ZAFERİN SERHAT TÜRKÜSÜ Cebrail’in kanadı yeniden dokunacak mı ipek­ten hafif bir esintiyle insanlığın omuzlarma? İnsanlı­ğın ağır yük altında çökmeğe yüz tutan omuzlarını, yeniden, Vahiy meleğinin şifa verici elleriyle onana­cak mı? Çürümüş, morarmış omuzlar, yeniden ere­cek mi eski altm günlerine? Ruhun doğusundan batısma bir yeni soluk üfle­necek mi? İsrafil’in Sûru, ölmeden önceki dirilişi ge­ri getirecek mi, aklın buzulunda donup kaskatı kesi­len insan özüne? Derleniş toparlanış şafağı ağacak mı dağılmış, toz haline gelmiş hakikat mantığına? Yeniden gök sofrasını açacak mı ölesiye acıkmış insan ruhunun önüne Mikâil, nîmet saçma görevlisi melek? Tabiat içinde katmerli, kıvrım kıvrım yatan tabiatı, bereket tabiatını bulup çıkaracak, ortaya ko­yacak, sergileyecek mi? Ve yüzünde, celâl şimşeğinden bir maske, insanlara keskin bir kılıç gibi inen o korkutucu fizikötesi elçi, Azrail, “ölüm dersi” kürsüsüne oturduğu her vakit, can kulağıyla dinleyen kişileri tekrar bulacak mı? O, “ölmeden önce ölme”yi öğrenmeğe can atan­lardan. Ölümün korkulu perdesini kaldırabilecek yüreklilerden. Eşyanın donuk yüzünde, cama çar­pan sinek gibi kuruyup kalmayanlardan. Melekler mi gitti, insan mı gitti? Herkes ve her şey yerliyerinde, ama konumlarda, bakışlarda, tu­tumlarda bütün değişme. Şeytanın zaferi mi yani? Hayır, hayır, hiç bir vakit, hiç bir zaman, şeytanın za­feri olamaz. Şeytan, yenilmeye mahkûmdur. Her zaman ye­nilmeye mahkûm. Ama, o öyle ters bir duygu kar- maşasmdadır ki,yenilgiden zevk alır. Kendisiyle bir­likte yenilenleri gördükçe, kendi dışında da, kendi­sinden ötürü bir yenilgi gördükçe, yendiğini sanır. Yenen kendisi midir? Yenilendir o aslında. Ama ne yazık ki, yenilgisi, bir çoklarım da ardından sürük­ler… Şeytan bilir yenileceğini. Her zaman yenildiğini bilir. Ama, o, tek başına yenilmeyi sevmez. Başkala­rının da kendisi gibi ve kendisiyle birlikte yenilme­sinden hoşlanır. Bundan öylesine sevinç duyar ki, kendisinin de zavallılarla birlikte yenilmiş olduğunu unutur. Bu sevinci, başkalarının yenilmesinden du­yulan ters hazzı, bir yengi sevinci sanır. Yenilgiye aracı veya araç olan, yenen midir? Ha­yır. Yenilgi aracı veya aracısı, ancak yenilgiye aittir. Onun zaferle ne ilişkisi olabilir? -sî ve biraz da bu zevk yüzünden bir çok kişileri *an ckanp sürülmelerine sebep olursa, bu onun Sürgündür o. Başkasını sürgüne gönderen değil, siırdûhnKUHİne voldaş toplayandır o. İTT :Cr? Jf ^

islamda-helal-ve-haramlar-nelerdir-300x200 ZAFERİN SERHAT TÜRKÜSÜ Cebrail'in kanadı yeniden dokunacak mı ipek­ten hafif bir esintiyle insanlığın omuzlarma? İnsanlı­ğın ağır yük altında çökmeğe yüz tutan omuzlarını, yeniden, Vahiy meleğinin şifa verici elleriyle onana­cak mı? Çürümüş, morarmış omuzlar, yeniden ere­cek mi eski altm günlerine? Ruhun doğusundan batısma bir yeni soluk üfle­necek mi? İsrafil'in Sûru, ölmeden önceki dirilişi ge­ri getirecek mi, aklın buzulunda donup kaskatı kesi­len insan özüne? Derleniş toparlanış şafağı ağacak mı dağılmış, toz haline gelmiş hakikat mantığına? Yeniden gök sofrasını açacak mı ölesiye acıkmış insan ruhunun önüne Mikâil, nîmet saçma görevlisi melek? Tabiat içinde katmerli, kıvrım kıvrım yatan tabiatı, bereket tabiatını bulup çıkaracak, ortaya ko­yacak, sergileyecek mi? Ve yüzünde, celâl şimşeğinden bir maske, insanlara keskin bir kılıç gibi inen o korkutucu fizikötesi elçi, Azrail, "ölüm dersi" kürsüsüne oturduğu her vakit, can kulağıyla dinleyen kişileri tekrar bulacak mı? O, "ölmeden önce ölme"yi öğrenmeğe can atan­lardan. Ölümün korkulu perdesini kaldırabilecek yüreklilerden. Eşyanın donuk yüzünde, cama çar­pan sinek gibi kuruyup kalmayanlardan. Melekler mi gitti, insan mı gitti? Herkes ve her şey yerliyerinde, ama konumlarda, bakışlarda, tu­tumlarda bütün değişme. Şeytanın zaferi mi yani? Hayır, hayır, hiç bir vakit, hiç bir zaman, şeytanın za­feri olamaz. Şeytan, yenilmeye mahkûmdur. Her zaman ye­nilmeye mahkûm. Ama, o öyle ters bir duygu kar- maşasmdadır ki,yenilgiden zevk alır. Kendisiyle bir­likte yenilenleri gördükçe, kendi dışında da, kendi­sinden ötürü bir yenilgi gördükçe, yendiğini sanır. Yenen kendisi midir? Yenilendir o aslında. Ama ne yazık ki, yenilgisi, bir çoklarım da ardından sürük­ler... Şeytan bilir yenileceğini. Her zaman yenildiğini bilir. Ama, o, tek başına yenilmeyi sevmez. Başkala­rının da kendisi gibi ve kendisiyle birlikte yenilme­sinden hoşlanır. Bundan öylesine sevinç duyar ki, kendisinin de zavallılarla birlikte yenilmiş olduğunu unutur. Bu sevinci, başkalarının yenilmesinden du­yulan ters hazzı, bir yengi sevinci sanır. Yenilgiye aracı veya araç olan, yenen midir? Ha­yır. Yenilgi aracı veya aracısı, ancak yenilgiye aittir. Onun zaferle ne ilişkisi olabilir?  -sî ve biraz da bu zevk yüzünden bir çok kişileri *an ckanp sürülmelerine sebep olursa, bu onun Sürgündür o. Başkasını sürgüne gönderen değil, siırdûhnKUHİne voldaş toplayandır o. İTT :Cr? Jf ^ <i mf Ebedî sürgündür o. Sıkıldığı sürgün yalnızlığına o o uy o mahkûmdur. Bu yalnızlığı bir parça gidermek için arkadaş arayan ve her bulduğunda bir avunuş bulan sürekli sürgün. Kürek mahkûmu, kendine eşlik edecek kolların artmasını diler. Ama bu onun almvazısını değiştirir mi? 1111: Arasıra dönüp insardığm üzerine samyeli benze­ri olan soluğunu üfürür. Kavrulan, bu zehirli yelle çılgınlaşan ruhlar, ona doğru koşarlar. O da, adası­na, sürgünlük ve yalnızlık adasma bu koşuşanları gördükçe ufak bir ferahlama duyar. Cüzzamlımn, frengilinin arada bir duyduğu fe­rahlama gibidir bu ferahlayış. Gerçek bir ferahlama, şifadan doğan, nekahat dönemi ferahlaması değil. Öyleyse gerçekte korkacak bir şey yok. Melek kanadını solduramaz o zehirli yel. Geçicidir, güçsüz­dür çünkü. İnanmış insanın üzerine gerilmiş kanadı kıramaz, aşamaz. Şeytanın aşılmaz handikapıdır melek. Ve ruhu­muzun meleklere açık pencereleri. Onun soluğunu içeri bırakmaz bu pencerenin gümüşten tül perdele­ri. Varoluşa örtük inanç kalesini zorlayacak yeni  68 GÜNDÖNÜMÜ bir harekete hazır olmalıdır toprağı aşan tarafımız, ki Kur'an'dan, Vahy Sultanı'ndan, Cebrailin diriltici soluğu erişebilsin. Ki ruhumuzun içindeki türbenin kapısı açılsın. Ve abdest alan yatırı izleyelim gün doğmadan. Ki zaferin serhat türküsü işitilsin ta ufuklardan.  KENDİNİ BULMAK İnsan, çoğunlukla günümüzde, ya kaba kuvvete, ya da ekonomik güce göre kendini ayarlıyor. Dünya konumunu böyle tâyin ediyor. Sonra da sorup duru­yor: "Neden huzursuzum? Neden mutsuzum?". Oysa, kaba kuvvet, ele geçirenin hükmüne tâbi­dir. İnsan kişiliğine yapışık bir şey değildir. O, insan kişiliğini yapıcı bir unsur olamaz. Bu yüzden, insanı kişiliksiz kılmakta kullanılır çoğu kez. Ekonomik güç de, ihtirasların tuzağı ve tutsağıdır... Çok defa kişiye gerekli özgürlüğün amansız düşmanı... Bu iki kitle tabiatının basmcı altında kalan kişilik, bir ma­den tortusu gibi yamyassı yapışıp kalır bir yere. Ve üzerine yediği damganın yazgısından kurtulamaz. Ve derken, huzursuzluk ve mutsuzluk onun alınya- zısı olup çıkar. Kendi kişilğini aramak: insanın bu dünyadaki görevi budur. özgürlükle aramak. Kaba kuvvete ve ekonomik baskıya aldırış etmeksizin aramak.  G Ü N DÖN U NIÜ Sabır içinde aramak. Tanrı'ya güvenerek aramak. Sevgiyle aramak. O J Özgeçi ve özveriyle aramak. İnsan kendini arama borcunda yani. Araya ara­ya bulacaktır kendini. Karanlıklar içinde kaybolmuş âb-ı hayat olan ruhunun yitik cennetini arayarak, bulacaktır. Tanrı'ya doğru giderek bulacaktır kendini insan. Peygamberlerin, yolgöstericilerin izinden giderek kendi kişiliğine çıkacaktır. Oruçla, Tanrı'ya tapınmayla, Tanrı'yı ruh içinde, dilde ve işte anarak, Tanrı'ya gidişi süreklice yaşaya­rak bulacaktır kendini. Bakacaktır, birden, çevre değişmiş. Yüzlerin an­lamı değişmiş. Eşya ve tabiat değişmiş. Görecektir: ses başka, ufuk başka, gök ve toprak başka. Anlayacaktır: savaş ne içindir? Öldürmek için mi? Diriltmek için mi? Mutluluk, önemli mi önemsiz mi? Asıl mutluluk, başkasını mutlu etmek ve mut- * 5 suz etmemekte değil mi? Kendini kaybettiğini bir gün bilecektir insan. Fi- zikötesi ve insanüstü soluklar fısıldamakta durma­dan bunu. Kendini kaybettiğinin farkında olduğu gün, kendini aramaya çıkacağı gündür insanın. Eller ve ayaklar ve onlara evrenin verdiği cevap­lar toplamından ibaret değildir insan. Bunlar, insan değil, insanın marjı, uzantısıdır eşyaya, dışa doğru. Sadece ve sadece bu bakımdan anlamlıdırlar. Kendi-  KENDİNİ BULMAK 79 ne yeter "kesik baş" masalında olduğu gibi, içimiz, bir özgürlüğe ve yoğunluğa kavuşmadıkça, sorup duracağız! "Neden huzursuzum? Mutsuzum: ne­den?" Evren seferine çıkmak için kendine yeterli ruh azığıyla donanık mısın? Ellerini ve ayaklarını, gözü­nü ve ağzını, malvarlığını ve nüfuzunu kullanmak için, bu Tanrı nimetlerine tasarrufta bulunabilmek için, Tanrı halifeliği yetisine sahip misin? İnsan, kendine bir cevap olmak için yaşar. Ama, cevap için önce soruyu, yukardaki soruyu alınyazısı­nın karatahtasına yazacak güç ve cesareti kendisinde bulabilecek midir? İçimiz kabardığında, bu sorundur dipte yosun bağlayan. Gün dönerken, nüansın nüansı melankoli flütle­ri, akşam sürülerini, bu sorular ve yanıtlarla çağıra­caktır dinleniş toprağma. Ölüm ve doğum sûrları, bu soruları ve cevapla­rı üflemektedir ufuklara. Yeterli yarasaya mahsus seslere ayarlamış olmasın kulağını insanoğlu. Kaba kuvvet, teknik kargısı ve malî yapraklar furyasını yarasa çığlığında farksız görecek bir kulak kazansın insan, yeter ki! Yoksa, Tanrı, imtihan der. Bu imtihan çetindir. Taşa ve maymuna dönüşmek de var işin içinde, im­tihan sonucunda veya sonunda. Kıyamet sorusunu, yaşayıp, çilesini çekip çöz­mek gerek. Yoksa, o, insanın güneşini batıracağı gü­nü bilir. O günü iyi bilir.*  MİRAÇ YAKITI   Miracın sahibi Peygamber’in izleyicileri de bu miraçtan sürekli olarak pay sahibi olmak hak ve vazifesi doğrultusunu hiç yitirmemek borcundadırlar.  Miraç mucizesi onlara bu bilinci vermek ve bu sorumluluğu aşılamak için bağışlanmıştır. “Miraç ruhu”nu taşımak: Müslüman, bu psikolojiyle ayrılır öbür inanç ve inançsızlık adamlarından.  “Bir günü öbür gününe eş geçen kişi ziyandadır” kutlu sözü miraç mucizesinin ruh içi gerçeğine, özbenliğine yapışık hakikatine dokunmaktadır.  Allah’a tapınmada, insanlarla ilişkide, düşüncede ve estetikte, sürekli “mirac”ı yaşamak, ilerleme güven ve niyetini yitirmemek kıvamında olmalıdır mü’min ruhu.  Miracın hışırtısı, ruhumuzun kulaklarında olmalıdır daima. Ve iç gözümüz, Burak’ın izinde…  Alev alev yanan ruh, Refref’in kanatlarıyla aşmalıdır kanatsızlık bölgelerini.  Aşksız, kupkuru, donmuş akıl kişisi, müslümanlığın en alt derecesinden ileri gidemez.  Aşk uçuşu… Miraç budur.  Yılda bir kere kandiller bu aşkı somutlandırır; ama içimizin kandilleri günde bin kere miracın yakıtıyla yanmak ödevindedir.  Miraç, Mutlak’ın aşk yüzünü görme yolculuğudur. İç hacdır her mü’minde. Hacda da her Müslüman, miracı, gönlünün öncüsü ve gözcüsü yapabildiği ölçüde manevi hedefe ulaşacaktır.  Namaz, günün dönüm noktalarında miracın bize konuk oluşudur. Vaktin yakasını bırakmamasıdır namaz miracın. Vaktin hamuruna ilahi aşk mayasını ve boyasını durmamacasına katan Peygamber armağanıdır o.  Miraçtır açıp kapayan Cennet ve Cehennem’in pencerelerini; onlarla eğiten ruhumuzu.  Kadir gecesinin tohumudur o. Kur’ân, bu Tûba’nın dallarına asılıdır, gören gözler için.  Alın yazımızın hiyeroglifidir miraç. Mucizeyi kanımıza işleyen Peygamber iğnesi ve kalemidir. Ruh susayışını gideren kevser, onun bardağıyla sunulur inanmış gönüllere.  Zamanı, metafiziğin sınırlarına götürüp orada ruhun solmayan çiçeği yapan odur. Sonsuzluğun, ebediliğin pınarında onu yıkayıp kirlerinden arındıran âb-ı hayat zemzemidir miraç.  Ruh, nerede katranlaşmışsa, ondan miraç çekilmiştir. Nerede elmaslaşmışsa ona miracın ışıkları düşer ve bin yöne yansır.  Dünyayı küçülten büyüten gök aynasıdır o. Bir hardal tanesine çevirir onu, ama bu tanede bütün dünyalar ve kâinatlar gizlidir.  Miraç mucizesi, paslanmış ruhun diriliş kalayı, delinmiş, özbenliğin lehim madenidir. Kopan ruhu, Mutlak’a kaynak yapar durur yeniden boyuna.  “Gözlerin kaymaması”nın güvencesidir.  “İki yay aralığı kadar yaklaşma”nın metodu.  Ruhtaki zehri, biriken zehri alan panzehirdir Miraç ruhu. Bir mucize med ve ceziriyle çekip alır içimizdeki kuşkuları, red ve inkâr taslaklarını. Onları eritir ve ummanında boğar. Kadavralar gibi yüzerler bu mucize denizinde; bilinmezliğin bağrına gömülmek üzere alınıp götürülürler.  Bir tanık gibi durur hep yanı başımızda, bir tanıklık meleği gibi durur miraç; inanç gücümüzün , sağlamlığımızın ve dayanıklılığımızın tanığı olarak.  Ruhun diriliş özlerindendir miraç. Namazla, oruçla, hacla, zekâtla bağıntı iplikçiklerini korumasını bile özlerden. Ruhun bayatlamaması, taptaze kalması onun görevidir. Enerjisi tükenen ruha, diriliş yakıtıdır o. Sönen ruh ışığına yalım vermesini bilmenin ustasıdır.  Bir Mekke gününü içimizde ışıldatıp duran avizedir, asılı ruhumuza.  İmanın küfre zaferinin dönüm noktasıdır. Gün dönümü noktası. Ama bu gün dönümü günün batıya doğru değil, ruhun doğusuna ve doğuşuna doğru döndüğünün işareti olan bir gün dönümüdür.  “Sıdk”ın gün dönümü. “Aşk”ın gün dönümü. Ter ve zaferin gün dönümü.  Başlarında yeniden Kutsal Kitaba, Kur’ân’a döndüğü bir olağanüstülük gün dönümünden bir an.  Yücelişin anlamından bir yaprak.  Mutlak’tan açılan bir sayfa.  Şeytanı zincirleme yolculuğu, Rahman nefesine doğru uzamış yolculuğundan bir kitap.  Evet! Başlı başına bir diriliş kitabıdır Miraç.  Baştan başa mucize olan diriliş kitabı.  Demiri yumuşatan Davut eli gibi.  Ölüyü dirilten İsa parmağı gibi.  Zaman ve mekânı aşan bir inanç meşalesidir o.  (Sezai Karakoç, Gündönümü, s. 79-82)   TABLODAKİ BARDAK TABLODAKİ BARDAK Yalancı taşmalar, köpürmeler beklemeyin bizden. Çünkü bardağımız ağzına kadar dolu. Ne taşmaya ne köpürmeye ihtiyacı var bardağımızın! Ne de “bir bardak suda fırtına” cinsinden yapma dalgalanışlara. Dolu, dopdolu olmanın sessizliği, şamatasızlığı, derin barışı içinde olmak: amaç budur. Kavgacı değil, savaşçı olmak, savaş için savaşçı olmak değil, barış için savaşçı olmak; bardağın doluluğu bu anlama gelir. Toprağa basmak; toprağa gömülmek değil: dirilişçiliğin yolu yordamı bu nüansta saklı. Çağın “sarhoş gemi”sine, çizilecek rota, dirilişçiliktir. İnsanın kendi arayışından, ansızın görünecek bir fecir. Dirilişçilik, kağıt yapraklarında değil, insan ruhunda ciltlenecek ve insan ruhunu ciltleyecek bir espri araştırıcılığıdır, bir esprinin araştırıcısıdır, araştıran bir espridir. Kolayı ister, ama kolaya kaçmaz. Kolaya kaçmayı hep reddeder o. Güçlüğün aşığı değildir, ama güçlükten de kaçmaz. Güçlüğü kolaylığa çevirme sanatıdır o bir bakıma. Bardak, öylesine hızla dolup boşalmakta ve hemen yine dolmakta ki, o sanki hiç dolmuyor, boşalmıyor, hep aynı dolu bardak olarak kalıyor. Kan dolaşımı ve değişiminin olağanüstü hızı: dirilişçiliğin yeniliğinin sırrı. Son bardak değil bu, belki ilk bardak. Daha doğrusu, bardak zinciri içinde bir halka. İlk ve son bardakları da içinde bulunduran bir gelişim bardağı. İçtiği suyu ab-ı hayata, zemzeme veya kevsere çevirirken insanoğlu, bir maya gibi kullansın diye sunulan çağın samimilik bardağı; ya da bu niyeti taşıyan hiç olmazsa. Kurtarma iddiasının değil, birlikte kurtulmaya çalışma çabasının bardağı. Ve bu çabayla o ağzına kadar doludur Allah’ın izniyle. Kimsenin su hazinelerinde gözü olmayan bir bardaktır bu. Ve kimselerin su hazinelerini hatta ırmaklarını, nehirlerini ve denizlerini yadsımayan ve yadsımaya hiç de yanaşmayacak olan. Öyleyse, o, “saf bir onama” dan mı ibarettir? Hayır. O, bir vaftiz bardağı değildir. O, bir statükoculuk bardağı değil, bir özdeğişim bardağıdır. Yitik Cennet’ten uzanan bir bardak, dolu bir bardak olmak: onun mutluluğu bu hedefe nişan almakta. “Temiz şarab” ın bardağı: aranan bardak, ayıklık bardağı. Yoksa o, sarhoşluk gemisinin mahzen katını dolduran fıçılardan gelme bir bardak olma hevesinin meyvesi değil. Böyle bir meyve olmaktansa, çağın trajedisinde cayır cayır yanan kupkuru bir odun parçası olmayı yeğler o. Olmak istediğini ne kadar olmuş ve oldurmuştur acaba? Bu ayrı konu. İlerde, başkalarınca tespit edilecek bir şey bu. Oluşumu bırakıp ta olanı değerlendirmeye vakti yoktur. Belki ancak, oluşum için gerekli, oluş içindeki, oluşumu kesmeyen, şimşeksi bir hız değerlendirmesiyle yetinmektedir ve yetinmek zorundadır, kendi kendine bakışta. Yani kepenklerini indirip envanterini yapmak yerine, envanterini, akışı, dolup boşalışı içinde doğal bir otokritik, sürekli bir otokritik biçiminde yürütür. Bizden, hıçkırıklar, feryatlar, figanlar istemeyiniz. Çünkü: bardağımız ağzına kadar dopdolu. Fazladan bir hıçkırık ek bir “ah”, onun kırılıp parçalanmasına sebep olsun ister misiniz? Kötü niyetliler hariç, kim arzular bunu? Onu kırıp un ufak etmeyi düşlemesin kara yürekliler. Sonra, onun tozlarından, bin yeni bardak fışkırıverir. Bırakınız, çağdaş sofrada, bu bardak ta, sizin süslü püslü kokulu ve renkli bardaklarınız arasında, sade ve sessiz, ait olduğu eli beklesin, o eli uzatacak konuğun çıkagelmesini beklesin. O çağrısız konuğun. Evet, bütün çağrılılar masada yerini almış durumda. Ve eller uzanmış, bütün bardaklara. Yalnız, tablonun içindeyken dışında kalan, dopdolu sessiz bardak ve çağrılmadan gelmesine engel olunamayacak beklenen “konuk”… (Gündönümü/Sezai Karakoç)  SÜREKLİ DEĞERLENDİRME İnsanlar çoğunlukla değerlendirişlerini ilk izle­nimlerine göre temellendirirler. İlk etkiye dayanır değer yargılan çoğu kez. Çok az insan kritik yetisine sahiptir. Ancak, bu azm azı kişiler, değer yargılarını kritik ede ede düzeltirler. Hatta kimi zaman bu dü­zeltmeyi temelden değiştirme biçiminde gerçekleş­tirmesini bilirler bu farklı yetenekler. Ama, çoğun­luk, kitle, ilk gördüğüyle kalır. İlk izlenim ise, "izafet çerçevesi"yle oluşur. Baş­kasına göre değerlendirilir çoğu kez bir insan, bir eser, bir eylem. Orijinalliği görülmez, ya da nice za­man sonra, o azm azı kişilerin değerlendirişleri hâ­kim olmaya başladıktan sonra asıl özellik ortaya çı­kar. İnsanlar da o güne kadar bunu nasıl olup da gö­remediklerine şaşar kalırlar. Konunun nabzını yoklamaksızın, onu şahdama- rından yakalamadan, "başka" konulara göre, benze­tişler veya ayrılıklara dayanarak değerlendiriş hâ-  GÜNDÖNÜMtl kimdir ne yazık ki çağımızda. Bu değerlendirirce bir objektivite şansına sahiptir ama, eninde sonunda "dış" değerlendiriş, dıştan değerlendirmedir. Öz* bakışın, içten değerlendirişin ihmal edildiği bir bakış ve değerlendiriş türüdür bu. Bu sebeple de yüzeysel ve sınırlı olmaya mahkûmdur. Peşin yargılardan arınmış olarak bakma gelene­ği, kaybolmuş gibi. Doküman enflâsyonu içinde in­san, hemeninden, ilk karşılaştığı olay veya olguyu, bir şeye irca ediveriyor. Oysa, yeni diye bir şey var­dır. Bu değerlendiriş ve şuna buna indirgemede kay­bolan en değerli şey veya yan. Acele indirgemeler çağının sıkıntılarıyla boğulu­yor insan. Bu yüzden, neşesini yitiriyor, umutsuzla- şıyor, mutsuzlaşıyor. Giderek, yeniyi arama ateşi içinde kavrulurken hep "eski!" diye bağırdığı çerçe­velere sıkışıp kalıyor. Ondan kurtulmak için can atı­yor her seferinde, kurtulur kurtulmaz da aynı arayı­şın kısır döngüsüne yeniden düşmekten alıkoyamı­yor kendini. Oysa, "yeni'' her zaman vardır, gözler önünde­dir. Ama onu görecek göz, ilk izlenim ve etkilerinin çerçevesinden, izafet çerçevesi yanılgılarından sıyrıl­mayı bilen insanın gözüdür. Yeni yorumlama ve an­lamlandırmalarla dünyayı tazeleyen gözlerin işi. Bu ise, sistem ve ideoloji tutsağı olmayla bağdaştınla- maz bir psikoloji istiyor. Elbet, düşüncelere ve sanat ibdalarına lâkayt kalmamayı da. Dış görünüşleri aşma çabası içinde olanlar, gele­cek zamanı gerçekleştirecek asıl bunlardır. Ondan  SÜREKLİ DEĞERLENDİRME 101 ötesi, günün adamları. insanlığı yenileyecek erler, sürekli olarak yanılgı hafakanını yaşarlar. Değerlendirmelerini gözden ge­çirirler. Bu yönde en ileri ve en derine ulaşmaya ça­lışırlar. Her kanıtı tartarlar, ölçüp biçerler. Her tanı­ğı sükûnetle dinlerler. Çelişkiler, onlara ışık tutar, olayın öbür yüzünü görmek için. Böyle böyle sağlam görüşe ererler. "Sağlam görüş", evet, insamn en muhtaç olduğu nîmet, ilâhı nîmet. Kimi insanlar bir seziyle kazanır­lar onu. Ama, öyle de olsa, sonradan o "sezilen"i her cepheden yoklamak gerektir. Sağlam bir temele oturtmak borcunu beraberinde getirmeyen sezgiler, yeni sezilerle çarçabuk silinirler. Peygamberleri, düşünce ve sanat öncülerini de­ğerlendirememişlerdir çok defa çağdaşları. Onları hep eskiye irca ederek asıl yeni taraflarını göreme­mişlerdir. Ancak, sağduyu ve gerçek sezgi sahipleri ve uzun uzun araştırarak onların hakikatine varan­lar, önlerindeki peşin veya acele yargı ve değerlendi­riş engel ve uçurumlarını atlayabilmişler, arkaların­da bırakabilmişlerdir. Günümüzde ise durum daha trajiktir. Peşin hü­küm ve değerlendirişler standart hale getirilmekte ve teknik imkânla âdeta salgın halinde insanlığa sü­rekli olarak enjekte edilmekte. Bulaşıcı hastalık gibi; ya da veba gibi. Bundan kendini kurtaran insan öy­lesine az ki. Yeni bir kuşak beklese, yerden göğe kadar haklı olur insanlık. Bir kuşak ki, bir el itişiyle, peşin yargı-  gCndönümû laı er ramını karton kutular gibi devirip, altından, sağ salim, gün ışığına çıksın. Geçmişi, aktüeli ve ge­lecek zamanı yeni bir perspektife çeksin. İncelenecek olanı yeniden incelesin, inşa edilecek olanı yeniden inşa etsin. W "Diriliş Kuşağı" diye adlandıralım gelin bu ku­şağı. İnsanlığın Dirilişi Kuşağı. İlk izlenim ve etkile­ri hesaba çeken kuşak. İzafet çerçevelerinin muhase­besini nefsiyle birlikte kritik etmesini bilen nesil. Sü­rekli değerlendirme* melekesini, omuzundaki melek­lerle aşina kılmış bir nesil.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir