Kopyalama’nın Öteki Yüzü
Paylaş:

images-300x168 Kopyalama’nın Öteki Yüzü20121014183305-ab5b4fa2-me Kopyalama’nın Öteki Yüzü
İSPANYOL FİLOZOFU MİGUEL de Unamuno, “Hiçbir şey, bana hiçliğin kendisi kadar korkunç görünmüyor” der bir yazısında. İnsanın şuuru ‘eğer iki karanlık arasında bir şimşekten başka birşey değil’se, yani insan yokluktan gelip gene bir yok oluşa gidiyorsa, ‘o zaman, hayattan daha iğrenç birşey olamaz’ da der. Ayrıca, yok olmaktansa, sonsuza dek cehennemde yanmaya razı olduğunu söyler.

Bu son husus, henüz ilkgençlik yıllarında Said Nursî’nin ruhunda da ma’kes bulan bir gerçektir. O da, bir milyon sene şahane bir hayat mı, yoksa öyle şaşaalı olmasa da ebedî bir hayat mı istediğini ruhuna sorduğunda aldığı cevap,“Cehennem de olsa, beka isterim”dir.

Kısacası, ölümsüzlük, fıtratın vazgeçilmez bir özlemidir. İnsanoğlu, ilk insandan bugüne, sürekli ‘ölümsüzlük özlemi’yle, yani ‘sonsuzluk arzusu’yla haşir-neşir olmuştur. O kadar ki, İblis’in Âdem’i (a.s.) kandırması bile ancak ‘ölümsüzlük’ kozunu kullanarak mümkün olmuştur. Âdem’in yediğinin elma mı, buğday mı, başka birşey mi olduğunun pek önemi yoktur; her ne ağaçtan yemiş ise, onu ‘şeceretu’l-huld’ bilerek yemiştir. İblis, bu ağacın ‘ölümsüzlük ağacı’olduğunu söylemiştir ona; bunun meyvesini yersen ‘beka’ meseleni çözersin demiş, ancak o şekilde aldatabilmiştir.

İşte, ölümün tartışmasız bir gerçek, ölümsüzlüğün de vazgeçilmez bir özlem olmasıdır ki, çağlar boyu, ‘sonsuzluk’ iklimlerinde dolaştırmıştır insanları. Kulağını vahye, kalbini imana, aklını dinin hakikatine açık tutmuş olanlar için, bu sonsuzluk özleminin iksirini bulmak pek o kadar zor olmamıştır. Çünkü, ilâhî vahiy, öncelikle insana kâinatın Sâniini bildirmiştir çağlar boyu.Şu kâinatı vareden Zât-ı Zülcelâl, Kadîr-i Mutlaktır, Alîm-i Mutlaktır, Rahîm-i Mutlaktır… O halde, bütün beşerin en ziyade istediği şey olan ebediyeti verecek;o sonsuz adaleti ile, asileri cehenneme, itaatkâr kullarını cennete göndereceği bir âhiret yurdunu var edecektir. Kudreti mutlak olduğuna göre, bu O’na ağır gelmez. Hem, her bahar gösterdiği haşir-neşir nümuneleri, birer ‘yeniden diriliş’ müjdesi hükmündedir.

Buna karşılık, ‘felsefe çizgisi’ diye özetlenen ve en bariz özelliğini dinin cevap veriyor olduğu sorulara dine sırtını dönerek cevap bulma arayışının oluşturduğu bir akım da insanlık tarihi boyunca var olagelmiştir. Ki, filozofların hatırı sayılır bir kısmı bir Yaratıcının varlığını kabul etmezken, Yaratıcıyı kabul edenlerin büyük çoğunluğu da onu bir Kadîr-i Mutlak olarak tanımaz. O, koyduğu kanunların mahkumu olan, kötülüklere mani olamayan, sebeplerin işine ortak olduğu ‘eksik’ bir ilahtır onların anlayışınca. Bu bakımdan, ister bir Yaratıcıya hiç inanmıyor olsun, ister böyle ‘eksik’ bir uluhiyet anlayışı taşıyor bulunsun, felsefenin kendi öncüllerinden hareketle ‘ebedî bir âhiret âlemi’ düşünmek ya zor yahut hepten imkânsızdır.

İnceleyin:  Dünyanın Üç Yüzü

Ama felsefenin en büyük açmazı da işte buradadır.

Hele hele o, son asırlarda olduğu üzere maddeciliğin olabildiğine hükümranlığı altında ise, bu açmaz katmerlenmektedir.

Zira, felsefenin ölümü bir ‘son;’ ölümden sonrasını ile ‘yok oluş’ olarak sunmasına karşılık, insan fıtraten ölümsüzlüğü istemektedir.Bu duygu, bu talep, bu istek etle-tırnak misali insan ruhuna yerleştiği;insanlıktan vazgeçmeden bu istekten de vazgeçilemediği için de, felsefe ‘ara durak’lar bulmaya mecbur kalmıştır. Bunun en birincisi ise, hayatı boyunca eğlence, sefahet veya iş peşinde koşarak ruhun bu arzusunu unutmak veya uyuşturmaktır. Fakat, bu pek sadra şifa olamamakta; en azından ‘ayık’ ve ‘uyanık’ kalınan anlarda, ölümsüzlük arzusu kalbin çeperlerine güm güm vurmaktadır.

Bu yüzden de, felsefenin bulduğu ilave avuntular vardır. En basitinden, kendi varlığının çoluk-çocuğu ile ‘bir şekilde’ devam edeceğini düşündürür insana. Sonra, insanın ‘asabiyet’ damarını kullanarak, kendisi ölse de, ırkının, toplumunun yaşayacağını düşündürerek teselli eder. Bir diğer avunma tarzı ise, ‘eserleriyle’ yaşayacağıdır.

Nitekim, evlatlarının çokluğuyla övünmenin, soy-sopla gururlanmanın, milliyetçiliğin yahut sonsuza dek yaşayacağı ümit edilen devâsâ eserler, anıtlar, heykeller yapmanın felsefe çizgisinin işi olması bir rastlantı değildir. Ne var ki, bütün bunlar insanın ölümsüzlük arzusunu bastırmaya yetmiyor olmalı. Woody Allen gibi inançsız bir mizahçı, vaktiyle New York Times’a yazdığı çok ciddi bir yazıda “Ben eserlerimle ölümsüz olmak istemiyorum.Ölmeyerek ölümsüz olmak istiyorum” dediğine göre… Âhireti yaratmaya muktedir bir Kadîr-i Mutlak’a ve O’nun âhiret yurdunu iktiza eden rahmet, kerem, adalet gibi sıfatlarına olan imanını yitirmiş maddecilerin işte bu ‘ölmeyerek ölümsüz olma’ tutkusunun geçmişi, Eski Yunan’a izafe edilen ‘nektar’ efsanesine kadar uzanıyor muhakkak. Dahası, hemen tüm eski medeniyetlerde bir ‘ölümsüzlük iksiri’ arayışını buluyoruz.

İnceleyin:  Ali Ömer Akbulut - Hû Konşu ''Alıntılar''

Bu arayışın modern bir versiyonunu ise, Batıda sayıları ve okuyucuları giderek artan Longevity türü dergiler yahut kitaplar oluşturuyor. Bu eserlere bakarsanız, şu yemeği yemek, sabahları bu sporu yapmak, akşam üzeri şu şekilde oturmakla, insan ömrünü uzatabilir. Hem, kimi Batılı bilim adamlarının, aslında insanın 350-400 yıl yaşayabileceği türünden açıklamalarının tercümesini şu diyarda iman karşısındaki tavrı açıkça belli bir gazetenin ekinde okumak da tesadüf olmasa gerek. Bu yolda bulunmuş bir üçüncü modern avuntu ise, şu an tedavisi bulunmayan bazı hastalıklara yakalanmış insanların, bu hastalıkların tedavisi bulunduğunda yeniden aktif hayata dönmek üzere kendilerini dondurtmaları.

Ama bütün bunlar da işe yaramıyor. Sonuçta, dörtyüz yıl da yaşansa, veya filanca yemeklerle hayattan diyelim ki on senede kazanılsa, bir hastalığın tedavisi sonradan bulunmuş da olsa, bütün kapılar ‘ölüm’e dayanıyor.Dolayısıyla, ölümsüzlük arzulayan insan ruhu, yine de yaralanıyor!

İşte bu aşamada, yeni ve daha güçlü bir avuntu devreye giriyor: genetik kopyalama. Buna göre, insan bedeninden bazı parçalar alınıp, genetik kopyalama suretiyle insanın ‘kopya’ları üretilebilecek; insanın başına bir kaza gelse bile, hiç olmazsa o ‘kopya’ları yaşamayı sürdürecek.

Bu olur mu, olmaz mı; olursa neler olur, ayrı bir konu. Ama, böyle bir ‘ihtimal’in şu modern çağda bu kadar velvele ve hayretle karşılanması, hele hele inanmayan bazı yazarların ruhlarının ölümsüzlük arzusuna böylece bir menfez bulduklarını ifade yahut ima eden yazılar yazması boşuna değil. Bir Kadîr-i Mutlak’ın varlığına ve asıl olan âhiret yurduna olan imanını kaybeden modern dünya, imanın bir çırpıda çözdüğü en hayatî problemi kendi elleriyle aşmaya çalışıyor. ‘Genetik kopyalama’ serüveninin fıtrat ve hakikat açısından tercümesinin sonucu, işte budur.

Metin Karabaşoğlu – Gölgeler ve Işıklar,syf.32-34