Osmanlı Tarihinde Kaynak Tahlili

aztek-ispanyol-800x450-1-300x169 Osmanlı Tarihinde Kaynak Tahlili

Geçmiş asırlara ait hayat tarzı ile olaylar hakkındaki bil­gi ve haberler eskiden beri insanları ilgilendirir olmuştur. Zira bunlar, bazen bilgi ve tecrübe kazandırıyor, bazen ibret alma vâsıtası oluyor, bazen dinlendiriyor ve hatta bazen de gürlüyordu. İnsanlar, fikrî gelişmelerini ilerlettikten sonra geçmişteki olayları ve yaşayış tarzını öğrenme arzusuna düş­tüler. Böylece belli bir medenî seviyeyi aşmış olanlar, bunla­rı öğrenmek, eski hayat ve yaşayış tarzı üzerinde bilgi sahibi olduktan sonra bunları birbirlerine anlatmak sûretiyle gele­cek hakkındaki tutumlarını düzenleme ihtiyacım hissettiler. Çünkü tarih, zihnî melekeleri harekete getiren bir güç mer­kezi olarak (felsefe dâhil), beşerî ve tabiî hâdiselerin sonuçla­rına dayanmak sûretiyle manevî alışkanlıkları rehber alan dü­zenleyici bir ilim dalıdır. Tarihini bilmeyen millet hafızasını kaybetmiş insan gibidir. Eski bir Romalı fikir adamının dedi­ği gibi, “Mâzisinden habersiz topluluğun çocuktan farkı yoktur. Zira her ikisinin de “dün”ü mevcut değildir.” Bu bakımdan bazı tarihçiler ile kültür tarihçileri, tarihi ve mâzisi olmayan toplu­lukları “millet” olarak kabul etmezler.

İnsanın, fikrî gelişmesini sağlama bakımından tarihin en önemli ilimlerden biri olduğu bilinmektedir. Tarih ilminin kapsamına girmeyen veya bu ilmin temas etmediği hiçbir ilim ve sanat dalı hemen hemen yok gibidir. Tıp, askeriye, ziraat, ekonomi, ticaret vs. gibi her ilmin kendine göre bir tarihi vardır. Bunların tarihleri iyice bilinmeden o branşların ortaya çıkışları, merhaleleri ve bunlara bağlı olarak bulundukları ge­lişmişlik düzeyi anlaşılamaz. Ahmed Saib’in dediği gibi “ta­rihe kesb-i vukuf etmek, evlad-ı vatan için de pek mühim bir meseledir. Bunu bilmeyenler, devlet, medeniyet, terakki ve tedenni kelimelerinin mânâ-yi hakikisine kesb-i vukuf, kendi vatanlarının dûçar olduğu ahval-ı müessifeyi, bunun esbab-ı mûcibesini, fenalığın mebdei ve menşeinin nerede olduğu­nu bilmezler. Bu ciheti layık-ı vechiyle takdir ve tayin ede­mezler. Münakaşât ve mülahazatta yanlış fikre zâhib olurlar. Muhakemât-ı fıkriyeleri hakikata müstenid olamaz.”[1]

İnsan hayatında, bildiklerinin ve eski tecrübelerinin önemli bir yeri olduğu inkâr edilemez. Gerek bilgi ve gerekse tecrübe, ya olayın içinde yaşamak veya öğrenmek sûretiyle elde edilebilir. İnsan ömrünün sınırlı oluşu, ona her şeyi tec­rübe etme veya bizzat içinde yaşama imkânı vermemektedir. Bu bakımdan, geçmişe ait bilgileri iyi bilenler, onun olayla­rından ders alanlar, çok zengin bir tecrübe hâzinesine sahip olurlar. Zira tarihi, “İçtimaî bünyenin âzası olmak itibariyle insanlığı fikir ve fiillerinin inkişafını takip eden bilgi”[2]  diye tarif etmek de mümkündür. Keza Kalkaşandî (öl. 821/1418) de tarihi, sahih bulunmayan uçsuz bucaksız bir denize benze­terek, onu tanıyan insanları bu denizin çeşitli nimetlerinden istifade eden kimseler olarak görür?[3]

İnsanların geçmiş ile ilgili bilgilere düşkünlüğü, yüzyıllar geçtikçe artmış, bunları bilenler, toplumda değer kazanmış ve hatta medenî milletlerin çoğunda devletin en yüksek yö­neticisi (hükümdar) yanında danışmanlık gibi mühim bir mevki almışlardır. Bundan başka birçok devlette, olayların unutulmadan tesbiti ve geleceğe bir tarih metni bırakılma­sı düşüncesi de hâkim olarak, devlet teşkilâtı içinde ayrı bir resmî memurluk (vak anüvislik) da kurulmuştur.

İnsanlığın geçmişine ait bilgiler, fikrî yapı bakımından onun gelişmesini sağlar. Ayrıca bu, kendisine geniş bir dünya görüşü kazandırır. Bunun içindir ki en eski ders konularından biri, tarih olmuştur. Her devir ve devlette bunu görmek müm­kündür. Sosyal ilimler arasında üzerinde en çok düşünülmüş bir dal olan tarihin doğru tesbiti için metod meselesi üzerinde de bir hayli durulmuştur. Bu ilim alanına ait araştırma ve ince­leme usûlü, birçok tecrübeden faydalanılarak gittikçe gelişti­rilmiş ve XIX. asrın sonlarında olgun bir şekle bürünmüştür. Bütün bunlar, doğru bir tesbit ve bilgiye ulaşmak içindir.

Doğru tarih bilgisi diyoruz, çünkü hiç bir hâkim, tarihçi kadar uçsuz bucaksız alanlarda hükmedip karar vermez. Ger­çekten tarihçi, geçmişin muhasebe ve muhakemesini yapmak­ta, hâdiseler, şahıslar ve milletler hakkında hüküm vermekte­dir. Binaenaleyh o, hükümleri ile bazen topyekûn bir toplumu mahkûm etmekte, bazen de şan ve şerefe boğmaktadır. Hal­buki geçmişteki tarihî hâdiseler, cereyan ettikleri şekilde kalır ve değişmezler. Aynı şekilde o olayları meydana getiren kişi ve topluluklar da değişmezler. Bununla beraber değer hükümleri, tarihçiden tarihçiye bazen hayret uyandıracak derecede farklı­lıklar gösterir. Tarihçiler, bazen sahip oldukları değer yargıları ile mensubu bulundukları topluluk, din veya mezhebin doğru kabul ettikleri bilgiyi tarihe dayatabilirler. Hele tarihçi ele al­dığı şahsiyet veya topluluklardan birini ötekine tercih’ ediyor veya birinin haklılığını isbatlamaya çalışıyorsa o zaman bizzat tarih ilmine de ihanet etmiş oluyor demektir. Bunun için

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapa­na sâdık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” denilmiştir. Gerçekten, kaynakların verdiği bilgi ve verileri bir tarafa bırakıp çeşitli sebeplere bağlı olarak indi mütalaasını tarihi hakikatmiş gibi ortaya koyan tarihçi, gerçe­ğe ve milletine olduğu kadar insanlığa da ihanet etmiş olur.

Tarihî bir konuda araştırma yapmak ve o konuda insan­ları bilgilendirmek isteyen kişi, olayları olduğu gibi verme­lidir. Şayet onların muhasebe ve muhakemesini yapacaksa o zaman mümkün mertebe olayların geçtiği günün bütün problemlerini, dünyanın o çağdaki bütün akım ve eğilimleri­ni bilmek zorundadır. Hatta tabir caizse ele alman olayların kahramanları ile haşir neşir olmalıdır. Aksi takdirde yanlış hüküm vermiş olur. Sözgelimi Osmanlı döneminin ilk tarihi eserlerine bakıldığı zaman burada: “…Pâdişah-ı rûy-i zemin şu kadar leşker-i azîm ile küffar üzerine vardı ve şu kadar ke­fereyi hâk ile yeksân eyledi” gibi ifadeler görülür. O döne­min düşünce, akım ve toplum yapısını bilmeyen bir kimse, bu ifadelere bakıp, “Osmanlı’nın sanki başka bir işi yokmuş gibi, sadece öldürdüğü düşman sayısı ile iftihar ediyor.

Bu, insanlık dışı bir anlayıştır” diyebilir. Ama aynı zat, o dönem­de, Osmanlı’nın kendisi ile savaştığı ülke veya ülkelerin ta­rihçilerine bakarsa, o zaman onların tarihçilerinin de ben­zer ifadeler kullandıklarını görür. Zira bu, o dönemin bütün toplumlarında bulunan genel bir anlayıştır. Hatta bu inanç ve anlayışı daha gerilere, başka bir ifade ile Orta Asya, yani İslâm öncesi Türk dünyasına götürdüğümüz zaman orada mezarların başına dikilmiş ve adına “balbal” denilen küçük heykelcikler görürüz. Bir görüşe göre balballar, o mezarda yatan kişinin, hayatta iken öldürdüğü düşman askerlerinin heykelleridir. Demek ki öbür dünyada bu askerler, mezarda yatan kişiye hizmet etmekle yükümlüdürler. O dönemde de böyle bir anlayış vardır. Bu bakımdan meseleye o günün an­layışı ile bakmak gerekir. Aksi takdirde yanlış bir değerlen­dirme yapılmış olur. Zira günümüz anlayışına göre savaşsan bile bunun barış için olduğunu ve mümkün mertebe az bir zayiatla işin başarıldığını anlatma anlayışı hâkimdir.

Tarih veya müesseselerle uğraşmak veya bunlar hakkında bilgi sahibi olmak isteyen kimselerin dikkat etmesi gereken bir noktaya daha burada temas etmek istiyorum. Osmanlı Devletindeki bir olay veya müesseseyi anlatmaya çalışıyor­sak, olayı ve müesseseyi o dönemin devletlerindeki benzer olaylar ve müesseseleri ile karşılaştırmak zorundayız. Bina­enaleyh, tarihî bir olay veya akımı günümüzün teknik imkân ve şartlarıyla mukayese etmeye çalışmak, bizi yanlış bir de­ğerlendirme ile karşı karşıya getirir. Nitekim Osmanlı döne­mi tıp ilminde kullanılan tıbbî aletler ile hastahâneleri, günü­müzdeki tıbbî aletler ve modern hastahâneler ile mukayese etmek, bizi gerçeğe götürmez. Ama o dönemin diğer devlet­lerinde bulunan hastahâneler ile yapılacak bir mukayese, bize doğruya yakın bir bilgi verir. Doğruya yakın diyoruz, çünkü her toplumun kendine göre bir değer yargısı ve anlayışı bu­lunur. Bu da toplumlarda o probleme farklı bir bakış getiril­mesini doğurur. Keza, bir toplum ve kültürdeki terminolojiyi başka toplum ve kültürlerdeki terminolojilerle açıklamaya kalkmak da bizi yanıltabilir. Zira bir toplumda yerleşmiş ve kökleri uzun asırlar ötesine dayanan bir ıstılahı, başka top­lumlarda bulamayabiliriz. Bunu, yakın bir deyim veya benzer bir uygulama ile mukayese etmemek gerekir.

Tarihçi, olayları ortaya koyarken de bazı hususlara dikkat etmek zorundadır. Şafiî fakihlerinden Tacü’d-din Ebû Nasr Abdülvahhab b. Takıyüddin es-Sübkî ( öl. 1370), Şafiî fakih- lerinin hal tercümelerine ait yazdığı eserlerine “Tarihçiler İçin Kaide “ diye bir fasıl ilave etmiştir. Buna göre tarihçi:

1.Bitaraf (tarafsız) ve sözünde doğru olmalıdır.

2.Başkasından bir şey naklederken harfiyen nakletmeli- dir. Rivayetlerin mânâsım alıp bunları beğendiği ibârelerle yazmamalıdır.

3.Başkasından olan rivayetleri naklederken bunların doğ­ru veya yalan olduğunu müzakere etmeli (yani bir tenkide tabi tutmalıdır).

4.Haber ve rivayeti kimden nakletmişse onun ismini vermelidir.4

Bugünü anlamak ve geleceğe hazırlanabilmek için sağlam ve doğru bir tarih bilgisine olan ihtiyaç bilinmektedir. Bugün “Gelişmiş Ülke” diye anılan ve sayıları yirmi-yirmibeşi geçme­yen devletlerde tarih ilmi ile meşgul olma son derece gelişme göstermektedir. Bu milletler, tarihlerini en ince teferruatla­rına varıncaya kadar incelemiş ve bütün tarih kaynaklarını yayınlamışlardır. Öyle ki, halk için bile ilmi kaynakların bas­kılarını yapmışlardır.

Burada şuna da işaret edelim ki, doğru bir tarihî bilgiye ulaşmak için pek çok metod araştırılmıştır. Nihayet XIX. as­rın sonlarına doğru tarih araştırmaları için başvurulması ge­reken usûlün kemal mertebesine ulaştığı söylenebilir. Oku­duğumuz bir tarih kitabında geçmiş olaylar ve yaşayış tarzı ile ilgili anlatılanlar, tarih ilminin kendine has metodu ile araştı­rılıp yazılmamış ise, bunlara tarihî masal, roman veya destan dememiz gerekir. Binaenaleyh bunları ciddî tarihî eserler ara­sında saymamız mümkün değildir.

Müslüman bir topluma istinad eden bünyesi ile Osmanlı Devleti’nin medeniyet ve müesseseleri tarihini, İslâm mede­niyet ve müesseseleri tarihinden ayrı ve tamamen müstakil olarak düşünemeyiz. Müslüman devletlerin hayatiyet sır­larından birini teşkil eden müesseseler, devlet ve toplum- ların tarih sahnesindeki kuruluş, gelişme, aldıkları şekil ve geçirdikleri merhaleleri gözler önüne seren canlı örneklerin yekûnudurlar. Bunlar sâyesinde, kuruluştan günümüze ka­dar olan Müslüman toplumların geçmişteki kendilerine has yaşayışlarını, dinî telakkilerini, geleneklerini, dil, edebiyat ve güzel sanatlar alanındaki faaliyetlerini; fikir, felsefe ve ilim hareketlerini; devleti yönetme biçimini ve teşkilâtını araştı­rıp öğrenme imkânına kavuşabiliriz.

Osmanlı tarih ve müesseselerini inceleyip gün ışığına çı­karmak ve gereği gibi bir değerlendirmeye tabi tutmak için, büyük bir gayret sarf etmek icap eder. Bir milletin tarih veya müesseselerini öğrenmek istediğimiz zaman o sahada ihtisas sahibi olmuş kimselerin yazdıklarına müracaat ederiz. Peki ama bunlar, bu eserleri nasıl yazıp meydana getirmişlerdir? Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, asıl kaynaklara ulaş­maları ve o konuda yazılmış bütün eserleri araştırmaları ne derece mümkün olmuştur? Şu halde tarihî olay, medeniyet veya müessese tarihini bize anlatan eserleri iki grupta topla­mak gerekiyor. Bunlar, Kaynaklar ve Araştırmalardır.

Konunun daha iyi ve rahat anlaşılabilmesi için, bu iki teri­mi tarif etmek sûretiyle biraz açmamız gerekiyor.

Kaynaklar: Tarihî olay ve medeniyet hareketinin geçti­ği ülkede veya komşularında, hareketin yaşandığı yıllarda o olay veya müessese ile ilgili olarak ortaya konmuş bulunan bütün eserlerdir. Başka bir ifade ile eski olay, yaşayış tarzı veya medenî hareket ile müessesenin içinden çıkmış eserler­dir. Bunlar, şimdi ya toprak altında kalmış, ya müzelerde top­lanmış veya kitaplıklar ile arşivlerde saklanmaktadırlar.

Araştırmalar: Yeni eserlerdir. Kaynakların her türüne dayanarak ilim usûlü ile araştırılıp incelenmek sûretiyle ka­leme alınmışlardır. îlim adamının, kendi ihtisas sahasında hazırladığı İlmî eserlerdir.

Bilindiği gibi her bilim dalının kendisi ile ilgili temel kay­nakları bulunur. Bir bilim disiplininin herhangi bir dalında (branch) araştırma yapmak isteyen kimse, o bilim dalının te­mel kaynaklarına müracaat etmek zorundadır. Bu temel kay­naklara müracaat edilmeden yapılan bir çalışmada sağlam bir değerlendirme yapılamaz. Zira her kaynağın kendine göre bir özelliği bulunur. Bu özellik, bazen fark edilemeyecek derecede küçük bir ayrıntıda bulunabilir. Bunun için araştırıcı, kaynak­ları görüp rahat bir şekilde okuyup anladıktan ve diğer kaynak­larla mukayese yaptıktan sonra hüküm verebilir. Bu bakımdan araştırıcı, kaynaklar arasındaki farklı verileri çeşitli metotlarla karşılaştırıp doğruyu bulma yeteneğine de sahip olmalıdır. Bu yönleri ile kaynaklar taranmadan yapılan bir araştırma, doğru bile olsa en azından eksik kalır. Binaenaleyh, Osmanlı tarihi, medeniyeti, müesseseleri veya o dönemde yaşamış herhangi bir kişi hakkında araştırma yapacak olan kimsenin her şey­den önce Osmanlının bizzat kendi kaynaklarına müracaatı gerekir.

İnceleyin:  Türk Tarihinin ‘Zenbereğ’i

Keza İslâmî bilginin alt yapısına da sahip olması icap eder. Zira daha önce de temas edildiği gibi Osmanh Devleti, Müslüman bir bünyeye sahipti. Bu devletin toplum hayatında da İslâmî emir ve yasakların büyük ölçüde rol oynadığı bilin­mektedir. Bu prensiplere riayet edilmez veya işin içine siyaset karıştırılarak yapılan bir araştırma, bizi doğru ve gerçeğe ulaş­tırmaktan çok uzak kalır. Nitekim yakın tarihimizdeki birçok olayın, bunlara karışan veya etkin olanlarca bize farklı şekiller­de sunulduğu ve bu yüzden de yanlış bazı değerlendirmelere gidildiği bilinmektedir. Hatta bu sebeple, bazılarının, siyasî se­bep veya zamanlarında anlaşılamamalarından dolayı yerildik- lerine şahid olunmaktadır. Tarihimizde siyasî anlayışlardan dolayı haksızlığa uğrayanların sayısı küçümsenmeyecek kadar çoktur. Yine tarihimizde, bazı kimselerin hayatta iken küçüm­senmece birlikte ağır itham ve cezalara çarptırıldıkları da görülmüştür. Böyle bir gerekçe ile haksızlığa uğrayanlar için sonradan yapılmak istenen tamirlerin ise insanlara hayatlarını iade edemediği de, hemen herkesin hafızasında canlı birer ör­nek olarak bulunmaktadır. Bu neviden canlı örneklerden biri, tarihimizde başlangıçta “İntihar etti” denilen Osmanlı Sultanı Abdülaziz Han’dır. Bu konuda pek çok tarihçi, sonradan mut­tali olduğu delil ve bunlara dayanarak vardığı sonucu farklı bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim hem bu mevzuda, hem de Türkiye’deki tarihçilik anlayışı hakkında öztuna de­taylı bilgiler verdikten sonra şunları söylemektedir:

“Türkiye’de, son devrin tarafsız tarihçiliğini yapmak kolay değildir. Bazı konular “tabu” sayılmaktadır. Son yıllara kadar II. Abdülhamid’in lehinde bulunmak, bu tabulara dâhildi. İktidardaki fikirlere çarpacağından korkan tarihçi veya ale­lade yazarlar, II. Abdülhamid’i dolambaçlı şekilde olsa da öğrenmekten korkarlar. Yalan olduğunu yüzde yüz bildikle­ri şeyleri gerçek gibi ileri sürmekte bir mahzur görmezler­di. İşte Sultan Aziz’in ölümü meselesi bu çerçeve içinde ele alınmıştır. II. Abdülhamid, Sultan Aziz’in öldürüldüğü fik­rinde olduğu, bu fikirle Yıldız Mahkemesinde birçok karar alındığı için, yazarlarımız, İttihatçılar’ın tezini, yani intiha­rı savunmuşlardır. Hâlbuki İttihatçılar, tarihçi değil, siyasî şahsiyetlerdir. Tarafsız ve olaylara tamamen nüfuz etmiş bir tarihçi için, Sultan Aziz’in intihar ettiği tezini ciddi şekilde savunmak, imkânsız değilse bile, pek çok müşkildir. Çünkü katli gösteren deliller, intihara işaret edenlere nazaran, kah­redici (daha çok ve sağlam) kuvvettedir. Ancak bugün dahi, eski bir alışkanlıkla, Mithat Paşa aleyhinde bulunmak korku­sundan, Sultan Aziz’in intiharını savunan tarihçilere rastlanı­yor. Bir kısmı da eskiden beri ileri sürdüklerini geri almamak için böyle davranıyorlar. Birkaç yıl önce bir tarihçimiz, bir sohbet sırasında bize, Sultan Aziz’in katline kani olduğunu söylemişti. Hâlbuki bu zat, bütün yazılarında, intihar fikrini savunmuştur. Görüldüğü gibi Türkiye’de İlmî ortam, siyasî düşüncelerin en şiddetli etkisi altındadır. Bununla beraber Abdurrahman Şeref, İbnülemin Mahmud Kemâl ve İsmail Hami Danişmend gibi o devri çok iyi inceleyen tarihçiler, eskiden beri katil (cinayet) fikrini savunmuşlardır. Esasen bu mevzuu en iyi inceleyenler de bu ve benzeri tarihçilerdir. İntihar fikrini savunanlar, mevzuu bütün genişliğiyle ince­lemeye asla cesaret edememişler ve bazı gerçekleri bilhassa unutmaya ve unutturmaya gayret göstermişlerdir”[5]

Osmanlı döneminin, tarih, medeniyet veya müesseseleri üzerinde çalışmak isteyen bir kimsenin, her şeyden önce o dönemde kullanılan alfabeyi bilmesi gerekir. Böyle bir ifade kullanıyoruz çünkü günümüzde pek çok kişi, bu alfabe ve hele arşiv belgelerinin dilini anlamadan tarih yazmaya kal­kışıyor. Belli bir gaye ve ideolojiye göre yazılan bu neviden eserler, bazı kesimler yanında revaç bulmaktadır. Aslında bu neviden eserlere bir anlamda tarihî roman demek gerekir. Osmanlı alfabesi sayesinde, Osmanlı döneminden kalma yazma veya matbu eserler okunup anlaşılabilir. İş bununla da bitmiyor, zira Osmanlı dönemi demek, bir anlamda arşiv belgeleri demektir. Devlet kayıt ve yazışmaları dediğimiz bu belgeler, hemen her sahada bilgi edinmemize yardımcı olur­lar. İşte bunun için arşiv belgelerine dayanmayan bir Osmanlı çalışması da eksik olmakla karşı karşıyadır. Bununla beraber Osmanlı araştırmaları, sadece arşiv belgelerine değil, daha başka kaynaklara da muhtaçtırlar. Bu kaynaklardan bazıları­nın isimleri şöyledir: Devlet Kayıt ve Yazışmaları (Arşiv bel­geleri), Kanunnâmeler, Şer’iyye Sicilleri, Vakfiyeler, Tarihler, Vekayinâmeler, Salnameler, Siyâsetnâmeler, Tereke Defterleri, Tahrir Defterleri, Seyahatnameler, Tarik Defterleri, Hâtıralar, Kitâbeler. Teşrifatnâmler, Tabakat ve Biyografi Kitapları.

Bazı araştırıcılar, eski tarihçilerimizden bir kısmını bütün bu temel kaynaklara inmedikleri için tenkid ederler. Nite­kim Mükrimin Halil Yinanç’ın bu konuda ileri sürdüğü gö­rüşü olduğu gibi kabul etmezsek dahi bazı gerçekleri de ka­bul etmek zorundayız. O, bu konuda şunları söylemektedir: “Naklî veya tasvirî tarihçilikten ileri geçemeyen eski müel­liflerimiz, yazdıkları devrin veya mevzuun bütün menbala- rını toplamak ve bunları tenkit ve mukayeseye tabi tutmak ve bu suretle hakikati bütün vuzûh ve tafsilatıyla meydana çıkarmak hususunda da tekâsül (tembellik) göstermişler­dir. Tarihin en esaslı menbaları olan kitâbeleri, sikkeleri, evrak ve muharrerât-ı resmiyeyi, hüccet ve sicilleri tedkik etme zahmetine girmedikten maada, yazdıkları devirlerin vekayinâme halinde bulunan bütün mehazlarını bile tedkik etme külfetine katlanmamışlardı. Bu noktadan tarihçiliği­miz Arap tarihçiliğine nazaran oldukça geridir. Fakat bütün kusurlarına rağmen İran tarihçiliğine fâiktir (üstündür).”[6]

Biraz önce işaret edildiği gibi, eksik kaynaklara müracaat sûretiyle meydana getirilen eserleri tenkid eden müellifimiz, hem yerli, hem de yabancı kaynakların kullanılmasının öne­mine değinir. Böyle bir çalışma ile şöhret kazanmış olan Cev­det Paşa’yı örnek olarak vererek şöyle der: “1774’ten itibaren 1824 senesine kadar imparatorluğumuzun vekayiini (olay­larını) yazmaya memur olan Cevdet Paşa, hiç şüphe yok ki, müverrihlerimizin (tarihçilerimizin) en büyüğüdür. Yazmayı deruhte ettiği devre ait bütün vekayinâmeleri, tercüme-i hal kitaplarını, hâtıradan birer birer gözden geçiren ve o zaman­da yaşayan veya vekayide âmil olan zevata yetişmiş bulunan mevsuk kimselerin rivayetlerini de toplayan ve bununla da iktifa etmeyerek resmî devlet vesikalarını Hazine-i evrakta tetkik ettikten sonra bunları intikat ve telfik sûretiyle büyük vekayinâmesini vücuda getiren bu büyük âlim, aynı zaman­da eserinin medhalinde (girişinde) Türk İmparatorluğunun terakki, tekâmül ve inhitatının sebeplerini de araştırmaya ça­lışmış ve devletimizin istinad ettiği (dayandığı) sınıfları bi­rer birer gözden geçirmiş ve bir nevi terkib-i tarihî yapmıştır.

Cevdet Paşa, eserini selefleri olan vakanüvisler gibi sene sene yazmış olmakla beraber, münasebet düştükçe vekayiin ala­kadar olduğu Avrupa devletlerinin ahvalinden, Avrupa dev­letlerinin birbirleri ile olan münasebetlerinden ve bize karşı takip ettikleri politikadan vuzûh ile bahsederek hâdiselerin iç yüzünü göstermeye çalışmıştır. Garp tarihlerini tedkik ede­rek Cevdet Paşaya muntazam notlar izhar eden zevat arasın­da bilhassa ilk hukuk-ı düvelcilerimizden Ali Şahbaz Efendi merhumu zikretmek icab eder.

Cevdet Paşa, yazdığı tarihin mehaz ve menbalarım (kay­naklarını) ibzal (bol bol) ile toplayıp bunları tenkid ve mu­kayeseye tabi tutmak, zikrettiği vakaların sebeplerini daha evvelki vakalara bağlamak ve husûle getirdikleri neticeleri saymak ve aynı zamanda o devirdeki hey et-i ictimaiyemizin hayat ve zihniyetini canlandırmak hususunda kendine muasır olan Garbını (Batı) büyük müverrihleriyle hem ayardır (aynı değerdedir). Fakat eserini anal tarzında yazması, manevî ve mistik tesirlere inanarak, selefleri olan vakanüvisler gibi, birçok vakayı bu yolda izah etmesi ve eserini sade üslûpla yazmış olmakla beraber yine eski müellifler tarzında kinâyeli ve ta’rizkâr fikirlerle doldurması onu Şark müverrihi olarak bırakmıştır. Müşarünileyhin bütün orijinalitesi de bilhassa buradadır.”[7]

Görüldüğü gibi Mükrimin Halil Yinanç, Cevdet Paşa ve tarihçiliğinden bahsederken, onun kaynaklara nasıl vâkıf bi­risi olduğunu, kaynak araştırması hususunda nasıl bir çaba sarf ettiğini ve doğru bilgiye ulaşmak için nasıl bir gayretin içinde olduğunu göstermektedir. Keza toplum hayatımızdaki sınıflar ve bunların birbirleri ile olan irtibatlarını da gündeme getiren Cevdet Paşanın, tarihî olaylardan dersler alınması ge­rektiğine işaret ettiğine de temas edilmektedir. Müellifimiz, makalesinin devamında diğer tarihçilerimizden de söz et­mektedir. Zaman zaman bunları birbirleri ile mukayese ede­rek, sağlam kaynaklara ulaşanların nasıl büyük bir hizmet fa ettiklerine işaret etmektedir.

Bu çalışmamızda biz, kaynakların tamamını değerlen­dirme imkânına sahip değiliz.[8] Zira böyle bir tahlil, araştır­mamızın sınırlarını bir hayli zorlayacaktır. Bununla beraber bazı olaylardan yola çıkarak en azından bazı kaynakların na­sıl değerlendirilmesi gerektiğini, ilim adamının bu kaynaklar arasındaki farkı nasıl görebileceğini, onları nasıl değerlendir­mesi gerektiğine işaret etmek istiyoruz. Böylece kaynakların hem tahlili, hem de bir anlamda değerlendirilmesi yapılmış olacaktır.

Bilindiği gibi, her kaynağın kendine has bir tahlil ve de­ğerlendirme şekli bulunur. Binaenaleyh her kaynağı, kendi özelliği ve şartları göz önüne alınarak değerlendirmek gere­kir. Biraz önce, Cevdet Paşa ve tarihçiliğinden bahsettiğimiz için konunun sıcaklığına istinaden vekayinâmeler hakkında biraz tahlilî bilgi vermek istiyoruz.

Batı dillerinde kronik (cronique) diye isimlendirilen vekayinâmeler, olayları tarih sırasına göre yazan eserler­dir. Bu eserleri yazanlara “Vekayi’nüvis” veya daha sonraki şekli ile “Vak’a-nüvis” denilmektedir. Bu, Osmanlı merkez teşkilâtında vazifeli devlet tarihçisine verilen bir unvandır. Vak a-nüvisler, kendilerinden önce yazılanları tedvine ve hiz­mette bulundukları zamanın hâdiselerini tahrire memur edi­lerek Osmanlı tarihinin telifine çalışmışlardır. Vaka-nüvis, devletin resmî tarihçisi olduğu için diğer tarihçilerin muttali olamadığı bilgi ve belgelere vâkıf olabiliyordu. Onlar, dönem­lerinin vekayi’ini (olaylarını) zapt ve tahrir ederken gereken malzemeyi devletin imkânlarından istifade ile elde ediyorlar­dı. Vak’a-nüvislerin, İstanbul’a intikal eden devlet vekayi’ini yazmaları yanında dış dünyaya ve özellikle devletin münase­bette bulunduğu Avrupa devletlerine ait haberlere de yer ver­melerinin faydalı olacağı düşüncesiyle her ay Avrupa haber­lerinin devletçe vekayinüvislere verilmesi, arz olunmuştur.[9] Böylece, arşiv belgeleri, antlaşmalar, tayinler ve dış dünya ile ilgili önemli kaynaklara ulaşma, bunlar için daha kolaydı. Bu bakımdan, verdikleri bilgiler, daha bir değer kazanıyordu. Ay­rıca bazı bilgileri de müşahedeye dayanıyordu. Bu da onların eserlerini daha tarafsız ve sıhhatli kılıyordu. Bütün bunlara rağmen, özellikle siyaseti ilgilendiren veya kendilerine yete­rince bilgi verilmemesi yüzünden bazı eksiklikleri de oluyor­du. Bu eksiklikler, vekayinâmelerin en zayif noktaları olarak kabul edilmektedirler. Bu bakımdan, araştırma yapmak iste­yen kişi, vekayinâmelerin bu özelliğini de bilerek ona göre araştırmasını hazırlamak zorundadır.

Bilindiği gibi Osmanlı döneminin herhangi bir branşı ile meşgul olan kimsenin müracaat edeceği kaynakların başın­da, devlet kayıt ve yazışmaları dediğimiz arşiv belgeleri gel­mektedir. Bu belgelere müracaat edilmeden ve bunlar ilim zihniyeti ile tedkik edilmeden sağlıklı bir sonuca varılamaz. Nitekim Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki “Cevdet, Zaptiye ve kısmen Adliye Tasnifindeki defterlere baktığımız zaman, bunların zâbıtayı ilgilendiren pek çok olayla dolu olduklarını görürüz. Binaenaleyh, o dönem hakkında bilgisi bulunma­yan veya sadece bu defterlerle o dönemi tanımak isteyen bir kimse için bu dönem, tamamen meşru olmayan ve kötülük­lerle dolu bir dönem olarak görülür. Hâlbuki Cevdet Tasni­finin Maarif, Maliye, Adliye, Belediye, Evkaf ve Sıhhiye gibi bölümlerindeki belgelere bakılsa ve bunlarla bir karşılaştır­ma yapılsa, durumun hiç de böyle olmadığı görülür. Ayrıca “Zaptiye Defterleri” ismi, bize bu defterlerde sadece zâbıtayı ilgilendiren belgelerin bulunduğunu göstermeye yetmekte­dir. Aynı durum, günümüz için de söz konusudur. Günümüz­de, kalabalık nüfusa sahip bir şehrin adliye sarayına gidip, oradaki kalabalığı gören bir kimse, buradaki kalabalığa bakıp o şehirdeki insanlar hakkında doğru dürüst bir hüküm vere­mez. Aynı şahsın, Cuma günü Cuma Namazı’ndaki cemaate bakıp hüküm veremeyeceği gibi, mahkeme salonlarındaki kalabalıkla da hüküm verilemez. Aynı şekilde tarih araştırma­sı yapan kimse, yukarıda adı geçen defterlere bakıp toplum hakkında genel bir hüküm veremez.

İnceleyin:  Sömürgecilik ve Oryantalizm-2

Arşiv belgeleri ile ilgili üzerinde durmamız gereken nokta­lardan biri de belgenin eksik okunması veya beğenilen yanla­rının alınıp beğenilmeyen taraflarının ise zikredilmemesidir. Nitekim bir zamanlar belli bir düşünce ve akıma mensub ekol mensuplarınca Osmanlı tarihi, kültür ve medeniyeti ile ilgi­li yazılan eserlerde kaynak gösterilen arşiv belgelerinden bir kısmı alınıp, diğer kısmına hiç temas edilmiyordu. Böylece o belgelerdeki ifadeleri gören kimseler, belgenin sadece işaret ettiği o kısmı hakkında bilgi sahibi olabildikleri gibi, düşünce materyallerini de ona göre geliştiriyorlardı. Böyle bir uygula­manın sonucunda da ideolojik tarih anlayışı ortaya çıkıyor­du ki, bu, tamamen tarihî gerçeklere aykırı idi. Aslında böyle bir anlayış ve bundan doğan uygulamayı hemen hemen bü­tün kaynaklar için söylemek mümkündür. Nitekim 1984’te Şam’da katıldığım bir kongrede “Şam’ın, tarihte gördüğü en büyük zulüm, Cemal Paşa zamanında olmuştur” diyen ha­tibe, Osmanlı’nın Şam’ı “Şam-ı Şerif” diye isimlendirmek sûretiyle adeta onu kutsal bir şehir haline getirdiğini, oradaki halka nasıl iyi muamelede bulunduğunu örnekleriyle anlatıp söyledikten sonra sözü Cemal Paşa’ya getirip “vilayet kona­ğını basan, oradaki Müslüman kadın, yaşlı ve çocukları öldü­ren eşkıyaya karşı siz olsaydınız ne yapardınız?” diye sordu­ğumda o zat: “Biz bunları bilmiyorduk. Bizim kitaplarımızda bunlar yok” deyince, kendisine bu konuda bir hayli belge ve yazışmanın olduğundan söz ettim. Bunun üzerine o zat özür dileyerek kendisini bağışlamamı söylemişti.

Osmanlı tarihçiliğinin, İslâm tarihçiliğinin bir devamı mahiyetinde olduğu bilinmektedir. Bu bakımdan Osmanlı tarih yazıcılığının uzun bir geçmişi bulunmaktadır. Bu du­rum, Osmanlı Devleti ilim hayatında tarihçiliğin büyük bir gelişme göstermesine sebep olmuştur. Biz, bu tarihî geçmiş ve gelişmeye temas etmek istemiyoruz. Ancak Osmanlı ta­rihçilerini -döneminde aynı şey bütün dünyada vardır- bir bakıma iki kısma ayırmak mümkündür denebilir. Bunlardan bir kısmı, kitabını yazıp devrin hükümdar veya sadrazam gibi ileri gelen devlet adamlarına takdim eden gruptur. Bu gaye ile eserini kaleme alan tarihçi, eserini takdim ettiği kimsenin durumuna göre bazı konuları (siyaset ve özel hayat gibi) ol­duğundan farklı gösterebilir. Bu konular, daha ziyade eserin kendisine takdim edileceği şahsın hoşuna gidip gitmemesi­ne göre şekil alıyordu. Nitekim 1456-1459 yılları arasında telifedilen “Behcetu t-Tevârih” adlı eseri ele alamı. Sultan II. Murad’ın teveccühünü kazanmış, elçilik yapmış ve ileri yaş­larda Bursa’da vefat etmiş olan Şükrüllah’ın, Farsça umumi tarih olarak hazırladığı eserinin 1407’den sonraki Osmanlı dönemine ait kısmı önemelidir.

Kaynak olarak Ahmedî’yi kullanan müellif, eserine onda mevcut olmayan kronoloji­yi eklemiştir. Eserini önce Mahmud Paşa’ya takdim etmiş, Paşa’nın öldürülmesinden sonra yeni bir tertibe sokmuştur. İlk redaksiyonda Karakoyunlular’la Osmanlılarm akraba ol­duklarını söylerken, İkincisinde bu husustan söz edilmez. Eser, 1530’da Mustafa Farsî tarafından “Mahbûb-ı Kulûbi’l- Arifin” adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bir diğeri de ta­mamen müstakil olarak eserini kaleme alan ve herhangi bir kimseye bunu takdim kaygısı duymayan kimsedir. Bu ikinci gruba giren tarihçi, diğerine göre daha rahat ve hatta daha tarafsızdır. Bununla beraber onun da yazdıklarını bir süz­geçten geçirmek gerekebilir. Zira bu gruptaki tarihçilerin bir kısmı, dönemin devlet adamları veya ilmiye sınıfı ile barışık olmadıkları için bazen olayları daha abartılı bir şekilde göste­rebilirler. Keza birinci gruptaki tarihçinin nail olduğu caize ve imkânları kıskandığı için onun iltifat ettiği kimselerle ilgili bilgide de abartılı davranabilir. Onun için bu gruptaki tarih­çiyi ve çevresinde gelişen olayları iyi bilmek gerekir. Günü­müz araştırıcısı, doğruya ulaşabilmek için bu iki tarihçi gru­bu arasındaki farkı bilmek zorunda olduğu gibi, tarihçilerin biyografilerini de bilmek zorundadır. Bunları bilen araştırıcı, tarihçinin metodunu da kavrayarak ona göre bir değerlendir­me yapmalıdır.

Gerek Osmanlı, gerekse diğer devlet ve toplulukların topyekûn tarihî ve medenî faaliyetlerine ışık tutacak olan kaynaklardan biri de “Hâtıralardır. İlim veya siyaset adam­larının hâtıralarını yazmak sûretiyle ilme ve topluma faydalı oldukları bilinmektedir. Zira başkalarının muttali olamadığı bazı konular, hâtıralar sâyesinde ortaya çıkar. Bu da toplumun o dönemi veya siyasî hareketi hakkında bilgi sahibi olmamı­zı sağlar. Bu bakımdan hâtıralar, kuru bir bilgi yığın ı değil, aksine insanları o çağın veya zamanın atmosferinde dolaştı­ran önemli bir bilgi kaynağı olma özelliğini taşırlar. Bununla birlikte hâtıraları, kişinin kendi iç dünyası içerisinde müta­laa etmek gerekir. Çünkü hâtırat nevinden eser yazan birçok kimse, yazdıklarına kendi anlayış ve düşüncesini katabilir. Bu sebeple hâtıraları okurken, konuyu değerlendirme hususun­da acele etmemek gerekir. Zira hâtıratını yazan kişi, bazen kendisinin veya sevdiklerinin aleyhine olabilecek olaylara yer vermeyebilir.

Sözgelimi, XVII veya XVIII. asırlarda şehir tari­hi ile ilgili araştırıma yapmak isteyen bir kimse, üzerinde araş­tırma yaptığı şehirle ilgili, işaret edilen asırlarda yaşamış biri tarafından gerek kendisi, gerekse şehri hakkında o asırlarda yazılmış hâtıra nevinden bir eser görebilir. Bu, araştırıcı için önemli bir kaynaktır. Kişi, yaşadığı şehirdeki insanların çok iyi, dürüst, temiz ahlaklı, hayırsever vs. gibi iyi vasıflara sa­hip olduklarını ve hatta bu yüzden şehirde bir sene boyunca hırsızlık vakasına tesadüf edilmediğini yazabilir. İlk bakışta bu bilgiyi doğru kabul ederiz. Gerçekten bu bilgi doğru ola­bilir. Fakat ilim zihniyetiyle düşünmeye başladığımız zaman işin içine bir “acaba” girer. Acaba o dönemde yaşadığı şehri hakkında bilgi veren ve bir anlamda hâtıralarını günümüze ulaştıran bu zat, şehrinin adının birkaç hırsızlık olayından dolayı kötüye çıkmasını ister mi istemez mi? İşte bize “acaba” dedirten düşünce budur. Bu bakımdan işin doğrusunu veya doğruya en yakın olan gerçeği öğrenebilmek için o şehrin “Şer’iye Sicili” dediğimiz mahkeme kayıtlarına müracaat et­mek gerekir. Bu konuda mahkeme kayıtları, bize daha sağlıklı bilgiler verirler.

Tarihin uzak dönemlerinden beri yeni coğrafyalarda, yeni toplumlar görmek ve bunlar hakkında bilgi sahibi olmak için seyahate çıkan meraklı insanlar olmuştur. Bunlar, milliyet farkı düşünülmeden her bölgeyi ve devleti görme arzusuna düşmüşlerdir. Özellikle yabancılar, gerek İslâm, gerekse Osmanlı toplumunun dinî, sosyal, askerî, ekonomik ve kültürel durumları gibi bütün özelliklerini öğrenmeye çalışıyorlardı. Öğrenme maksadı ile Osmanlı veya başka bir ülkeye seyahat eden Batıklar, eserlerine “Şarka Seyahat”, “…de Gördüklerim” veya “…senesinde İstanbul, Kahire, Bağdad” gibi isimler veri­yorlardı.

Bilindiği gibi Osmanh tarih kaynaklarından biri de seyahatnâme adı verilen eserlerdir. Bunlar, büyük ölçüde mü­şahedeye dayandıkları için Osmanlı tarih kaynakları arasın­da önemli bir yer işgal ederler. Osmanlı Devleti’nin sınırları dâhilinde farklı tabiiyet, ırk ve dinlere mensup insanlar, çeşitli sebeplere bağlı olarak seyahatlerde bulunuyorlardı. O günün tabiri ile “Seyyah” adı verilen bu insanlar, gezdikleri yerlerde gördüklerini ve duyduklarını kaleme alıyorlardı. Yaşadıkları dönemde, gezdikleri bölge, şehir ve ülkeler hakkında bilgi veren bu insanları iki grupta değerlendirmek gerekir. Bunlar­dan biri yerli, diğeri yabancıdır. Yerlilerin, dil ve kültür bakı­mından fazla bir problemleri olmayabilir. Bu yüzden bunlar, daha rahat ve daha sağlıklı bir şekilde bilgi aktarırlar. Bununla beraber -Evliya Çelebi Seyahatnamesinde olduğu gibi- bun­ların yazdıklarının temize çekilmiş olan nüshaları (tebyiz) ile çekilmemişleri arasında büyük farklılıklar bulunabilir. Yaban­cı seyyahlara gelince bunlar, gerek dil, gerekse diğer kültürel farklılıklar yüzünden bazı sıkıntılarla karşılaşabilirler. Hele bazı olay ve kültürel hareketleri kendi ülkelerindeki olay ve kültürel faaliyetlerle karşılaştırdıkları zaman değerlendirme yapma hususunda daha büyük problemler ortaya çıkar. Bu problemler de eserlerinde farklı biçimlerde yer alırlar.

Biraz önce, seyahatnamelerin önemli birer kaynak olduk­larını söylemiştik. Gerçekten bazen önemsemediğimiz veya alışkanlık haline geldiği için üzerinde durma ihtiyacı hisset­mediğimiz ve bizce ehemmiyetsiz gibi görünen bir konu, bir olay veya davranış tarzı, yabancılar üzerinde büyük bir etki meydana getirebilir. Bu yüzden gözden kaçırdığımız bazı şeyleri, onların eserlerinden öğrenebiliriz. Bununla beraber yabancıların, Türkçe, Arapça ve Farsça gibi doğu dillerine ya­bancı olmaları, bazı konuları yanlış anlamalarına da sebep ola­bilir. Bu yanlış anlama, sonuç olarak yanlış bir değerlendirme­ye götürür. Bu yüzden yabancıların ve hatta bazen yerlilerin seyahatnâmelerini okurken bu hususu gözden ırak tutmamak gerekir. Yabancılar, bazen de kendi ülkeleri ile gezdikleri ülke­leri birbirleriyle mukayese etmeye çalışırlar. Böyle bir karşı­laştırma da hatalı bir sonuç doğurur. Çünkü her ülke ve hatta her bölgenin kendine göre farklı şartları olduğu gibi, kültür- leri de farklıdır. Bu farklılık, hareket, davranış ve anlayışlarda da kendini gösterir.

Bu bakımdan seyahatnâmelerin verdiği bilgiler, belli ölçülerde değerlendirilmelidir. Burada şunu da belirtelim ki Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen seyyahlardan büyük bir kısmı önyargılı idi. Bunların gözlemlerinde kasıt olmasa bile objektif olamayacakları unutulmamalıdır. Zira her toplumun kendine göre bir takım değer yargıları bulun­maktadır. Tarihçi veya seyyah da içinde yaşadığı toplumun değerler ve yargılarıyla büyümüş olan bir kimsedir. Bu ba­kımdan asırların ötesinden gelen ve kültürel özellik kazanmış bir değeri veya anlayışı birden bire red anlamına gelecek ha­reket ve davranışları ondan bekleyemeyiz. Batı dan gelen sey­yahların bir kısmında da dinî taassup ağır basıyordu. Böyle bir düşünce ve anlayışla gelenler, gördükleri her şeye biraz da hayal mahsûlü olan düşüncelerini katarak durumu tamamen olumsuz bir hale getiriyorlardı. Nitekim “Osmanlı Haremi” ile ilgili yabancı seyyahlarca verilen bilgiler tamamen hayal mahsûlü olan bilgilerdir. Zira Osmanlı Haremine değil dışa­rıdan, içeriden bile bir yabancının girmesi mümkün değildi. Dolayısıyla İstanbul’a gelen Batılı seyyahlar, kendi kral, krali­çe ve prenseslerinin yaşantılarını bildikleri için “eh olsa olsa bunlar da böyledir” deyip masa başında hayalî birtakım se­naryolar hazırlıyorlardı. Osmanlı’da evlilik, cariye ve “ümmü veled” kavramlarının hukukî anlam ve statüleri bilinmeden haremden söz edilemez. Zira İslâm hukukuna göre Pâdişâh her istediğini yapan, her sözü kanun olan ve istediği gibi dav­ranmakta serbest olan bir kimse değildir. O da bu hukuk ve ondan doğan kanunların hükümlerine uymak zorundadır.

Bunlardan bir kısmı da kendilerinden önceki seyyah­ların eserlerinden etkilenerek doğunun ekzotik havası­nın câzibesinden ve bir masal âleminden bahsediyorlar­dı. Bütün bunlara rağmen, tahlil ve tenkid etmek kaydıyla seyahatnâmeleri değerlendirmek gerekir. Zira en hazır ve ay­rıntılı malzemeye bu neviden eserlerde rastlamak mümkün olmaktadır. Sonuç olarak söylemek gerekirse araştırıcı, tedkik ettiği seyahatnâmenin yerli veya yabancı, müsvedde veya temize çekilmiş olup olmadığım, seyyahın peşin fikirli olup olmadığını ve gezdiği yerdeki olayları kendi ülkesindeki olay­larla mukayese edip etmediğini iyice araştırmak zorundadır. İşaret edilen bu hususlar göz önünde bulundurulmadan onun yazdıklarını olduğu gibi doğru veya yanlış kabul etmek bizi sağlam olmayan bir sonuca götürür her kesimine, onların anlayabileceği şekilde hitab edip eği­tilmelerini temin ediyordu. Bunu, bazan konuşup hitâb ede­rek (kavli), bazan bir şey söylemeden bizzat kendisi yaparak (fiilî), bazan da yapılanları hoş görerek (takriri) sağlıyordu.

Ziya Kazıcı – Unutulan Medeniyet Osmanlı,s.13-33

Dipnotlar:

[1]     Ahmed Saib, Tarih-i Sultan Murad-ı Hâtnis, (tarihsiz) Hindiye Matbaası, Ka­hire, s. 3.

[2]      A. Zeki Velidi Togan, Tarihte Usûl, İstanbul 1981, s. 2.

[3]      Ahmed b. Ali el-Kalkaşandî, Subhu’l-Aşa fi Smaatil-Inşa, Beyrut 1987,1,469.

[5]      Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1978, VII, 111-112.

[6]      Mükrimin Halil Yınanç, “Tanzimat’tan Meşrutiyet e Kadar Bizde Tarihçilik” Tanzimat, İstanbul 1999, II, 574.

[7]      Yinanç, agm. Tanzimat, II, 576.

[8]      Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ziya Kazıa, “Osmanlı Müesseselerinin Yazılı Kaynaklan’ İSTEM. (2005), V, 105-133.

[9]      Geniş bilgi ve kaynaklar hakkında bk. Bekir Kütükoğlu, Makaleler, İstanbul

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir