Abdulaziz Bayındır – Bu konuyu anlatan ana ayet şudur:
“Kulunu bir gecede Mescid-i Haram’dan alıp, çevresini bereketli kıldığı ((Bir yazıda “Sen…” veya “Siz …” yerine “O…” veya “Onlar…” denmesine Arap edebiyatında iltifat denir. O, ifadeye güzellik katar. Burada da üçüncü tekil şahıstan ikinci çoğul şahsa geçilerek “bereketli kıldığımız” ifadesi kullanılmıştır. Türkçede iltifat sanatı olmadığından tercüme cümlenin akışına göre yapılmıştır.)) el-Mescid’ul-aksâ’ya götüren Allah, eksikliklerden uzaktır. Bu, ona bir kısım ayetlerimizi göstermek içindir. Allah işitir ve görür.” (İsrâ, 17/1)
el-Mescidu’l-aksâ, en uzak mescit demektir. Şu ayetler onun yerini bildirmektedir:
“O (Muhammed) Cebrail’i, onun bir başka inişinde daha görmüştü; Sidretü’l- Müntehâ’nın yanındaydı. Me’vâ Cenneti de oradadır. O gün Sidre’yi bürüyen bürüyordu. (Muhammed’in) gözü kaymadı; sınırı da aşmadı. Orada Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/13-18)
Sidretü’l- Münteha yedinci kat semadadır. ((Buhârî, Bed’ul-halk 6.)) el-Mescidu’l-aksa ise oradaki Beyt-i Mamûr’dur. Allah’ın Elçisi (a.s.) bir gün ashabına:“Beyt-i Ma’mûr’un ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu:“Allah ve Elçisi daha iyi bilir” dediler. “O, gökte olan bir mescittir, Kâbe tam altında kalır. O mescit aşağı düşse Ka’be’nin üzerine düşer. Orada her gün yetmiş bin melek namaz kılar. Oradan çıktılar mı artık sonuna kadar oraya dönmezler.” dedi. ((Muhammed b. Cerîr et- Taberî, Camiu’l-Beyan fî Te’vîl’l-Kur’ân, Beyrut 1992, c: 11, s: 481)) (1)
İsrafil Balcı: Necm suresi ilk inen surelerdendir..Necm suresinde Peygamberimizin ilk vahiy tecrübesi anlatılır..Ama bizim gelenek getirmiş bunu İsra ayetiyle birleştirmiş..İsra ayetinde Peygamberimiz bir takım olağanüstülükler yaşıyor..Yaşadığı olağanüstülükleri getirip Necm Suresiyle ilişkilendiriliyor..Necm Suresi Risaletin 5. yılında da İsra suresi 10. yılda…Yani 10. yılda yaşanan İsra olayı 5. yılda nazil olan sure ile ilişkilendiriyor..(2)
Değerlendirme:
1-Görüldüğü gibi İsrafil Balcı Bayındır Hoca’nın itikadını tekzip etmiş oluyor..Bu arada rivayete derinden kuşkuyla bakan İsrafil Balcı’nın Kuran’da olmayan Necm Suresinin risaletin kaçıncı yılında olduğu, İsra olayının kaçıncı yılında gerçekleştiği bilgisini nereden bulduğu muamma..Eğer rivayetlerden gördüm aldım diyorsa tefsir amaçlı olarak rivayetleri ne zaman delil olarak alıp ne zaman almayacağınızın bir usulü var mıdır, yoksa bu iş sizin keyfinize göre mi cereyan ediyor?
2-Tefhim’de şu bilgi vardır: Nüzul Zamanı: Hz. Abdullah b. Mes’ud’dan rivayet olunduğuna göre, “Necm Suresi kendisinde secde ayeti bulunduğu halde nazil olan ilk suredir.” (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesaî). Bu hadisin Esved b. Yezid, Ebu İshak ve Zuhir b. Muaviye’nin İbn Mes’ud’dan rivayet ettikleri bölümünden anlaşıldığına göre “Necm Suresi, Hz. Peygamber’in (s.a) Kureyş’ten bir topluluk karşısında okuduğu ilk suredir.” (İbn Merduye’nin rivayeti, surenin Harem-i Şerif’de okunduğunu göstermektedir.) Bu topluluk içinde, kafirler de mü’minler de bulunuyordu. Surenin sonunda Hz. Peygamber (s.a) secde ettiğinde, İslâm düşmanı Kureyşliler ve ileri gelenleri Müslümanlarla secde ettiler. İbn Mes’ud, “Ben orada secde etmeyen bir tek kafir olarak Umeyye b. Halef’i gördüm. O da secde etmediği gibi yerden bir avuç toprak almış ve alnına sürmüş, bu bana yeter”, dedi. demiştir. “İbn Mes’ud bu sözüne ayrıca “Ben bu kafirlerin küfür hali üzerindeyken öldüğünü gördüm” diye ilavede bulunmuştur.
Bu olayın bir diğer şahidi de, o döneme kadar hâlâ İslâm’ı kabul etmemiş olan Muttalib b. Veda’dır. O bu olayla ilgili olarak şunları söylemektedir. “Resulullah (s.a), Necm Suresi’nin sonunda secde ettiğinde ben secde etmedim. Şimdi bu sure ne zaman okunsa, muhakkak surette secde eder ve o zaman secde etmemekle işlediğim hatayı telafi etmeye çalışırım.” (Nesaî, Müsned-i Ahmed)
“Risaletin 5. yılında Şevval ayında küçük bir topluluk Habeşistan’a hicret etmişti. Aynı senenin Ramazan ayında Hz. Peygamber’in (s.a) Necm Suresi’ni tilaveti esnasında kafirlerle Müslümanların birlikte secdeye gitmeleri hadisesi vuku buldu. Bu hadise, Habeşistan’daki muhacirlere “Mekke’de kafirler İslâm’a girdi şeklinde ulaşınca, onlardan bazıları bu haberi duyar duymaz Şevval ayında Mekke’ye geri döndüler. Fakat Mekke’de Müslümanlara yapılan zulüm devam etmekteydi. Bu olaydan sonra Müslümanlar, birincisinden daha çok sayıda olmak üzere, ikinci kez Habeşistan’a hicret ettiler.” (ibn Sa’d).
Yukarıdaki rivayetlerden bu surenin Risalet’in 5. yılında nazil olduğu kesinlik kazanmaktadır…
A.Bayındır’ın sitesi: Miraçta peygamberimizin hâşâ Allah ile buluşması diye bir şey yoktur. Onun oraya çıkması Allah’ın bazı ayetlerini, kudretini gösteren alametleri görmesi içindi. İlgili ayetler şunlardır:
“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz el-Mescidül-Aksa’ya (yeryüzüne en uzak olan mescide) götüren O Allah her türlü noksanlıktan yücedir. Gerçekten O, işitendir görendir.” (İsra, 17/1)
“O (peygamber), Cebrail’i bir başka inişinde de görmüştü. Sidretü’l- Müntehâ’nın yanında. Ki Cennet’ül-Me’va da onun yanındadır. O zaman ki, o Sidre’yi bürüyen bürüyordu. Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı. Andolsun o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/13-18) Yolculuğun amacını “kendisine bir takım ayetlerimizi göstermek” (İsra, 17/1) olarak açıklayan Allah Teâlâ, bu ayetlerde peygamberimizin yolculuğunun amacına ulaştığını belirterek “Andolsun ki o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/18) buyurmaktadır. İsra suresindeki ayetle Necm suresindeki bu ayetler karşılaştırıldığında aynı olaydan bahsettikleri görülmektedir. İsra suresindeki ayetler yolculuğun amacını, Necm suresindeki ayetler de yolculuğun yapıldığı mekânı, sonucunu ve bu yolculukta görülenleri anlatmaktadır. Necm suresindeki bu ayetler âlimlerin çoğuna göre mi’rac’ı anlatmaktadır.1 Demek ki Allah Teâlâ “kendisine bir takım ayetlerini göstermek için” (İsra, 17/1) peygamberini bir gece mi’rac’a çıkarmış ve bu amaca uygun olarak ona en büyük ayetlerinden göstermiştir. (Necm, 53/18) Bunlar gök katları, her katta orada bulanan peygamberlerle görüşme, Cebrail’in (as) asli suretinde görülmesi, Sidretü’l-Münteha, Cennet, Cehennem, Beyt-i Ma’mur vs. dir. (3)
Hakkı Yılmaz: Necm suresi, bazı iddiaların aksine “Miraç”ı anlatmaz. Tarihiyle, coğrafyasıyla [bir nevi koordinatlarıyla] vahyin ilk geliş şeklini Mekkelileri tanık tutarak anlatır. Gerçek ilah ile putların mukayese edildiği surede salihler övülür, yalanlayanlar kınanır ve herkesin yaptığının karşılığını göreceği bildirilir. (4)
Değerlendirme: Görüldüğü gibi Mealciler Necm suresinin miraçla ilgili olup olmadığı konusunda kendi aralarında hemfikir değiller..
İsrâ Ve Miraç Rivayetleri Üzerine
İzzet Derveze: Müfessirlerin çoğunluğu[34] bu ayetlerin. Peygamber (s)’in semaya yükselişi (miraç) olayına işaret ettiğini ifade etmişler, bununla İlgili olarak azı hariç çelişkili pek çok rivayete yer vermişlerdir. Bu rivayetlerden bir kısmi, miracın rüyada olduğunu ve Peygamber’in vücudunun bulunduğu yerden ayrılmadığını, bazıları bu olayın ruhani bir görüş olduğunu ifade etmektedir. Bazıları ise olayın uyku ile ve uyanıklık halinde meydana geldiğini anlatmaktadır. Bu bir. İkinci olarak, rivayetlerin çoğu, Miraç ve İsra olaylarını birbirine yaklaştırmakta ve her iki olayı da aynı zaman dilimine koymakta, her iki olayda meydana gelen sahneleri bir zincir içerisinde anlatmakladır. Peygamber (s)’in, İsra olayında Mescid-i Aksa’ya ulaşmasından sonra, semaya yükseltildiği zikredilmiştir. Bununla birlikle İsra olayına, Necm suresinden uzun bir devir sonra nazil olan İsra suresinde işaret edilmiştir. İsra suresinde sadece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürüyüş (İsra) zikredilmiştir. Nitekim İsra 1. ayetin metninde de bu görülmektedir:
“Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’don çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren O Allah eksiklikten uzaktır.” Bazı rivayetler var ki; bunlar, Miraç olayına yer vermeden, sadece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya İsra /yürüyüşü belirtmekte, bazıları da var ki, İsra ve Miraç olaylarının bir defadan daha fazla olduğunu ifade etmektedir. Üçüncü olarak, rivayetler, olayın meydana geldiği vakit hakkında çelişkili haberler vermekledir. Bir rivayet îsra ve Miraç olaylarının bisetten 15 ay sonra birlikte meydana geldiğini zikretmekledir. Bu zaman dilimi Necm Sûresi’nin nüzul tarihiyle örtüşmekte ise de îsra suresinin nüzul tarihiyle örtüşmemektedir ki, İsra suresinin, Peygamber (s)’in Mekke döneminin ortalarında nazil olduğu (görüşü) tercih edilmekledir. Bir diğer rivayet, her iki olayın da bisetten beş yıl sonra meydana geldiğini belirtmekledir. Bu ise İsra suresinin nüzul tarihiyle uyuşmakla fakat Necm Suresinin nüzul tarihiyle uyuşmamaktadır. Zira Necm Sûresi İsra’dan çok önceleri nazil olmuştur:
Başka rivayetlere göre, her iki olay hicretten beş veya bir yıl önce meydana gelmiştir. Bu zaman ise her iki surenin de iniş tarihleri ile uygunluk arz etmemekte. Dahası, çok tuhaf bir rivayet de iki olayın hicretten bir yıl önce olduğunu belirtmektedir. İsra ve Miraç olaylarının anlatıldığı rivayetlerde tuhaf bazı açıklamalar vardır:
– Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa yolculuğu esnasında Peygambere seslenen yaşlı bir kadın;
– Allah’ın bütün Peygamberleri Mescid-i Aksa’da toplaması
– Ve Peygamberin göğe merdiven dayaması ve gök kapılarının birbiri arkasından açılması gibi gök hakkında doğru olmayan açıklamalar, Allah’ın peygamberlerden bir gurup ile göklerde buluşması,
– Arş. Levh, Kalem, Sidretül Münteha, gibi lafızların maddi şekillerde anlatımı
– Peygamber (s)’in Rabbini ve devasa şekilleriyle melekleri görmesi, cennet, cehennem, cehennem ehlinin azabı, cennet ehlinin ödüllendirilmesi.
– Beş vakit namazın farz olma şekli, Musa’nın uyarısı ile namazın hafifletilmesi için, Peygamber’in bir kaç kez Allah huzuruna inip-çıkması; bunun sonucu olarak da aslında 50 vakit olan namazın 5 vakte indirilmesi,
– Peygamber’in karnının yarılması ve kalbinin çıkartılıp yıkanması, vs.
Bütün bunlar gösteriyor ki, şu an konumuzu teşkil eden Necm suresi ayetleri ile İsra ve Miraç ile ilgili anlatılan ruhani-ilahi tablo irtibatlandırılmakta ve her iki olay tek bir satıhta birleştirilmek istenmektedir. Daha önce geçen ayetlerin izahını yaparken söylediklerimizin doğru olduğu görüşündeyiz: Buradaki ayetler Tekvir suresinde anlatılan tablo ile alakalıdır ki bu ayetler bundan sonra vaki olan benzer bir olayı aydınlatmıştır. Biz olayın künhüne vakıf olamayız. Elimizde olayı, özellikle de “sidretü’l-münteha” ve “cennetü’l-me’v┑ boyutunu açıklığa kavuşturmaya yardım edecek kesin bir delil de bulunmamaktadır. Bir hususa daha dikkat çekmek istiyoruz ki, biz bu anlattıklarımız içerisinde İsra ve Miraç hadisesini, iki olay etrafında rivayetlerin anlattığı ayrıntıları tamamen reddettiğimizi söylemiyoruz. Bunları Allah’ın kudreti ve Peygamberi ile ilişkisi çerçevesine girdiği gaybi hususlar olarak değerlendirmek gerekir. Bunları sıradan akıl ile idrak ve maddi bakış açısıyla mukayese etmek imkansızdır. Kur’an nassı ve Rasulullah’ın söylediği sabit olan haberler, herhangi bir ilaveye ve tahmine gitmeden, nassın durduğu sınırda durulması gerekli imanî gerçeklerdir, Bununla birlikte biz Miraç konusuyla ilgili hâlin uykuda ve rüya halinde olduğunu belirten rivayeti tercih ediyoruz. Allahu Âlem. (Allah en iyisini bilir)[35] [36]
Dipnot:
[34] Necm ve İsra surelerinin tefsirleri hk. bkz. Taberi, İbn Kesir, Nisaburi Begavi, Tabresi, Hazin, İbn Kesir belki de bu rivayet, söz ve hadisleri en fazla cem’edendir.
[35] İsra suresinin ilk ayet yorumuna bakınız.
[36] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/159.
İslamoğlu gönülsüz de olsa Miraçla İrtibatlandırıyor gibi:
18-) Lekad rea min âyâti Rabbihil Kübra hakikaten de o rabbinin en büyük ayetlerinden bazılarını, en büyük sembollerinden bir kısmını görmüş oldu.. Bir benzeri İsra suresinde yer alır bu ayetin. Subhanelleziy esra Bi abdihi leylen minel Mescidil Harami ilel Mescidil Aksalleziy barekna havlehu linüriyehu min âyâtina. (İsra/1) Evet, Min âyâti, O’nun ayetlerinden bir kısmını. Hepsini değil, altı çizilmesi gereken nokta burası. Yani O’nun mucizelerinin tamamını değil bir kısmını gördü. Razi; Allah’ı değil raa rabbeh değil Min âyâti rabbih, rabbinin ayetlerini gördü şeklinde açıyor bu ibareyi. Rabbini gördü ile rabbinin ayetlerini gördü çok farklı şeyler diyor. Onun için bazı müfessirlerin rabbini gördü diye algılamasını adeta metne zorla ve sonradan giydirilmiş bir algılama olarak görüyor. Efendimiz mirac hadisinde, daha doğrusu hadislerinden birinde öyle buyuruyor. “Öyle bir yere vardım ki kalemlerin cızırtısını işitiyordum ötelerden gelen.” Bu aslında maddi ve fiziki dünyanın bitip metafizik dünyanın başladığı sınır. Yani meleğin bile bir adım atarsam yanarım dediği bir sınır beklide bilmiyoruz. Hatta bu hadislerde Resulallah’ın ondan ötesinde Burak’a binip ötelere aldığını dile getirilir. Şah Veliyullah Dihlevi, Resulallah’ın miracta Burak’a bindiğini, binişini çok güzel biçimde te’vil eder. Der ki; Yani Burak bir hayvan olarak temsil edilir. Nefsi hayvaninin sırtına bindi, ona galip geldi ve onu aşarak nefsi ruhani ile mevlaya yüceldi. Yani kendi potansiyelinin sınırına nefsi ruhani ile yüceldi. Anlamını verir. Ki gerçekten hoş bir anlam. (5)
Bu yazısında daha net:
Peygamberimiz de davet sürecinin en zor yıllarında miracla ödüllendirildi. Bedenin bittiği an, ruhun önünde ufuklar açılırdı. Miraçla bu gerçek gösterildi. Onun son miracı, çevrenin baskısının en şiddetli anında yaşanmıştı. Allah Rasulünün miracı hakkında sorular sorup, cevaplarını Kur’an’dan alalım:
-Rasulullah bir kez mi miraç etti?
-Necm suresi bu soruya, birden fazla diyor .
-Rasulullah miracta ne gördü?
-“Rabbinin ayetlerinden bir kısmını” gördü (17:1). Gördüğü ayetlerin en büyüğü vahiy meleği idi (53:18). Onu, asli suretinde gördüğünü Allah Rasulü ifade etti. Yine miraçta müminlere vaat edilen cennet bir biçimde gösterildi (53:15). (6)
—–
Açıklama
Tefhimul Kur’an-Mevdudi, (Necm Suresi);
6- (Ki O,) Görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. 6Hemen doğruldu.7
7- O, en yüksek bir ufuktaydı.
8- Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi.
9- Nitekim (ikisi arasında uzaklık) iki yay kadar (oldu) veya daha da yakınlaştı.8
10- Böylece O’nun kuluna vahyettiğini vahyetti.9
11- Onun gördüğünü gönül yalanlamadı.10
12- Yine de siz görmüş olduğu üzerinde onunla tartışacak mısınız?
13- Andolsun, onu bir de diğer inişte görmüştü.
14- Sidretü’l-Münteha’nın yanında.
15- Ki Cennetü’l-Me’va 11onun yanındadır.
16- Sidreyi örten örtmekte iken,12
AÇIKLAMA
6-“zümarrete” İbn abbas ve Katade’ye göre “güzel ve şahane”, Macahid, Hasan Basri İbn Zeyd ve Süfyan Sevri’ye göre ‘kuvvetli’, Said b. Müseyyeb’e göreyse, “hikmet sahibi”dir. Hz. Peygamber’den (s.a.) rivayet edilen bir hadiste “zu mirre”, sağlam, sıhhatli anlamında kullanılmıştır. Lugatta bu kelime, sağlam akıllı ve akıl sahibi anlamına gelir. Allah Teâlâ burada, Cibril için çok yönlü bir kelime kullanarak, onun akıl ve beden bakımından kemale erişmiş bir varlık olduğunu vurgulamıştır. Urducada bu kelimenin tam karşılığı olmadığı için, biz bunu “hikmet sahibi” olarak tercüme ettik. Çünkü Cibril’in bedenî kuvvetlerinin kemali hakkında başka ayetlerde de izah yapılmıştır.
7-“Ufuk kelimesiyle, güneşin doğduğu ve gündüzün aydınlığının yayıldığı yer, yani gökyüzünün doğu tarafı kastolunmuştur. Aynı ifade Tekvir: 23’de, “Ufuk’ıl-Mübin” şeklinde geçmiştir. Bu iki ayetten de anlışıldığına göre, Cibril ilk kez Hz. peygamber’e (s.a) gökyüzünün doğu tarafında gözükmüştür. Çeşitli rivayetlere göre Cibril, o zaman Allah’ın kendisini yarattığı asıl suret üzre idi. İleride ilgili rivayetler zikrolunacaktır.
8-Yani, “Cibril, gökyüzünün doğu tarafında göründü ve Hz. Peygamber’e (s.a) yaklaşarak havada durdu. Sonra daha da yaklaştı, hatta o kadar yaklaştı ki, aralarındaki iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı” Müfessirler genelde “” ifadesini iki yay ile karşılamışlardır İbn Mes’ud ve İbn Abbas “Kays” kelimesini “zir’a” şeklinde tercüme etmişlerdir. Yani aralarında iki zir’a mesafesinde bir uzaklık kalmıştır.
“Aralarındaki mesafe iki yay veya ondan daha az idi.” şeklindeki ifadeden (neuzubillah) Allah’ın söz konusu mesafeyi hesaplamaktan aciz olduğu anlamı çıkarılamaz. Böyle bir izah tarzı, tüm yayların aynı uzunlukta olmayışındandır. Dolayısıyla bu mesafenin eksik ya da fazla olması mümkündür.
9-“Kuluna vahyettiğini vahyetti” şeklindeki ifadeyi iki şekilde de anlamak mümkündür. Birincisi, “O (Cibril) Allah’ın kuluna vahyettiğini vahyetti.” İkincisi O (Allah) kendi kuluna vahyettiğini vahyetti.” Birinci anlamı ele alırsak, Cibril’in Allah’ın kuluna vahyettiği anlaşılır. İkinci anlamı ele alırsak, Allah’ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır. Müfessirler bu her iki anlamı da öne sürmüşlerdir. Ancak siyak ve sibak içinde bir değerlendirme yapıldığında, birinci anlamın daha uygun olduğu görülür. Nitekim Hasan Basri ve İbn Zeyd’in bu görüşte oldukları nakledilir. Burada “Hu” zamirinin (Abdihi), başlangıçtan beri isminin zikredilmemesine rağmen Allah’a nasıl izafe edilebileceği sorulacak olursa, şu şekilde bir cevap verilebilir. Şayet o izafe olunan, belli bir şahıs ise, onun zikri geçmese bile, zamir kendiliğinden ona işaret eder. Nitekim Kur’an da bu tür örnekler vardır. Örneğin, “Şüphesiz Allah onu Kadir Gecesi’nde indirdi” ayetinde, açıkça zikredilmemesine rağmen, ayetlerin siyakından (sonrasından) Kur’an’ın kastedildiği anlaşılmaktadır. Yine “Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı, onun üstünde canlı bir yaratık bırakmazdı.” (Fatır 45) ayetinde kendisi açıkça zikredilmemesine rağmen kastedilenin yeryüzü olduğu açıkça bellidir.
“Biz ona şiir öğretmedik, bu zaten ona yakışmaz” ayetinin ne öncesinde ne de sonrasında Hz. Peygamber’in (s.a) hiç zikri yoktur. Ama sözün gelişinden Hz. Peygamber’in (s.a) kastedildiği açıkça ortadadır. Rahman Suresi’nde de, “Üzerinde bulunan herşey yok olacaktır” denilirken, ayetin ne öncesinde ne de sonrasında zikri geçmemesine rağmen, yeryüzünün kastolunduğu bellidir. “Biz onları yeniden inşaa ettik.” (Vakıa: 35) ayetinde, cennetteki kadınlardan bahsetmesine rağmen, onların ismi zikredilmemiştir. Bununla beraber, yukarıdaki ayetten de Cibril’in kendi kuluna vahyettiği anlamı çıkarılamaz. Dolayısıyla buradan, Cibril’in Allah’ın kuluna vahyettiği ya da Allah’ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır.
10-Yani, Rasûlullah (s.a) O’nu gündüzün aydınlığında gördüğü için, bunun bir cin, şeytan, hayal ya da rüya olduğu şeklinde bir şüpheye kapılmamıştır. Net bir şekilde gördüğünden dolayı da O’nun Allah’dan vahiy getiren Cibril olduğu konusunda bir tereddüt duymamıştır.
Burada insan Hz. Peygamber’in (s.a) bu kadar istisnai bir vakıayı müşahede etmiş olmasına rağmen, gördüğü şeyin, hayal, cin veya şeytan olabileceği şeklinde neden bir şüpheye düşmediğini düşünebilir ve dolayısıyla bunun nedenini sorabilir. Bize göre bu sorunun beş şıkka dayanan bir cevabı vardır:
1-a) Rasûlullah (s.a) bu vakıayı gündüzün aydınlığında görmüştür. Yani, uyku esnasında bir rüya olarak veya yarı uykulu iken ya da derin düşüncelere daldığında değil, tıpkı insanın gündüzün aydınlığında etrafındakileri net bir şekilde gördüğü gibi görmüştür. İnsan bu şekilde her gördüğü şeyden (dağlar, nehirler, evler vs.) şüphe etmiyorsa, Hz. Peygamber (s.a) de apaçık bir hakikat olarak gördüğü bu manzaradan şüphe etmemiştir. Bunu dış (âfâkî) bir neden olarak öne sürebiliriz.
1-b) İçsel (enfusî) diye niteleyebileceğimiz diğer bir neden, içinde bulunduğu haleti ruhiye dolayısıyla, Hz. Peygamber’in (s.a) yanlış bir şey görmediğine inanmasıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Cibril’i ruhen uyanık ve musait bir vaziyette görmüştür. Daha önceden zihninde bu tür hayaller kurmadığı için, gördüğü manzarayı hayal olarak nitelememiştir. Aksine O, şuuru yerinde iken O’nu görmüştür.
1-c) Ayrıca karşısındaki varlık, o kadar harikulede bir güzelliğe sahipti ki, Hz. Peygamber (s.a) böyle bir güzelliği tasavvur dahi etmemişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a) gördüğü varlığın kendisinin hayallerinin bir ürünü olduğunu veya bu özelliklere sahip bir cinle karşılaştığını düşünmemiştir. İbn Mes’ud’un Rasûlullah’dan (s.a) rivayet ettiği bir hadise göre O, “Ben Cibril’i 600 kanatlı olarak gördüm” demiştir. (Müsned-i Ahmed). İbn Mes’ud’un izahına göre, Cibril’in bir kanadı bile o kadar büyüktü ki, adeta ufku kaplamıştı. Allah bunu “Şedid-ül Guva’ ve ‘Zu mirre” sıfatlarıyla ifade etmiştir.
1-d) Hz. Peygamber’e (s.a) vahyi aktarmak için görevli varlık, itimat telkin eden ve emin bir şahsiyete sahipti. Rasûlullah’a (s.a) kainatla ilgili öğrendiği ilmi anında aktarıyordu. Aktarılan bu bilgi, onun zan ve hayal sınırlarını aşmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a) önceden edindiği böyle bir bilgi yoktu. Dolayısıyla O, zihninde kendisine bu bilgiyi aktaran varlığın, cin veya şeytan olabileceği ihtimalini düşünmemiş, hatta bu tür bir tereddüde kapılmamıştır. Zira şeytan, şirke rağmen Tevhid, cahiliyyeye rağmen yüksek ahlâk ve fazilet, zulüm ve haksızlığa rağmen ise Allah’ın birliği hakkında bilgi aktarmaz.
1-e) En önemli neden; Allah’ın Peygamberlik görevi gibi yüce bir makama seçtiği kimsenin kalp ve zihnini şek ve şüphelerden arındırmasıdır. Artık o kimse, Allah’ın tevfikiyle her gördüğü ve duyduğu hakikatı “şerh-i sadr” ve “itminan-ı kalb” ile tasdik eder. Kendisine vahiy ilham ve diğer yollarla gelen bilgiler hakkında kuşkuya düşmez. Çünkü Allah tarafından gönderilen mesaja, şeytanın müdahale edemeyeceğini çok iyi bilir. Allah’dan başkasının kelamı karışmış olsa bile, yine de geri çevirebilecek bir şuur ve hissiyat, tüm peygamberlere Allah tarafından verilmiştir. Faraza böyle bir şey olsa hemen fark ederler. Tıpkı balığın yüzmesinden, kuşun uçmasından ve insanın kendi varlığından şüpheye düşmediği gibi, bir peygamber de “Ben Allah’ın elçisi miyim?” şeklinde herhangi bir şüpheye düşmez.
11-Bu, Hz. Peygamber’in (s.a) kendisini asıl suretiyle gördüğü Cibril ile yaptığı ikinci görüşmeye işaret etmektedir. Bu görüşmenin vuku bulduğu yerin adı olarak, “Sidretu’l-Münteha” ifadesi kullanılmış ve yanında da “Cennet’ul- Me’va” olduğu bildirilmiştir.
“Sidretu’l-Münteha”, bir sıra ağacın en sonundaki ağaca atfen kullanılır. Nitekim Allame Alusi, Ruhu’l-Meani adlı eserinde bu hususu şöyle açıklar: “Tüm ilimler orada son bulur ve ötede bulunan herşeyi Allah bilir.” İbn Cerir de aynı açıklamayı hemen hemen kabul eder. İbn Esir ise, “En Nihaye fi Garibi’l-Hadis” adlı eserinde şöyle bir açıklama yapar: “Bu hususu anlamak, yani maddi dünyanın son sınırındaki “Sidre”nin keyfiyetini bilebilmek çok güçtür.” Mahiyeti ne olursa olsun Allah Teâlâ, insanların lisanındaki “Sidre” kelimesini seçip kullanmıştır.” Cennetu’l-Me’va’ ise lugatte, barınılacak, oturulacak yer anlamına gelir. Hasan Basri’ye göre bu Cennet, mü’minlerin gireceği cennettir. O, bu ayetten yola çıkarak cennetin gökte olacağını söyler. Katede ise bu cenneti şehid ruhlarının gideceği cennet olarak kabul eder. Yani Ahirette verileceği vaad edilen cennet değildir. Nitekim İbn Abbas da aynı kanaattedir. O ayrıca şöyle der: “Ahirette va’d edilen cennet gökte değil, bu dünyada olacaktır.”
12-Yani, O’nun keyfiyetini ve niceliğini aktarmak mümkün değildir. İnsanın tasavvur edemeyeceği boyutlarda olduğu gibi izah etmekte mümkün değildir.
17- Göz kayıp-şaşmadı ve (sınırı) taşmadı.13
18- Andolsun, o, Rabbinin en büyük ayetlerinden olanını gördü.14
AÇIKLAMA
13-Yani, Hz. Peygamber (s.a) o kadar çok tahammül sahibi idi ki, orada tecelli eden olaylar, onun gözlerini kamaştırmadı, kendisini rahatsız etmedi ve sakin bir şekilde müşahede etmeye devam etti. Diğer yandan gayet teveccüh, kemal-i zabt ile dikkatini, çevresiyle hiç ilgilenmeden meleklerin çağırdığı maksat üzerinde toplamıştı. Bu meseleyi şöyle bir örnekle açıklamak mümkün: Büyük ve kuvvetli bir hükümdar tarafından, huzura çağrılan bir kimsenin, hükümdarın sarayında ömrü boyunca görmediği müthiş bir debdebe ve ihtişam ile karşılaştığını düşünelim.
Şayet bu kimse yüksek meziyetlere sahip değilse, şaşkınlık ve hayret içinde kalarak, sürekli sağa sola bakacaktır. Fakat yüksek meziyetleri olan ve edep sahibi bir şahıs, ne bir şaşkınlık içine düşer ne de orada gördüğü harikulede manzaradan etkilenir. Aksine vakar içinde, huzura niçin çağrılmışsa, dikkatini ona verir. İşte Rasûlullah’ın (s.a) aynı şekilde hasletleri bu ayette beyan edilmiştir.
14-Ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a) Allah’ı değil, O’nun büyük ayetlerini görmüştür. Siyak ve sibakdan bu olayın ikinci görüşmede vuku bulduğu anlaşılmaktadır. İlk kez onu Ufuku’l-Ala da görmüştü ve bu, Allah değildi. İkincisinde ise “Sidretu’l-Münteha”da görmüştü o da Allah değildi. Rasûlullah (s.a)her ikisinde de Cibril’i görmüşdü. Eğer Hz. Peygamber (s.a) Allah’ı görmüş olsaydı muhakkak bu kadar büyük bir hadiseyi açıkça anlatmış olması gerekirdi. Kur’an’da Hz. Musa, Allah’ı görmeyi arzu ettiğinde Allah Teâlâ kendisine, “sen beni göremezsin” demiştir. Yani Hz. Musa’ya böyle bir şeref verilmemiştir. Şayet bu şeref, Hz. Peygamber’e (s.a) verilmiş olsaydı, Allah onu açıkça beyan ederdi. Ayrıca Kur’an’da, miras hadisesiyle ilgili olarak aynı ifade kullanılmıştır: “O’na (Peygambere) ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye…” (İsra: 1) Söz konusu ayette ise, Hz. Peygamber’in (s.a) Sidret’ul-Münteha’da, Allah’ın büyük ayetlerini gördüğünden bahsedilerek aynı ifadeler kullanılmıştır.
Aslında Kur’an’ın bu ayetlerinden, Hz. Peygamber’in (s.a) Allah’ı değil, O’nun ayetlerini gördüğü açıkça ortadadır. Fakat bu ihtilaf, bir takım hadisler yüzünden meydana gelmiştir. Bunun için de, biz, çeşitli sahabelerden bu konuyla ilgili rivayet edilen hadisleri aşağıda nakletmeyi istedik:
1-a) Hz. Aişe (r.a)’dan gelen rivayetler.
Hz. Mesruk şöyle beyan etmiştir: “Bir defasında ben Hz. Aişe’ye, “Ya validemiz! Hz. Peygamber (s.a) Allah’ı gördü mü?” diye sorunca, o: “Senin bu sorun tüylerimi ürpertti” diye cevap verdi. “Şu üç şeyi iddia edenin yalan söylemiş olduğunu nasıl unutursunuz!” İlk olarak Hz. Peygamber’in (s.a) Allah’ı görmediğini söyleyip, şu ayetleri okumuştur. “Gözler onu görmez”, “Allah bir insanla konuşmaz, ancak vahiyle yahut perde arkasından veya bir elçisini gönderip dilediğini vahyeder.” Daha sonra da şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a) Cibril’i iki kez asıl suretinde gördü.” (Buhari, Kitabu’l-tefsir.)
Aynı hadisi, Buhari, “Kitabu’t-Tevhid” ve “Kitab’u Bidau’l-Halk” bablarında yine Hz. Mesruk kanalıyla şöyle nakletmiştir: Hz. Aişe’nin bu cevabı üzerine kendisine “Sonra yaklaştı, sarktı” ayetinin anlamını sordum. Bunun üzerine o, “Bununla Cibril kastedilmektedir. O her zaman Rasûlullah’a (s.a) insan şeklinde geliyordu, ama bu sefer asıl suretinde gelmiş ve tüm ufku kaplamıştır” dedi.
İmam Müslim “Kitabul-İman Sidretu’l-Münteha’nın zikri” babında Hz. Aişe ile Hz. Mesruk arasındaki konuşmayı şu şekilde nakletmiştir. Ancak bu rivayette dikkat edilecek nokta, “Kim Allah’ı gördüğünü iddia ederse, o Allah’a iftira etmiştir.” şeklindeki ifadedir. Nitekim Hz. Mesruk şöyle anlatıyor: “Ben arkama yaslanıyordum, aniden dik oturdum ve “Ey mü”minlerin annesi! acele etmeyin. Allah, “Onu yüksek ufukta iken gördü” ve “Andolsun onu bir kez daha inerken gördü” diye buyurmamış mıdır? dedim. Hz. Aişe şöyle cevap verdi: “Ümmetin içinde Hz. Peygamber’e (s.a) bu konuda ilk soruyu ben yönelttim. O da “Bununla Cibril kastolunuyor. Ben onu iki kez Allah’ın yarattığı asıl suretinde gördüm. İkisinde de gökten iniyordu. Öyle ki, görüntüsü tüm ufku kaplamıştı” diye cevap verdi bana.
İbn Merduye yine Hz. Mesruk kanalıyla, ilgili rivayeti şu şekilde nakletmiştir. “Hz. Aişe, herkesden önce Hz. Peygamber’e (s.a.) “Rabbini gördün mü?” diye ben sordum. O da, “Hayır, Ben Cibril’i gökten inerken gördüm” diye cevap verdi demiştir.”
1-b) Abdullah b. Mes’ud’dan (r.a) gelen rivayetler:
Zir bin Humeyş’in, İbn Mes’ud’dan rivayet ettiğine göre, O “fe kâne kabe kavseyni ev edna” ayetini şöyle tefsir etmiştir: “Rasûlullah (s.a) Cibril’i 600 kanatlı olarak görmüştür” (Buhari, Kitabu’t-Tefsir, Müslim, Kitabu’l-İman, Tirmizi, et-Tefsir).
İmam Müslim’in naklettiği başka bir rivayete göre, İbn Mes’ud “O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı” ayetini de aynı şekilde tefsir etmiştir.
Müsned-i Ahmed’te İbn Mes’ud’un bu tefsiri Zir b. Hubeyş’in dışında ayrıca Abdurrahman b. Yezid ve Ebu Vayl tarafından da rivayet edilmiştir. Ayrıca yine Zir bin Hubeyş’den nakledilen iki rivayet daha vardır. Hubeyş İbn Mes’ud’dan şöyle rivayet eder: “İbn Mes’ud, O’nu Sidret’ul-Münteha’nın yanında gördü. ” ayetini tefsir ederken Rasullah. “Ben Cibril’i Sıdretu’l-Münteha’da 600 kanatlı olarak gördüm” dedi, demiştir” İmam Ahmed, aynı konudaki başka bir rivayeti, Şakik b. Seleme kanalıyla nakletmiştir. Bu rivayete göre İbn Mes’ud, “Rasûlullah, Cibril’i Sidretu’l-Münteha’da asıl suretinde gördü.” demiştir.
1-c) Ata b. Ebi Rebiha, “Andolsun onu birkez daha inerken gördü.” ayeti hakkında Ebu Hureyre’ye sorduğunda O, “Hz. Peygamber (s.a) Cibril’i görmüştü” diye cevap verdi (Müslim, Kitabu’l-İman)
1-d) İmam Müslim, Ebu Zer’den, Abdullah b. Şakik kanalıyla gelen iki rivayeti, Kitabu’l-İman’da şu şekilde nakletmiştir: 1) Ebu Zer, Hz. Peygamber’e (s.a) “Ya Rasûlullah, Rabbini gördün mü?” diye sormuş, O da “Ben O’nun nurunu gördüm” diye cevap vermiştir 2) “Ben sadece nur gördüm” demiştir. Bu hususu İbn Kayyım, Zadu’l-Mead’da şöyle izah eder. “Birinci ifadenin anlamı “, Ben Allah’ı değil, O’nun nurunu gördüm şeklindedir.”
Nesei ve İbn Ebi Hatim, Ebu Zer’in sözünü, “Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle gördü” şeklinde nakletmişlerdir.
1-e) İmam Müslim, Kitabu’l-İman’da, Ebu Musa el-Eşari’den bir rivayeti şu şekilde nakletmiştir: “Mahlukun gözleri Allah’a kadar ulaşamaz.”
1-f) Hz. Abdullah İbn Abbas’dan gelen rivayetler:
İmam’ı Müslim’in İbn Abbas’dan naklettiği bir rivayete göre, “Rasûlullah (s.a) Rabbini iki defa kalbiyle görmüştür.” (Aynı rivayet Müsned-i Ahmed’de de kayıtlıdır.)
İbn Merduye, Ata bin Ebi Rebiha kanalıyla İbn Abbas’ın şu sözünü nakletmiştir. “Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle görmüştür.”
Nesei, İkrime kanalıyla İbn Abbas’ın şu sözünü nakleder: “Niçin hayret ediyorsunuz? Allah, Hz. İbrahim’i dost edindi, Hz. Musa ile konuştu ve Hz. Muhammed’e kendini gösterdi.” (Hakim de aynı sözü nakleder ve sahih olarak kabullenir.)
Tirmizi, Şa’bi kanalıyla İbn Abbas’ın bir mecliste şöyle söylediğini nakleder: “Allah, Ruyeti ve Kelamı Hz. Musa ile Hz. Muhammed (s.a) arasında taksim etmiştir. Hz. Musa iki kez Allah ile konuşmuş ve Hz. Muhammed de (s.a) iki kez Allah’ı görmüştür. Bu konuşmayı işittikten sonra Hz. Mesruk, Hz. Aişe’nin yanına giderek O’na, “Rasûlullah (s.a) Allah’ı gördü mü?” diye sormuştur. Hz. Aişe, “senin bu sorun tüylerimi ürpetti” dedikten sonra, aralarında yukarıda zikrettiğimiz konuşma geçmiştir.
Tirmizi, İbn Abbas’dan rivayet edilen üç görüşü şu şekilde nakleder.
1) Rasûlullah (s.a) Allah’ı görmüştür.
2) Allah’ı iki kez görmüştür.
3) Allah’ı kalbiyle görmüştür.
Müsned-i Ahmed’de İbn Abbas’dan bir-iki rivayet daha nakledilir. O, Rasûlullah’ın (s.a) “Ben Allah’ı gördüm” dediğini söyler. Diğer rivayette ise şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a) “Bu gece Rabbim bana en güzel şekilde geldi” diye buyurduğunda, ben, Rasûlullah’ın (s.a) Allah’ı rüyasında gördüğünü anladım.”
Taberani ve İbn Merduye, İbn Abbas’tan başka bir rivayeti şu şekilde nakletmişlerdir: “Rasûlullah (s.a) Rabbini iki kez gördü. Birinde gözleriyle, diğerinde ise kalbiyle”
1-g) Muhammed b. Kaab el-Kurzî’nin nakline göre, bazı sahabiler Hz. Peygamber’e (s.a); “Ya Rasûlallah! Sen Allah’ı gördün mü?” diye sormuş ve o da “Ben O’nu iki kez gördüm” demiştir. (İbn Ebi Hatım) İbn Cerir ise aynı sözü şu şekilde nakleder: “Ben O’nu gözlerimle değil kalbimle gördüm.”
1-h) Şerik bin Malik kanalıyla Hz. Enes b. Malik’den miraç hakkında şöyle bir rivayet bulunmuştur. “Rasûlullah (s.a) Sidretu’l-Münteha’ya ulaştığında, Allah O’na yaklaştı ve üstüne sarktı, hatta o kadar yakınlaştı ki aralarında iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı. Ondan sonra emirlerden bir emirle 50 vakit namazı farz kıldı. Bu hadise, İmam Hattabi, Hafız b. Hacer, İbn Hazm ve el-Cami Beyne’l-Sahiheyn sahibi hafız Abdulhak, senet ve metin yönünden itiraz etmişlerdir. Onların itiraz ettikleri en önemli nokta, sözkonusu hadisin metninin Kur’an’ın açık ifadelerine ters düşmüş olmasıdır. Çünkü Kur’an her iki Ruyeti de zikreder ve ikisinin de, biri Ufuku’l Ala’da, diğeri Sidretu’l-Münteha’da olmak üzere ayrı zaman ve mekanlarda vuku bulduğunu söyler. Fakat yukarıdaki hadislerde her iki Ruyeti birbirine kavuşmuştur. Dolayısıyla bu hadisi kabul etmek mümkün değildir.
Son tahlilde yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerin sıhhatli olanlarının İbn Mes’ud ve Hz. Aişe’den gelenler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu iki kişi de, Rasûlullah’ın (s.a) Allah’ı değil, Cibril’i gördüğünü ittifak ile söylemişlerdir. Ayrıca bu rivayetler, Kur’an’ın ifadeleriyle de mutabakat arzetmektedir. Ayrıca Ebu Zer’den ve Ebu Musa el-Eşari’den nakledilen hadisler bu hususu teyid ediyorlar. Bunların aksine İbn Abbas’dan gelen rivayetler karma karışıktır ve çelişkilerle doludur. Nitekim bu rivayetlerin hiçbiri Hz. Peygamber’e (s.a) kadar ulaşmaz. Bu konudaki istisnalar içerisinde de, Kur’an’da zikredilen, “Ru’yet” hakkında bir açıklama yoktur. Ancak bir rivayette açıklama bulunuyor, onda da “Benim anladığıma göre Rasûlullah (s.a) Allah’ı rüyada görmüş” denilmektedir. Dolayısıyla bu rivayetlerin İbn Abbas’a ait olduğu şeklindeki iddialar güven verici değildir. Muhammed bin Ka’b el-Kurzi’nin naklettiği rivayete gelince, hangi sahabilerin soru yönelttikleri zikredilmemiştir. Yine o, Hz. Peygamber’in (s.a) Allah’ı gördüğü şeklindeki iddiayı reddeden başka bir rivayeti nakletmiştir.
***
(1) http://www.suleymaniyevakfi.org/roportajlar/isra-ve-mirac.html
(2) https://www.youtube.com/watch?v=5KcoZ4Y7Wl4&t=14&t=28m33s
(3) http://www.fetva.net/yazili-fetvalar/mirac-hadisesine-kuranda-yer-veriliyor-mu-bu-isin-asli-nedir.html
(4) http://www.istekuran.com/index.php?page=necm
(5) https://www.youtube.com/watch?v=rhe7ZByTSgo&t=41m30s
(6) http://www.mustafaislamoglu.com/yazar_487_8_mirac-ilerleme-mitine-karsi-yucelme-hakikati-.html
0 Yorumlar