Bugün İslam estetiği üzerine yapılmış çalışmalara baktığımızda, bu çalışmaların genellikle İslam’ın siyasette, sanatta belirleyici olduğu dönemlerden hareketle yapıldığı görülecektir. Bunda garipsenecek bir yan yok. Çünkü o dönemler, her türlü tartışmaya açık olmakla birlikte, İslam’ın egemen bir paradigma olarak hayatı kuşattığı ve dolayısıyla her alanda Müslümanların kendilerini ifade edebildiği dönemlerdir. Sanatın ve estetiğin bir hayat telakkisinden bağımsız düşünülemeyeceğini hatırlarsak, o zaman sözünü ettiğimiz estetik çalışmalarda, Müslümanların kendilerini en rahat şekilde ifade ettikleri dönemlerin esas alınması doğaldır.
Bu nedenle İslam sanatı ya da estetiği başlıklı kuramsal arayışlar, söz konusu dönemin genel eğilimlerini yansıtacak şekilde kurgulanmaktadır. Örneğin Turan Koç’un İslâm Estetiği adlı kitabının bölüm başlıklarına bakmak bile bize fikir verebilir: “İslâm Estetiği ve Sanatının Ufukları”, “Güzellik ve Estetik Tecrübe”, “İslâm Estetiği ve Sanatının Kelâmî Boyutları”, “İhsanın Tezahürleri”, “İslâm Sanatı ve Resim.”
Tevhid, ihsan, iman, güzellik, hakikat, bilgi, kutsal ve ulvilik gibi kavramlar kitapta sıkça karşımıza çıkar. Zaten Koç’a göre, İslam sanatının ne olduğunu kavramanın yolu nihai anlamda İslam’ın özünü anlamaktan geçer: “Kısaca İslâm sanatının temelini İslâm’a ait aslî değerlerin birliği ilkesi oluşturur. Bu sanatta güzel ile iyi, işe yarama ile zevk verme birbirinden bağımsız değerler olarak görülmez.” (Turan Koç, İslam Estetiği, İsam Yay. İst. 2008, s. 18).
İslam’ın özü mahiyetindeki tevhid ilkesi, Müslümanların sanatı üzerinde de temel belirleyici olmuştur. Kutsal-dünyevi, dünya-ahiret, fizik-metafizik gibi ayrımların görünmediği İslam sanatında, her şey Allah’ın eşsiz yaratmasının delilidir. Âlemler, ilahi uyumun gereği olarak düzenlilik, hesap ve takdirle yaratılmıştır. Böylesi bir uyum, aynı zamanda güzelin neşet ettiği vasattır, dahası duyularımızla algıladığımız âlem de bir bütün olarak güzeldir. Burckhard’a göre: “Sanatın özü güzelliktir ve bu da, İslamî terimlerle ifade edecek olursak, ilahî bir niteliktir; dolayısıyla ikili bir özelliğe sahiptir: olgu ve olaylar dünyasında görünüştür; güzel varlıkları ve güzel şeyleri âdeta bürüyen bir örtüdür; ama Tanrı’da veya bizatihî olarak bâtınî bir güzelliktir; o, bu âlemde tezâhür eden bütün ilahî sıfatlar içinde saf Varlık’ı en dolaysız bir biçimde hatırlatan ilahî bir niteliktir.” (Titus Burckhard, İslam Sanatı, (çev. Turan Koç), Klasik Yay. İstanbul 2005, s.1).
Allah’ın yarattığı her şey güzeldir; O’nun yarattıkları arasında çirkin, abes, lüzumsuz şeyler yoktur; şerri ve kötülüğü de yaratmaz: “Yedi göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yaratan O, [ne yüce]dir: Rahmân’ın yaratışında hiçbir aksaklık göremezsin. Gözünü bir kez daha [ona] çevir: Hiç kusur görüyor musun?” (67/Mülk-3) (Meallerde Muhammed Esed’e başvurulmuştur). “O, yarattığı her şeyi en mükemmel şekilde yapandır” (32/Secde-7).
İslam sanatı mimetik değildir. Zaten Allah her şeyi güzelce yarattığı için, onun yarattıklarını taklit etmek, sadece güzel’in kopyası olacak ve bu kopyalama güzel’i, insanın eksiklikleriyle, kusurlarıyla sakatlayacaktır. Burckhard’ın da dikkat çektiği gibi, İslam sanatı daha çok Allah’ın güzel âyetlerine dikkat çekmek ve bu âyetlerle Allah’ı hatırlatmak, ima etmek üzerine kurgulanmıştır. Turan Koç’un, kitabında Gazzâlî’den yaptığı alıntı tam yerindedir: “Allah’ı bilmek (mârifetullah) insana has bir özelliktir. Gerek yer ve göklerde, gerek bitki ve hayvanlar dünyasında Allah’ın yarattığı hayret uyandıran güzellikleri inceleyerek, bu, insanın başını döndüren işin, sağlam düzenin, düzen veren bir yaratıcı, bir hüküm verici ve yerli yerine koyucu bir fâil olmadan gerçekleşmeyeceğini birazcık aklı olan herkes anlar.” (T. Koç, age, s. 103).
Bu bağlamda sanat, bütünsel bir âlem tasavvuruna sahip insanların, yaratılmışların bütünsellik içindeki yerini, anlamını, işlevini anlamaya yönelik kaygısının estetik tezahürüdür diyebiliriz. Bu yaratıcı süreci Bruckhard şöyle özetler: “Sanat bir yandan nispeten biçimsiz olan bir malzemenin genellikle zahmetli bir şekilde ideal bir modele göre şekillenmiş bir nesneye dönüşmesinden ibarettir. İmdi bu şekillenme su götürmez bir şekilde ilahî gerçeklikleri temaşaya tâlip olan bir kimsenin kendi içinde ve yine karmaşık ve şekilsiz ama potansiyel olarak soylu bir hammadde rolü oynayan nefsinde (soul) tamamlamak zorunda olduğu eserin bir imajıdır. Öte yandan, temaşa nesnesi duyularla idrak edilebilen bir güzellikte hayal ve tasavvur edilir; çünkü bu güzellik aslında mahiyeti bakımından biricik ve sınırsız olan bizâtihî Güzel’den başka bir şey değildir.” (T. Burckhard, age, s. 227).
İslam sanatı ve estetiği hakkında bilinen nitelikleri daha fazla aktarmanın yazımız bağlamında bir anlamı yok. Buradaki kısacak hatırlatmamızda da görüldüğü üzere, İslam sanatının ve estetiğinin özü; yaratılmış her şeyi Allah’ın güzelce yaratışının bir âyeti olarak görmek ve güzellikler karşısında yaşanan heyecanı, hazzı, haşyeti… sanatın imkanları içinde, ama İslam’ın belirlediği tevhidi algıya uygun olarak ifade etmektir, dersek sanırım yanılmış olmayız.
Buradaki sorun, İslam estetiğine dair genel kabullerin günümüz modern sanatıyla ve estetiğiyle herhangi bir şekilde bağdaşmaması; günümüz sanatını ifadeden uzak olmasıdır. Yazımızın girişinde, İslam estetiği çalışmalarının İslam’ın belirleyici olduğu dönemlerden hareketle yazıldığını söylemiştik. Dolaysısıyla modern sanatı kapsamaması doğal karşılanabilir. Bu durumda ciddi bir soru doğmaktadır: Pekala son yüzeli-ikiyüz yıldır Müslüman sanatçılar ne yapmaktadır?
Modernleşme tarihimiz diyebileceğimiz bu süreçte, gündelik hayatı düzenleyen egemen paradigma yıllar içinde değişti. Bu öylesine radikal bir değişimdi ki, Müslümanlar kendilerini, hiç tanımadıkları, bilmedikleri bir dünyanın içinde buldular. Giyim-kuşamdan, yeme-içme alışkanlığımıza kadar gündelik hayatın her anını ve her yanını kuşatan bu yeni hayat içinde, zamanla eşyayla ilişki biçimimiz de değişti. Örneğin okurken hafif bıyık altından tebessüm ettiğimiz, Tanzimat dönemi romanlarındaki ‘yanlış batılılaşmış tip’ler, sözünü ettiğimiz yabancılığın en güzel örneklerindendir.
Tevhidi ilkenin belirlediği bütünsel tasavvur da aynı dönemde yıkıldı; her şey bölünüp parçalandı. Bugün sıkça karşılaştığımız İslam ve Sanat, İslam ve Bilim, İslam ve Tarih gibi çalışmalar, mezkur parçalanmışlığımızı göstermesi bakımından önemlidir. Çünkü bu tür çalışmalar; sanatı, bilimi, tarihi vb. disiplinleri İslam’ın içinde, İslam’la birlikte düşünemediğimizi, araya koyduğumuz ‘ve’ bağlacıyla İslam’la telif etmeye çalıştığımızı gösterir.
İnsanın yeryüzünde kendi otoritesini ihdas etmek için Tanrıyı öldürmeye kadar varan azgınlaşması, sanat ve estetik anlayışı da radikal bir biçimde değiştirdi. Belki insanlık tarihinde ilk kez ‘karşı estetik’ başlığı altında kötünün, sahtenin ve çirkinin güzelliğinden/estetiğinden söz edilir oldu. Ali Artun Modern Hayatın Ressamı’na yazdığı önsözde şunları kaydeder: “Modern sanatın sahnesi doğa olamaz, kenttir; kent doğa gibi ‘hakiki’ değil, sunidir; tanrısal değil şeytanîdir. Kahramanları da lanetlidir, kötüdür, çirkindir. Doğa cennetse, kent cehennemdir. (Buradan itibaren Sartre’dan bir alıntıyla devam eder)Baudelaire bir kentlidir: Ona göre ‘sahici’ su, ‘sahici’ ışık, ‘sahici sıcaklık, kentin suyu, ışığı ve sıcaklığıdır… sanatın malzemesi bunlardır.” (Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı,(çev. Ali Berktay), İletişim Yay. İstanbul 2009, s. 56).
Bu tarihe kadar neredeyse her zaman ve her toplumda sanat, güzelin peşinde bir arayışken, zamanla ‘kötünün estetiği’ne doğru yön değiştirdi. Baudelaire bunun bir zorunluluk olduğunu söyler, çünkü ona göre: “Antik sanattan saf sanat, mantık, genel yöntem dışında kalan şeyleri öğrenmeye çalışanın vay haline! Oraya fazla gömülünce şimdi’ye ilişkin belleğini de yitirir; içinde yaşadığı koşulların sağladığı haklardan ve ayrıcalıklardan vazgeçer. Burada gerçekten bir ayrıcalık söz konusudur, çünkü neredeyse bütün özgünlüğümüz, zamanın duyularımıza vurduğu damgadan kaynaklanır.” (C. Baudelaire, age, s. 217). Modernliğin ‘hemen, şimdi, burada’ vurgularıyla birlikte, sanat boş tuvallerin sergi salonlarında sergilenmesine ya da dışkıyla resim yapılmasına kadar geldi dayandı.
Böylesi gelişmeleri elimizin tersiyle itemeyiz. Zira bizler de modern zamanlarda doğduk, modern formasyonlardan geçtik ve artık eşyayla birer modern insan olarak ilişki kuruyoruz. İslam sanatı olarak bildiğimiz mimari, musiki, şiir, hat, tezhip ve minyatür; modern dünyada, -şiir dışında kalanlar- sanatın bir şubesi olarak bile görülmüyor. Şimdilerde, geleneksel sanat olarak tesmiye edilen sanatlar ya taklide düşüyor ya da ‘gelenekselle moderni buluşturma’ gayretiyle parodi, pastiş ve kiç gibi postmodernist sanatın niteliklerine bürünüveriyor. Ömer Lekesiz’in uzunca bir zamandır Yeni Şafak gazetesinde konuyla ilgili yazdıkları, şimdilik kuramsal arayışlar bakımından kayda değer nadir çalışmalardandır.
Selçuk Mülayim; kültür ve sanatta İslami motiflerin altını kalınca çizmeye çalışan yeni eğilimin, mimari ve el sanatlarında, ‘ötekiler’den ayrılmanın bir yolu olarak kendini dışa vurduğunu söylüyor: “İslâm’a ait olduğu var sayılan her şekil ve renk, Hint, Endülüs ya da Memlük kökenli olmasına bakılmaksızın aceleyle devşirilirken, yeni İslâm enternasyonali adına, tuhaf bir Esperanto doğmaktadır. Sanattaki bu eklektik yönelim, panik halindeki arayışlar sırasında ortaya çıktığından, ölçü, uyum ve esasları açısından ciddi, fakat daha çok ironik göstergeler sunuyor.” (Selçuk Mülayim, İslâm Sanatı, İsam Yay. İstanbul 2010, s. 197)
Sanatın, hayat telakkisinden bağımsız olamayacağını söylemiştik; yeni hayat telakkisi her anımızı ve her yanımızı kuşatmışken, metropollerde neredeyse tabii olanla yüz yüze gelme imkanımızı bunca yitirmişken, atalarımız gibi bir sanat ve estetik ortaya koymamız muhaldir. Bu izleri öykü ve roman üzerinden sürmek çok daha kolaydır. Örneğin Rasim Özdenören’in öykü kitaplarının başlıkları bile sözünü ettiğimiz parçalanmayı göstermek için yeterlidir: Hastalar ve Işıklar; Çarpılmışlar; Çözülme; Çok Sesli Bir Ölüm; Acemi Yolcu. Ya da Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerindeki modern insanın kaldırımlarda, otel odalarında geçirdiği cinneti hatırlayalım.
Atalarımız gibi salt güzeli, iyiyi, doğruyu yazamıyoruz; yazdığımız öykü ve romanlar mutlaka çatışma, gerilim, dram, trajedi, dağılma ve parçalanma üzerine kuruluyor. Marshall Berman’a göre modern olmak, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürmek demektir: “Modern ortamlar ve deneyimler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin, bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama, paradoksal bir birliktir bu, bölünmüşlüğün birliğidir: Bizleri sürekli parçalanma ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürükler. Modern olmak, Marx’ın deyişiyle ‘katı olan herşeyin buharlaşıp gittiği’ bir evrenin parçası olmaktır. Kendilerini bu girdabın tam ortasında buluveren insanlar buraya düşen ilk, belki de tek insanın kendileri olduğunu düşünürler; modernlik öncesi bir ‘Yitik Cennet’e dair sayısız nostaljik mitosu doğuran işte bu duygudur.” (Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, (çev. Ü. Altuğ-B. Peker), İletişim Yay. İstanbul 2004, s. 27-28) Bugün yazılan öykü ve roman, modernliğin yarattığı bütün bu parçalanmışlık, dağılmışlık, yalnızlık halleriyle savrulduğumuz hayat içinde yaşadığımız yabancılığımız, ruhsal gerilimlerimiz, çatışmalarımız, varoluşsal kaygılarımız ve cinnetimizle maluldür.
Gelenek ve modernlik arasında yaşanan yarılma, çatışma ve gerilim ister istemez eserlere yansımaktadır. Doğal olarak bu dönemin eserleri de iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, güzelle çirkinin arasında salınıp durmaktadır. Çünkü kötü, çirkin, zararlı gibi fuhşiyatın tamamının men edilemediği, tersine giderek meşruiyet kazandığı modern hayat içerisinde, geleneksel sanatta ortaya konan ‘saf’lığa ulaşmak da mümkün olamamaktadır.
Elbette insan yeryüzünde başıboş bırakılmamıştır; Kur’an bir hidayet rehberi ve Furkan olarak elimizin altındadır. İnsanın öncelikle kendi yaratışına, fıtratına uygun bir halin ve adil, ahlaklı bir toplumun nasıl teşekkül edeceğine dair ilkeleri belirlemiştir. Ancak bu hal, toplumsal yaşamın söz konusu ilkeler etrafında kurulmasıyla mümkündür; değilse, geriye kalan tek tek insanların, böylesi bir dünyada nasıl daha adil ve ahlaklı olabileceği kaygısıyla sınırlı kalmaktadır.
İşte insanların tek tek yaşadıkları bu kaygı, Müslüman sanatçının da kendini ifade ederken neyi, nasıl anlatacağını belirler. Zira “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onları ihlal etmeyiniz: Zira kim Allah’ın koyduğu sınırları ihlal ederse, işte onlar zalimlerdir!” (2/Bakara-229) diye Kur’an uyarır. Ancak modern hayat içerisinde sanatın sınırları konusu yeterince tartışılmamıştır. Yazımız boyunca vurguladığımız gibi İslam sanatı ve estetiği çalışmaları da bu dönemi kapsayacak şekilde genişletilmediği için, söz konusu sınırları aramak, sanatçının kaygısıyla sınırlı kalmıştır. Örneğin Rasim Özdenören’den mülhem söylersek, Müslüman bir müteahhit ne kadar bina yaparsa yapsın, hiçbirinin tuvaleti kıbleye bakmaz.
Gündelik hayatını imanın ilkeleri çerçevesinde düzenlemeye özen gösteren Müslümanlar, sanat ya da başka alanlarda kendilerini ifade ederken, elbette kendilerini aynı çerçeveyle sınırlamaktadırlar. Çünkü eser de amellere dahildir ve müminler amellerinden hesaba çekileceklerdir. Ancak bu sorumluluk bilincine rağmen modern hayat içindeki Müslüman sanatçılar, eserlerinin de sınırlarını sorgularken ister istemez modern reflekslerle hareket edebilmektedirler. Çünkü bu hayatın dışına çıkabilmek mümkün değildir, yıllar içinde neyin ne kadar modern bir refleks ya da modern bir anlayış haline geldiğinin muhasebesini yapabilmek de zordur; tıpkı balığın suyu bilmemesi gibi. Hasan Aycın’ın sıkça çizdiği gibi idam ipi boynumuza geçmiştir ve ucu da elimizdedir.
Öykü ve roman üzerinden iz sürdüğümüzde iki tür refleks geliştiğinden söz edebiliriz. Birincisi, modern hayat içinde meşruca arz-ı endam eden her türlü fuhşiyata sırt dönmek ve böyle bir şey yokmuş gibi davranmak. İkincisi modern hayata sabırla göğüs germek, onunla hesaplaşmak ve sözünü çağa karşı söyleyebilmek. Şimdilik bu arayışlar alabildiğine indî kalmaktadır. Tabii ki burada önemli olan, yıllar içinde bizim de bir medeniyet kurduğumuzun bilincinde olmaktır ya da en azından kültür diyelim. Şimdi biz nasıl geriye dönerek, tarihi dönemselleştirip atalarımızın kurduğu medeniyetlerden söz ediyorsak; bir zaman sonra torunlarımız da geriye dönüp bizim ortaya koyduklarımızı değerlendirecektir. Biz tarihe bakıp ‘atalarımızın şanlı geçmişinden, şaheserlerinden’ bahsederken; onlar bizler için ne diyecekler acaba?
(Hece, Haziran-Temmuz-Ağustos 2013, s. 198-199-200)
Cemal Şakar
0 Yorumlar