İslami Estetik Telakkide Varlık, Bilgi ve Değer
İslam düşünce ve eğitim tarihine baktığımızda estetiğin bugün anladığımız anlamda başlı başına bir disiplin olarak ele alınmadığını, medrese müfredatlarında ‘estetik’ adı altında veya benzeri bir anlama gelebilecek bir dersin yer almadığını görürüz. Gerçekten, estetik, başlı başına bir disiplin olarak Batı dünyasında da nisbeten ‘yeni’ denebilecek bir dönemde ortaya çıkmıştır. Ancak, bu durum hiçbir zaman ve kesinlikle, İslam dünyasında olduğu gibi Batı dünyasında da ‘estetik’ kelimesinin olmadığı dönemlerde estetik düşünce, estetik kavrayış ve tecrübenin olmadığı anlamına gelmez. Bugün ‘estetik’ ve ‘sanat felsefesi’ adı altında yürütülen tartışmalarda Platon’a kadar uzanan, hatta daha da gerilere giden göndermelerden bunu açıkça görmek mümkündür. Sözü edilen atıflara tekabül eden kaynaklara gittiğimizde, o dönemlerde çok derin, çok boyutlu bir estetik kavrayış ve idrakin olduğu olgusuyla karşılaşıyoruz.
Konuya medeniyetimizin kurucu kaynağı olan Kur’an ve ona dayanan idrakin düşünce, ahlak, sanat, edebiyat, mimari gibi alanlarda ortaya koyduğu eserlere baktığımızda geleneksel ya da “klasik” İslâmî tutum ve yaklaşımlarda estetik kavrayışın çok daha merkezî bir yer ve konumda olduğunu görüyoruz. Bugün “sanat eseri’ olarak adlandırdığımız cami, medrese, çeşme, hüsnühat, musiki eserleri ile edebiyat ve şiir alanında ortaya konmuş eserler, bu derin estetik kavrayışın göz kamaştırıcı örnekleri olarak önümüzde durmaktadır. Bu eserlerin ortaya konulduğu çağlarda eslafımız öyle derin bir estetik idrak ve kavrayışla doluydu ki “estetik” kelimesine muhtemelen hiç ihtiyaç yoktu. Ama bir şey var ki bu eserlerin, onların vecd ve şevkle çarpan gönüllerine batıp çıktığından asla şüphemiz yoktur. Bu eserler onların nasıl bir bediî zevk ve temâşâ tecrübesi yaşadıklarının şahitleridir.
Burada bu konu ile ilgili başka bir hususa kısaca temas etmekte de yarar vardır: Bilindiği gibi, modem dönemlerde çok sayıda farklı, hatta birbiriyle çelişen estetik kuramlar ortaya atıldı. Bu modem öğretiler tarafından ortaya atılan tanım, teori ve temellendirmeler bazı durum ve örneklerinde son derece indirgemeci bir yaklaşım içinde olmalarına rağmen, yine de bunların sanat ve estetik anlayışlarımız üzerinde gözle görülür bir etkileri oldu. Açıkça ifade etmek gerekirse, bu tür kuram, öğreti ve yorumlar bir yerde bizim estetik algı ve kavrayışımızı daraltıcı, bediî zevk ve irfanımızı köreltici bir rol oynadı. Bu durum, böyle bir konuda varlığı, varoluş tecrübe ve algımızı öne almak ve oradan başlamak yerine, önceden belirlenmiş birtakım tanım, taslak ve temellendirmelerden yola çıkmamıza yol açtı. Buna göre, önce estetik zevk, estetik beğeni, estetik kavrayış ve estetik yargının ne olduğunu öğrenmemiz, ondan sonra da sanat eseri üretmemiz gerekiyordu. Böyle bir yaklaşımın, teolojik öğretileri dinin önüne koymaktan pek bir farkı yoktur. Kaldı ki bu tür yaklaşımlar, estetik algı ve sanatta bilgiyi inkar etmelerine rağmen, asıl vurguyu bilgiye kaydırmak gibi bir çelişki içindedir. Gerçekten, estetiğin ne olduğuna ilişkin tanım ve bilgilendirmelerden varlık, hakikat ve varoluş bilincine, zevkine ve vecdine geçilip geçilemeyeceği hiç de açık değildir. Varlığı ve hakikati algılama, anlama ve anlamlandırma tecrübesi, bu tür tecrübenin yorumlan üzerinden elde edilen tanım, tasvir, temellendirme ve teorilerden çok daha önemli ve önceliklidir. Îslamî estetik algının varlık ve hakikat tecrübesi ve idraki üzerinden gelişmesinin önemi işte burada ortaya çıkmaktadır.
Doğrusu, iman tecrübesi aynı zamanda estetik bir tecrübedir. Bu tecrübenin ilk ve doğrudan nesnesi bütün olgu ve olaylarıyla âlemdir. Hâlık, Bâri’ ve Musavvir olan Allah’ın bize bakan Yüzü olarak âlem her türlü cilvesiyle sonu gelmez bir estetik temâşâ hazinesi/nesnesidir. Ne tarafa dönersek dönelim O’nun Yüzü oradadır. Bir Müslüman, hayatı, inşam, dünyayı; kısaca, varlığı böyle algılar. Bugün “sanat eseri’ dediğimiz cami, çeşme, şiir, hüsnühat ve tezhipler de böyle bir idrak ve tecrübenin ilk elden yorumları olarak ortaya çıkmış eserlerdir/ estetik nesnelerdir. Doğrusu, bunlar ‘eser’ olma hüviyetlerini de bu yüzden kazanmıştır. Dolayısıyla, bu eserleri bunları ortaya koyanların iman tecrübelerinin, mümkün olduğu kadar, hizasında bir yerlerde durarak ancak yorumlayabiliriz, öyle anlamak durumundayız.
Her tür ve düzeydeki estetik tecrübede duyusal olduğu kadar aynı zamanda düşünsel, duygusal, hayalî ve hatta ortak varoluş bilincinin sağladığı boyutlar da sözkonusudur. İslâmî estetik tecrübede bu boyutlar aynı zamanda iman tecrübesine yaslanan bir bütünlük içinde karşımıza çıkar. Böyle bir tecrübede, her şeyden önce bir oluş ve eriş durumu sözkonusudur. Görsel, işitsel, ritmik ve mekânla ilgili çeşitli dil ve düzeylerde ortaya konmuş İslam sanat eserlerine baktığımızda bu gerçeği açık bir biçimde görürüz. Kısaca ifade etmek gerekirse, hüsnühat ve tezhip gibi görsel düzeyde; ezan, ilahi ve şiir gibi işitsel düzeyde, cami ve medrese gibi belli bir yer ve konumda karşımıza çıkan eserler İslam’ın varlık tasavvuru, hakikat görüşü, değer telakkisi ve hayat anlayışına yaslanan duyarlılığın süzgecinden geçmiş yorumlar olarak o şekilde ortaya çıkmış eserlerdir ,’Bu eserlerin ortaya çıkış süreçlerinde elbette bireysel dehaların büyük bir payı ya da katkısı vardır. Ama bunlar, nihaî anlamda geleneğin, yani ortak varoluş bilincini öne alan duyarlılığın ortaya koyduğu eserlerdir. Bu özelliği ile bu eserler, kendilerine özgü dil ve duruşlarıyla her şeyden önce İslâmî iman tecrübesinin, din ve diyanet telakkisinin bir dışavurumu olarak o şekilde ortaya çıkmış eserlerdir.
Bu eserlerin hayatta ifa edecekleri görev ya da fonksiyonları yanında aynı zamanda birer estetik nesne olarak ortaya çıkmalarının arka planında yatan şey dayanaklarını Kur’an’da bulan varlık tasavvuru ve hakikat telakkisidir. Daha açık bir ifadeyle, hakikat ve hayatın ne olduğuna ilişkin derin kavrayış, karşılığında bu tür eserlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla bu eserler, mevcut biçim, konum ve görüntüleriyle hayatı kolaylaştırmanın bir aracı olurken, aynı zamanda hakikat algısının estetik bir dışavurumu olarak ortaya çıkmış eserlerdir. Nesnel olanı dile getirmeye taliptirler; çünkü hakikate işaret eden bir dil olma kaygısıyla ortaya konmuşlardır. Mükemmelin dilidirler; çünkü kemâl, İslâmî estetik anlayışta, bediî zevk ve telakkinin doruk noktasma tekabül eder. Güzel ve görkemlidirler; çünkü celâl ve cemâlin teveccüh ve tecellileriyle cilveleşirler. Değerlidirler; çünkü varlığa/varoluşa, buluş ve bulunuş tecrübesine açılan bir dil olma özelliği taşırlar. Böyle bir estetik duyarlılığın eseri olarak ortaya çıkmış bütün İslâm sanat eserleri, özellikle temsil edici örneklerinde, dehanın bireysel yorum ve katkılarını da yansıtan özellikleriyle biricik olanı sergilerler ve böylece de eser olma hüviyetini kazanırlar.
Çok iyi bilindiği gibi, İslâmî estetik kavrayış her şeyden önce tevhid ilkesini öne alan, daha da ileride tevhid ilkesine yaslanan bir kavrayıştır. Doğrusu, mesajın estetik ifadesi söz- konusu olduğunda, hemen her tür ve düzeydeki estetik kavrayışta en başta gelen unsur birlik ilkesidir. Estetik kavrayış veya bir başka açıdan estetik tecrübe asıl anlam ve derinliğini çoklukta birliğin yakalanması durumunda elde eder. Karşılaştığımız olgu ve olayların salt birer olay, hadise, durum veya nesne olarak algılanıp öyle okunması estetik açıdan oldukça kısır bir yaklaşım olur. Önemli olan çeşitli tür ve düzeylerde algıladığımız çokluğu, farklılığı bir şekilde anlamlı bir birlik ve bütünlük içinde kavramaktır. Algı ve kavrayışlarımızda bu birlik ve bütünlüğe ulaşmanın derecesi ne ölçüde yüksekse, bediî zevk ve tecrübenin niteliği de o ölçüde yüksek olur.
İslâmî estetik kavrayışta bu birlik ilkesinin karşılığı tevhid ilkesidir. Bu anlayışta tevhid, estetik tecrübeyi yaşayan açısından bütün duyum, duygu, hayal, akıl ve sırla ilgili güç ve yetilerimizin birleştirilmesini ifade ederken, tecrübeye konu olan şey açısından onun Hak’la ilişkisin yakalanması, yüksek bir idrak durumuna erişilmesini dile getirir. Böyle bir birleşme, bütünleşme tecrübesini dile getiren tevhid estetik algı ve yorumun ulaşabileceği doruk noktasını oluşturur. Kısaca, tevhid ilkesi bütün olgu ve olayları, yani âlemde bulunan her şeyi başlangıçları, mevcut durumları ve sonları bakımından, onları Vare- denle olan alakaları içinde algılamak, anlamak ve anlamlandırmaktır. İslam düşüncesi âlemde/âlemlerde olan hiçbir şeyi asla salt ve kendi kendine yeten bir olgu olarak almaz. İslâmî anlayışta her bir şeyin bir yerde belli bir sebep-sonuç ilişkisi içinde işlediği, ilerlediği kabul edilmekle birlikte, bunların asıl anlamını Yaratanla ilişkileri içinde buldukları anlayışı her zaman en başta gözetilen bir ilke olmuştur.
İslam düşüncesi, her şeyin Allah’ın bilgisi dâhilinde olduğu anlayışını merkeze alan bir düşüncedir. Bu anlayışta bizzat âlem Alîm’in, yani her bir şeyi Bilen’in bilgisinin muhtevasını oluşturur. Allah’ın bilgisi her şeyi kuşatır. Başka bir ifadeyle, her şey Allah onları bildiği için vardır. Bu açıdan, bizim en yakın çevremiz, çevirenimiz Allah’ın hazretidir. Çevremizde gördüğümüz her şey Allah’m ilim, irade ve kudretinin algı ve idrakimize açılan tecellileriyle doludur. Âlemde bulunan her bir şey nihaî anlamda O’nun bir âyeti, kelimesi veya O’na işaret eden bir belgedir. Bu bakımdan, olgu ve olaylar dünyasında gördüğümüz her bir şey, İslâmî telakkide Allah’ın kudret, lütuf ve inayetinin bir alâmeti olarak bilinir. İşte bu yüzden, bir Müslüman tanık olduğu, tecrübe ve temâşâ ettiği olgu ve olaylar karşısında muazzam boyutlarda bir bediî zevk yaşar..
Alemin güzeller Güzeline işaret eden, O’nun güzelliğine kapı aralayan estetik bir temâşâ sahnesi olarak görülmesi ve öyle bilinmesi İslâmî estetik telakkide asıl ağırlığın varlığa verildiğinin açık bir göstergesidir. Bizim estetik algılarımızın, duygularımız ve değer yargılarımızın, modern anlayışlardan farklı olarak, ancak İzafî bir yer ve önemi vardır. Estetik kavrayışın somut bir sanat eserine dönüştüğü durumlar için de aynı şey sözkonusudur. Daha açık bir söyleyişle, İslâmî estetik telakkide asıl önemli ve öncelikli olan estetik nesnedir. Bu estetik nesnenin doğal bir şey olmasıyla bir sanat eseri olması arasında sonucu değiştirecek bir fark yoktur. Bu durum, İslâmî estetik anlayışın özcü (cevheri) bir karaktere sahip olduğunu gösterir. Bundan, İslâmî estetik değer anlayışında estetik yargıların her şeyden önce estetik nesneyi göz önünde bulundurması gerektiği sonucu çıkar. Kısaca, İslâmî estetik telakkide katıksız bireysel algılar, psikolojiyi öne alan yorum ve yaklaşımlar tali bir önemi haizdir. Bu tür yorum ve yaklaşımlar en sonu İzafî olan bir şeyi dile getirir.
İslam düşüncesinin kelam, tasavvuf ve hikmet/felsefe kanalı üzerinden işleyen bütün açılımlarında âlemlerin, kısaca, varlığın tevhid ilkesine ayarlı bir estetik derinlik içinde kavrandığına tanık oluruz. Estetik kavrayış, bu düşünce kanallarının hepsinde de asıl vurguyu kemale, yani mükemmellik üzerine yapar. Söz gelişi, felsefî kanatta olgu ve olaylar düzeni ve düzeyinde şahit olduğumuz mükemmellik bir şekilde Ek- mel olana atıfla anlaşılır. Kelamda bu anlayış, olgu ve olaylar dünyasında gözlemlediğimiz yapı ve düzenden daha sağlam, daha güzel, daha bediî bir düzen ve yapının olamayacağı anlayışı şeklinde kendisini gösterir. Tasavvuf kanadında, bu durum, daha da estetik bir dille, âlemde gördüğümüz her şeyin Cemâl’in cilveleri olduğu şeklinde bir ifadeye bürünür. Kısaca, genel İslâmî anlayışta varlık ya da varoluş başlı başına bir iyilik, mükemmellik ve güzellik olarak anlaşılır. Varlıkta eksik, kusurlu, kötü, kaba saba diye bir şey sözkonusu değildir. Kötülüğün İzafî ve itibarî olmanın ötesinde bir gerçekliği yoktur.
İmdi, buraya kadar topluca ifade etmeye çalıştığımız hususları varlık, bilgi ve değer konuları etrafında biraz daha ayrıntılı bir şekilde göz önüne sermeye çalışalım.
Çok iyi bilindiği üzere, İslam düşüncesi Hakk’ı ve hakikati öne alan bir düşüncedir. Hak ve hakikat kavramlarının Kur’an ve Hadis’ten başlayarak genel İslâmî tefekkürdeki önem ve önceliğini dile getiren yorumları burada ayrıntısıyla vermeye gerek yoktur. Bizi burada asıl ilgilendiren husus, bu kavramların gerçek, nesnel, güzel, görkemli, doğru, iyi, mükemmel, yeni, çekici olanı ifade eden kavramlar olduğu hususudur. İşte bundan dolayı İslâmî anlayışta bütün ağırlık Hakk’a ve hakikati ifade eden üzerine verilmiştir. Hak ve hakikat dışı olan şeyler, gelip geçici, ayartıcı, yanlış yola sevkedici şeyler olarak görülürken, hakikate erişme, Hak ile buluşma ve bu durumu bir şekilde dile getirme çabaları her zaman övgü ve takdirle karşılanmıştır.
Çok iyi bilindiği gibi, Îslamî anlayışta “hak” bizzat Allah’a atıfta bulunan bir kelime olmasının yamnda aynı zamanda doğru, gerçek, güzel, kalıcı ve iyi olanı dile getiren bir kavramdır. “Hak” kelimesinin anlam katları gerçekten öyle geniştir ki burada zikrettiklerimiz bu anlamlardan ancak çok azını karşılayabilir. Bu durum İslam’ın hak ve hakikat olana verdiği önem ve önceliğin ayrıca bir göstergesidir. İslâmî estetik telakki, bu “telakki” kelimesinin hem algılama ve alımlama anlamı ile, hem de bir görüş sahibi olma anlamıyla, hak ve hakikate sadakati olmazsa olmaz bir şart olarak görür. O bakımdan, her tür ve düzeydeki bediî tecrübede erişilmeye çalışılan, her türlü dil ve söylemle ifade ve izhar edilmeye çalışılan Hak ve hakikat olmuştur. Çünkü hakikat güzeldir, iyidir, doğrudur ve gerçektir. Ve hakikat asla usandırmaz.
Hakikat ve çoğul şekliyle hakâik her tür ve düzeydeki varoluş tarzı ve tecellileriyle (maddî ve ruhanî dünyalar) Hakk’a işaret eden, dolayısıyla O’nunla ilişkili bir şekilde anlaşılmayı talep eden gerçeklik ya da gerçekleşişleri dile getirir. Daha açık bir ifadeyle, hakikat, bir boyutuyla ve bir şekilde Hakk’ın bizim algı ve tecrübemize açılan feyz ve tecellisi demektir. İslâmî estetik anlayışa göre en derin, en anlamlı, en vecitli buluş neşesi Hak ile buluşma süreçlerinde yaşanır. Hakikatle buluşma estetik tecrübede sözkonusu olan çok derin ve değerli bir bütünleşme sürecini dile getirir. Bu sürecin ilk elden bir yorumla herhangi bir dil düzeyinde biçime bürünmesi bize sanat eseri dediğimiz estetik nesneyi verecektir. Başta sufi şairler olmak üzere, böyle bir hakikat duyarlılığına sahip tüm şair, sanatçı, mimar, nakkaş vs.’nin dili böyle bir tecrübeye işaret eder. Bu dil varlıkla buluşan ve varlığa tanıklık eden bir dildir. Böyle bir tecrübe, anlayış ve duyarlılığın dili olarak ortaya çıkan İslam sanat eserleri de asıl ayrıcalıklarını, her şeyden önce, bu özelliklerinden dolayı elde ederler.
İslâmî estetik anlayışın hakikate olan bu sadakati, onun, bilgi ile de sıkı bir ilişki içinde olduğunun açık bir kanıtıdır. Gerçekten, İslâmî estetik anlayışta bilgi son derece önemli bir yere sahiptir. Hakikatin herhangi bir düzeyde idraki veya herhangi bir düzeydeki hakikat idraki/algısı nihaî anlamda bir bilme, bir şekilde farkında olma sürecini ifade eder. Böyle bir bilme ya da farkında oluşun ve farkında olunan şeyin ne olduğunun başkasına iletilmesi, anlatılması ve açıklanması son derece zor olsa da böyle bir tecrübeyi yaşayan açısından bunun gerçekliği konusunda hiçbir şüphe ya da tereddüt duyulmaz. Belki de böyle bir şeye imkân vermeyen şey tecrübenin biricikliği- dir. Ve belki de bu yüzden, o biricik bir dille dışa vurulmayı gerektirmektedir.
İbn Arabî’nin “Kitâbu’l-Cemâl” adlı risalesindeki bir bölüm İslâmî estetik görüşteki varlık, bilgi ve değer ilişkisi anlayışını son derece veciz bir şekilde ifade eder. İbn Arabî burada, Allah’ın Kitabındaki her bir âyetin ve varoluştaki/varlıktaki her bir kelimenin (her bir nesnenin) kemâl, cemâl ve celâl şeklinde üç boyuta sahip olduğunu ifade eder. Kemâl, yani yetkinlik ve mükemmellik her şeyden önce varlıkla ve dolayısıyla bilgiyle ilgili bir hususu dile getirir. Bilgimizin sağlıklı ve güvenilir olması için onun belli bir içeriğe sahip olması, yani va- roluşsal bir özellikte olması gerekir. Bu da bilginin, olgu ve olayları, bunların hak ve hakikat ile olan ilişkileri bağlamında ele alınıp öyle değerlendirilmesiyle olacak bir iştir. Aksi takdirde, salt bireysel beğeni ve zevklerimizin, kişisel değer yargılarımızın yumağında, kısaca hevâ ve heveslerimizin sarmalında dönenip dururuz. İslam estetik telakkisinin bu tür ilca ve iğvalardan, ayartmalardan son derece uzak durduğunu görüyoruz. Doğrusu, onun ayırt edici özelliği ve başta modem estetik kuramları olmak üzere, öteki estetik anlayışlardan farkı da burada yatar.
İslâmî estetik telakkide varlığın, bizim bediî zevk ve duyarlılığımıza açılan görkem, güzellik ve gerçeklği birbirinden ayrı unsur ya da değerler değildir. Geleneksel dil ve söylemimizde bu durum “cemâl içinde celâl, celâl içinde cemâl” şeklinde ifade edilir. Varlık bize ister güzelliğiyle/cemâliyle teveccüh ve tecelli etsin, ister celâliyle, bu tecelliler nihaî anlamda Hakk’ın tecellileri olmak bakımından aynı değer ve önemdedir. Her türlü iş ve ilişkilerimiz belli birtakım sebep-sonuç ilişkisi içinde gerçekleşse de nihaî anlamda eden, eyleyen, etkin olan bu sebeplerin de var edicisi olan Allah tır (tnüscbbibu’l-csbab). Bu anlayış açısından, olgu-değer ayırımına gitmek asla kabul edilecek bir şey değildir. Alemde olup biten her şey, hem varolan bir şey olması, hem de olduğu şekilde var olması bakımından değerli ve önemlidir.
Doğrusu, olgu-değer ayırımı yatay nedensellik ilkesine bağlı kalmanın gerektirdiği bir sonuçtur. İslâmî kavrayış olgu ve olaylan yatay nedensellik ilkesi ile birlikte, hatta daha ağırlıklı olarak dikey nedensellik ilişkisi bağlamında yorumlar. Bu dikey nedensellik anlayışında, sebeplilik, salt somut bir etki- tepki ilişkisinden çok beraberinde inayet, lütuf, ihsan, kerem boyutları da olan yaratma eylemi olarak anlaşılır. Halkın, yani yaratıkların ve yaratmanın gerçekleşmesi de Hakk’ın dilemesi ve meşî etiyle olan bir şeydir. Her şey yeni bir yaratılış içinde- dir ve yaratılışta tekrar yoktur. Bu durum Cüneyd ve İbn Arabi gibi bazı sufilerin dilinde; “Lâ tekrara fî’t-tecelli” şeklinde ifadesini bulur. Kısaca, yaratma her düzeyde eşsiz, örneksiz bir mükemmellik içinde gerçekleşir. Eşsiz, örneksiz Yaratan’ın (Bedî’u ‘s-semâvâti ve’l-ardı) sun’u olarak yerler ve gökler ve bizzat kendi varoluşumuz bir Müslümanın gözünü, gönlünü sonsuz bir hamd ve şükür duygusuyla doldurur. Bu durum, hem her şeyi ile âlemi, hem de onda yer alan tek tek her bir varlık, nesne ve durumu inananlara eşi, benzeri görülmemiş bir estetik nesne kılar. Hayret tecrübesi, geleneksel anlayışta herhalde bu yüzden önemli görülmüştür. Sonuç olarak estetik tecrübe de asıl anlam ve derinliğini varlıkla buluşma, böylece de kendi varoluşumuzun farkına varma tecrübesinde elde edecektir. Büyük sufi ve şairlerin dilinden okuduğumuz vecit terennümleri böyle bir tecrübeye tercüman olan ifadelerdir.
“İslam sanat eserleri” dediğimiz eserlerin ortaya çıkış süreçlerinde her şeyden önce ifade etmeye çalıştığımız bu duyarlılık, anlayış ve kavrayışm etkili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu eserler böyle bir duyarlılıkla gönle batıp çıktıkları için eser olmuşlardır. Bu durum İslam sanat eserlerinin hangi yoldan, hangi duyarlılıkla ve nasıl bir estetik kavrayışın neticesi olarak ortaya çıktığını gösterir.
Kısaca, İslâmî estetik duyarlılık varlığa dayanan, geniş anlamda bilgiyi önemli gören ve değeri, salt bir bireysel beğeni işi olmanın ötesinde, varlık ve bilgi ile birlikte kavrayan bir duyarlılıktır. Bu duyarlılığın estetik yapı ve kıvamdaki somutlaştırmaları, yani sanat eserleri de ilkeye sadık kaldığı sürece hem üzerinde bulunduğu mirasla daha iyi anlaşacak, hem de çok daha yeni yorumlarla kendisini yenileyecektir. Sanat eseri her tür ve düzeydeki şekli ile bir dildir ve nihaî anlamda anlaşılmayı ister. İslam sanatı önem ve önceliği hakikatin dili olmaya verir. Zaten İslâmî estetik algının şuur alanı varlık ve hakikati merkeze alarak görsel, işitsel ve mekânla ilgili her türlü biliş, kavrayış, buluş tecrübemizi olgu-değer bütünlüğü içinde buluşturan bir genişlik ve derinliğe sahiptir. Bu çok katlı, çok boyutlu estetik kavrayışın ortaya koyacağı eserler de ister istemez çok katlı bir semantik içeriğe sahip olacaktır. Zira İslamî estetik algı ve alımlama varlığı hem bireysel gerçekleşiş- leriyle, hem de bütünlüğü içinde algılamayı, anlamayı ve anlamlandırmayı öne alem bir algıdır. Buna göre, âlemdeki her bir şey bir âyet, bir işaret; kısaca, bir dildir. Önemli olan, bu dilin arkasmdakini, işaret ve ima edilen, çağrıştırılan şeyi yakalayacak bir keşif etkinliği içinde olmaktır. Böyle bir süreçte vicdanımızın, yani iç buluş ve biliş yetimizin bize açtığı bulunuş tecrübesi tarif edilmez bir aydınlanma ve vecit tecrübesiyle taçlanacaktır.
Turan Koç – Zamanın Gözleri,syf.61-73
Daha önce yayımlandığı yer: “İslamî Estetik Telakkide Varlık, Bilgi ve Değer,” Islam,Sanat ve Estetik: Dinî Yayınlar Kongresi, İstanbul 2014, ss. 78-81.