’a ve akla uyma zorunluluğu elbette vardır, ama asrın telakkilerine ve konjonktüre uyma zorunluluğu yoktur. Çünkü her asırda, hatta her on yılda bir konjonktür ve telakkiler değişmektedir. Bütün insanlar tarafından tereddütsüz benimsenen temel insanı değerler elbette tartışılmaz. Bu temel değerlerin dışında kalan asnn telakkisi iddiasını ciddiye almaya bile gerek yoktur. Zira Allah’ın Rasûlü’nü kendi telakkimize mahkûm etmeye ne hakkımız vardır, ne de yetkimizi Böyle bir anlayış, Peygamberin makamına, her an değişmeye mahkûm olan asrın telakkisini veya tamamen sübjektif bir anlayışın ürünü olan ve egemen güçlerin çıkarlarını hedefleyen konjonktürü oturtmak anlamına gelir.
Tarihsellik konusu ise, batı kaynaklı bir anlayış olarak ülkemizde son yıllarda gündeme getirilmiştir. Bizler, Allah Rasûlunün ve O’nun getirdiği Kitabın hükmünün kıyamete kadar baki olduğuna inanmakla yükümlüyüz. Kurân’dan sonra başka bir İlahî kitap gelmeyeceği gibi, Hz. Muhammed’den sonra da başka bir peygamber gelmeyecektir. Bunları klonlayıp tarihin belli bir dönemine mahkûm etmek, İslâmî anlayışa uygun olmasa gerektir.
Bu konuların Hanefî usûlüne dayandığı iddiası ise, en hafif deyimiyle haksızlıktır ve bilimsel temelden uzaktır.
3-Yöntem, gerçeğe varmak için en uygun yolu ve vasıtayı arama çabasıdır ve insan aklının ürünüdür. Hadîs tenkit yöntemi de şüphesiz nass değildir; İslâm âlimlerinin asırlar süren çabalarının ürünüdür. Daha iyi bir yöntem bulunabildiği takdirde, mevcudun terk edilmesinde hiçbir sakınca olamaz.
Hadis tenkit yönteminde amaç, bir sözü Hz. Peygamberin söylediği kesin bile olsa, bizim mantalitemize uymuyor veya konjonktüre uygun düşmüyor; yaşanan hayatla örtüşmüyor diye onu reddetmek değildir herhalde; çünkü bu, netice itibariyle Hz. Peygamberi tenkit ve hatta red anlamına gelir. Aksine amaç, o sözün Hz. Peygamber’e ait olup olmadığını tespit etmektir. Birinin bir sözü söyleyip söylemediğini tespit etmenin en sağlıklı yolu, bizzat kendisine gidip bunu sormaktır. Ama 15 asır önce yaşayan birine bunu sorma şansımız olmadığına göre başka çareler aramak gerekir. İkinci bir çare, eğer montaj gibi hilelerden emin olabilirsek, ses kayıt cihazları gibi teknolojilerden yararlanmaktır. Peygamber kelamı için böyle bir şans da yoktur. Bu durumda “insan” unsurunun devreye girmesinden başka çare kalmamaktadır. Tabi bu insanın inancı, hafıza gücü, zihnî yapısı, siyasî çıkarları, ideolojik saplantıları gibi pek çok açıdan güvenilen biri olması, bulunabilecek kriterlerdir. En önemlisi de,insanın iman etme zorunda olduğu peygamber kelamını taşıyacak nitelikte olması kaçınılmazdır.Buna rağmen yine de onun insan olduğu, çıkarlarına uygun düşen yanlışlıklar yapabileceği; bilinçli olarak yanlışlık yapmasa bile insan olmanın gereği hata edebileceği yine de akılda tutulur. Bu durumda aynı sözün diğer insanlar tarafından nasıl rivâyet edildiği, ona benzer ve aksi manadaki rivâyetler, diğer sahih rivayetler ve en önemlisi de Kur’ân-ı Kerîm ışığında bir kanaat elde edilmeye çalışılır. Ama yine de bu kanâatin kişisel olduğu inkâr edilemez bir gerçektir.Hadîsçilerin bunca ihtimâm ve gayretle naklettikleri rivâyetleri dikkate almamak eğer bilimsel bir ilke ise, milattan önceki dönemlerden beri nakledilen tarih, felsefe vb. alanlardaki bilgilere nasıl “bilimsel” değerler gözüyle bakılabilir? Hadîs rivâyetlerinin yanında
bunlar tamamen efsane mesabesinde kabul edilmelidir. “Öbürü bilimseldir, ama bu değildir” demek ise, çifte standarttır, ciddiye alınmaya bile değmeyen ideolojik bir bağnazlıktır.
Yeni bir metoda, önyargı ile karşı çıkmak elbette doğru olmaz, ama bu konu yıllardır ülkemizde tartışıldığı halde “yeni metot” olarak ortada bir şeyin olmaması da dikkat çekicidir.
Tekrar etmek gerekirse, hadîs rivayetinde amaç, Hz. Peygamber in ne söylediğini tespite çalışmaktır; asla O’na kendi istediğimizi söyletmek değildir! Mutlak anlamda “tenkit metodolojisi” diye bir metot da olmaz. Eğer olursa, o zaman bütün bilimler için de düşünülmelidir. O zaman da insanın haklı veya haksız tenkit edemeyeceği hiçbir şey kalmaz.
4-Fıkhı mezhepleri, nassları doğru anlamak ve onların ışığında yaşanan hayatın problemlerine çözümler üretmek gayretinin semeresi olarak görmek gerekir. Bilindiği üzere mezhepler, sadece sünnet merkezli olarak ortaya çıkan farklı anlayışlar manzûmesi değildir, aynı zamanda Kur’ân merkezli olarak da farklılıklar görülmektedir.
Fıkhı literatüre baktığımızda mezheplerin Kurân’dan daha çok sünnet malzemesini kullandıktan inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımıza çıkar. Müslümanların pratik hayatlarında da sünnet kendisini daha çok göstermektedir. Bu durumda mezheplerin sünnet karşıtı oldukları sonucuna nasıl varılır? Mezhep imamlarının, Hz. Peygamberin sahîh sünneti karşısındaki tutumlarını bilenlerin böyle bir neticeye var- maları mümkün değildir.
Hadîsleri değerlendirme faaliyetinin izafi olduğu, dolayısıyla birinin sahîh gördüğü bir rivâyeti, başka birinin zayıf görebileceği bilinen bir husustur. Aynı konuda görülen iki sahîh rivâyetten birinin esahh (daha sahih) kabul edilmesi de bir usûl ölçüsüdür. Burada esahh olan alınmakta, diğeri ise ihmâl edilmekte, ama asla reddedilmemektedir. Bu iki rivâyetten herhangi birini uygulamakta dinen bir sakınca olmayabilir. Bu farklılığın cevaza işaret ettiği, insanlara bir genişlik ve rahatlık sağladığı düşünülebilir. Burada amaç, sıradan insanların zihinlerinde fazla bir karışıklığa yol açmadan dinen caiz olanın öne çıkarılmasıdır. Bu anlayış da, tamamen çözüm üretme ve insanların işlerini kolaylaştırma düşüncesinden kaynaklanmaktadır.
Mezheplerin içtihatlarının nass mesabesinde olmadığını söylemeye bile gerek yoktur. Burada İmâm Mâlikin Halife Harun Reşid in kendisine yapmış olduğu bir teklife verdiği cevabı hatırlatmak uygun olur. İmâm Mâlik Muvatta adlı eserini yazınca, Halife bu eseri pek beğenmiş ve onu İslâm ülkesinde bir yasa kitabı haline getirmek istemişti. Bu arzusunu da imâm Mâlik’e söylemişti. Bir fâni için son derece büyük bir onur olan böyle bir teklife, büyük İmâm’ın verdiği cevap, en az kendisi kadar büyüktür:
“Bu, benim aklımın erdikleridir. Benden başkaları bundan daha farklı ve daha güzel içtihatlar üretebilirler. İnsanları sadece benim içtihatlarıma mahkûm etmek doğru değildir. Dolayısıyla böyle bir teklifi kabul edemem.”
Burada İmâm Şâfiîden gelen bir rivâyeti de kaydedelim: Biri İmam Şâfiye bir soru sorar. O da “bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurdu” der. Adam, “ben senin ne düşündüğünü öğrenmek istiyorum” deyince, büyük İmâm’ın rengi değişir, titremeye başlar ve şu tarihi cevabı verir:
“Allah Rasûlü’nün hüküm vermiş olduğu bir konuda ben farklı düşünecek olsam, hangi gök beni altında barındırır ve hangi yer beni üstünde taşır?”
Mezhep imamlarının da sünneti ihmâl ettikleri iddiası, zannederim sünnetin ihmâl edilebileceği düşüncesine aranan yapay bir dayanaktır.
5-Bütün hadislerin itikadî sahada aynı derecede bağlayıcı olduğunu söylemek elbette mümkün değildir. Bu mesele, hakkında uzun ve detaylı çalışmalar yapılması gereken bir konudur. Esasen bu söylediğimiz, buradaki soruların hepsi için söz konusudur. Ancak kısa bir soruşturma çerçevesinde söylenebilmesi mümkün olanlarla yetinmek zarureti, meselenin detaylı şekilde ele alınmasını mümkün kılmamaktadır.
İtikadi konularda delil olabilecek rivâyetlerin, diğer alanlardaki rivâyetlerden çok daha güçlü ve sağlam olması gerektiği temel ilkedir. Ancak bu temel ilkeye rağmen mütevatir hadîs sayısının son derece az olduğu, dolayısıyla bütün itikadî konularda delil olabilecek miktarda mütevatir hadîs bulunmadığı da herkesin bildiği bir gerçektir. Bu itibarla ulemanın önemli bir kesimi âhâd rivâyetleri de itikadî konularda delil olarak kullanmaktadırlar. Bu rivâyetlerin içeriklerinin, Kur’ân ile uyum içinde olması gerektiği de kaydedilmelidir.
Her ne kadar itikadî konularda haber-i vâhidlerin delil kabul edilmemesi gerektiği genel bir ilke ise de, bazı itikadî hususların Peygamberimizin sözleriyle sabit olduğu da bir gerçektir.Dolayısıyla bu konuda teori ile pratik her zaman uyuşmamaktadır.Ahad rivayetlerin itikadda delil olmayacağı genel kanaatinin yanında,Ebul Hasan el Eşari,Ahmed b.Hanbel,İbn Hazm,İbn Teymiyye,İbn Kayyum el Cezviyye gibi alimler aksi görüşü savunurlar.
İtikadla ilgili hususların büyük çoğunluğunun,akıl ve tecrübe alanının dışında kalan pratik hayatla alakası olmayan ve daha çok gayb ile, gelecekle ve âhiret hayatı ile İlgili meseleler olduğunu belirtmek gerekir.
6- Şüphesiz İslâm’ın temel amaçlarından biri de, eski (cahiliye) ile bağını koparmış yepyeni bir “kimlik” oluşturmaktır, Her şeyiyle mevcutlardan farklı bir kişilik yapısı vücuda getirmektir. Bu yapıda insan inancı, ibadeti, konuşması, şakası, yürümesi, yemesi, giyinmesi, oturup kalkması, hâsılı her şeyiyle hemcinslerinden farklı bir kimlik sergiler. İslâm’ın geldiği dönemde yeryüzünde varlığını sürdüren iki semavî dinin mensuplarından farklı bir kimlik sergilemelerini Müslümanlara tavsiye eden Kur’ân, bu anlayışın temelini oluşturur. Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’i bütün Müslümanlara “örnek” göstermesi ve O’na uymalarını emretmesi de bunu te’yîd eder.
Hz. Peygamber’in uygulamalarına ve tavsiyelerine baktığımızda, O’nun da her açıdan farklı bir insan tipi vücuda getirmeyi amaçladığını görürüz. Hadîslerde mü’min, münafık, müşrik ve ehl-i kitap ayırımını her vesile ile görmek mümkündür. Bu ayırım sadece inanç bağlamında değil, İnsanî ilişkiler, davranışlar, günlük yaşam tarzı gibi tamamen dünyevî hayatla alakalı hususlarda görülmektedir. Pek çok hadîste de Müslümanların, o zümrelere muhalefet etmeleri, onlardan farklı bir tutum içinde olmaları emredilmektedir.
İnsan’ın giyim-kuşamına,saç-sakal şekline,oturup kalkmasına,yemesi-içmesine,tuvalaete girip çıkmasına,taharetlenmesine,elini yüzünü yıkamasına,tebessümüne,kahkahasına, selamlaşmasına ve tokalaşmasına varıncaya kadar detaya müteallik pek çok konuda Hz. Peygamber’in yönlendirici müdahaleleri bulunmaktadır. Buradaki temel gerekçenin, farklı bir Müslüman kimliğini oluşturmak olduğu şüphe götürmez. Değer yargıları, mantalitesi ve davranışlarıyla farklı bir kimlik… Bunun için de en basit konularda bile nasıl hareket edilmesi gerektiği konusunda “ehl-i kitaba… müşriklere muhalefet ediniz…” buyurur. Bu konuda Selmân et-Fârisiden gelen bir rivâyet câlib-i dikkattir.
Rivâyete göre müşriklerden biri Selmân-ı Fârisî’ye, alaylı bir tavırla şöyle der;
Bakıyorum da dostunuz size her şeyi öğretmeye çalışıyor; hatta helaya bile nasıl gireceğinizi, nasıl oturacağınızı ve nasıl çıkacağınızı öğretmeye kalkıyor!…”
Onun bu sözden maksadı, Peygamber sizi adam yerine koymuyor, en basit konularda bile size müdahale ediyor, size çocuk muamelesi yapıyor diyerek onu tahrik etmekti. Ama Selmân, büyük bir gururla ona;
“- Evet, O bize her şeyi öğretiyor” diyor ve ardından tuvalet âdâbı ile ilgili hadîsleri sıralıyor.
Burada Selmân, Allah’ın elçisi olan biri tarafından yönetildiğinin farkındadır. O’nun da Cebrâîl tarafından yönetildiğini, Cebrail’in de Yüce Allah’ın buyruğuna göre hareket ettiğini düşünmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’den öğrenmiş olduğu günlük hayatla ilgili uygulamaların, tutum ve davranışların, Allah’ın muradına uygun olan şeyler olduğuna inanmaktadır. Yani o, Hz. Peygamber’in verdiği çizelgeye göre kendine şekil vermekte ve bunun da Yüce Allah’ın tayin ettiği çizelge ile örtüştüğünü düşünmekte, bundan dolayı da haklı bir gurur duymaktadır. Hiç şüphe yok ki bu çizelge, her şeyiyle kendine özgü bir şekli yansıtmaktadır.
Burada şunu da hatırlatmak gerekir: Kimlik, insanın kendine özgü değerler manzumesidir ve bir şahsiyet göstergesidir. Ancak kendi değerlerine güvenmeyen ve şahsiyet problemi yaşayan insanlar, başka kimlik ararlar. Başka kimlikler peşinden koşunca da kendisi olmaktan çıkarlar. Müslüman ise, mutlak doğruyu ve mutlak güzeli temsil eden Yüce Allah’tan gelen değerlere sahip olan insandır. Bu kimlik değerlerinin insan çapında cisimleşmiş örneği de Hz. Muham- med’dir. Çünkü O, her şeyiyle bütün insanlara Allah tarafından örnek gösterilmektedir. Bu örneklik umdeleri de O’nun sünnetinde yatmaktadır. Bunları benimsemek de Hz. Peygamber’in, dolayısıyla Yüce Allah’ın rızasını aramaktır.
Prof.Dr.Kemal Sandıkçı
Rihle Dergisi,Sünnet Sayısı
0 Yorumlar