1918’lerde havaîmi şöyle anlatıyordu:
‘Altmış, yetmiş senelik tarihi olan eski bir ev içinde büyüdüm. Orda Hamid Bey’i, Şinasiyi, Ziya Paşâ’yı, Sezai Beyi, Kemal’i, hepsini okurduk. Fakat benim çocuk senelerimde bana memleketimin aşkını ve yüksek, asıl şeylerin sevgisini ve kuvvete, zulme karşı kafa tutmanın zevkini öğreten Kemal Bey oklu. Ruhumun üzerindeki en derin izleri ondan gelmiştir. Aynı zamanda, şimdiki düşüncemizle, milli edebiyata varmak için Tanzimat Edebiyatı, biraz dolambaçlı olsa bile, bir şehrâh açmıştır.” (Diyorlar ki, 1334 – Dersaadet, sh: 194)
Dedesi Samı Paşa, babası da ikinci Abdulhamidin Maarif Nazırlarından Suphi Paşa’dır. Osmanlı cemiyeti içinde yetişmiş, halktan uzak konaklarda büyümüştür. Milliyet fikrini benimseyip müdafaa etmesine rağmen ruhu bütün Tanzimat yetiştirmelerinde olduğu gibi Batı hayranlığı ile doldurulmuş, kendi millî değerlerinden çok yabancıların esiri bir düşünce takip etmiştir. Daima Leh ve Rus Edebiyatı gibi bir edebiyata sahip olmanın hasretini içinde yaşatmıştır. Bu iki edebiyatın ortaya koyduğu cemiyet hayatı o toplumun üzüntü ve sevinçlerini, toprakları üzerinde ömür süren insanların çilelerini hayranlıkla okuyup öğrenen bu Paşa torunu ve oğlu ne acıdır ki kendi edebiyatı ve memleketinin düşünce hayatını gerçek olarak duyamamıştır. Çünkü ne onun hayran kaldığı Tanzimat bu ruhu verebilmiş ve ne de Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinde bizzat kavgasını verdiği Türkçülüğün ocak ve bucakları…
O ömrü boyunca şu soruyu kendi kendine sormuş: “Ne vakit kendi kendimizle karşı karşıya gelecek, kendi mazimize, kendi dünyamız, kendi rüyalarımız ve kendi ruhumuzla karşılaşacağız! ” ve fakat hiç bir zaman da cevabını alamamıştır. Kendisi de verememiştir. Onda birleşen ve hüzün haline gelen bu daimi hasretin dinmesi mümkün olamazdı. Çünkü o “Şarkın muhafazakârlığı” ndan dert yanıyordu. Ona göre Şark, yani Doğu medeniyet ve kültürü “millî sanatlarımızı, her biri ayrı ayrı bir değer olan millî sanatlarımızı bu muhafazakârlık öldürdü. Ticaretimizi o öldürdü. Hükümetimizi o çürüttü. Ailemizi o kurutup solduruyor. Maarifimizin de en müzmin derdi yine ondan ibarettir. Buna ve şimdiye kadar bütün söylediklerimize binaen maarifimize genel bir istikamet veriyoruz: Garba doğru, yani r garp usûllerine ve bilhassa garplılık ruhuna doğru.” (Dağyolu, c. 2,1931, sh: 139).
Garplılık ruhuna doğru koşmaya kadar gelen ve doğuyu “muhafazakâr” sayan bu “Ocakçı” Hamdullah Suphî (Tarınöver)’den başkası değildir.
Hamdullah Suphî Tanzimat’ı bir dev’e benzetiyor, hem istekleri ve mücadeleleri doğrultusunda kurulan yeni Türkiye Cumhu-riyeti’nde garpçılık hayranlığı öne sürüyordu. Muhalifler, kurdukları mekteplerin ortada bu hal ile kalması memleket için bir kurtuluş olamıyacağı fikrini ileri sürerken, onlar kaynaklandıktan Batı’ya tâ 1839’dan itibaren bir kara-sevdalı gibi gönülden bağlanmışlardı. Bu devirde kimler yetişmişse Hamdullah Suphi’ye göre birer dev idiler. Elbette dev bir Tanzimat, fikir ve sanatta da dev adamlar yetiştirecekti: “Tanzimat devri, devlerin yetiştiği bir devirdir İlimde, sanatta, idarede ve edebiyatta kendini gösteren feyzi cidden hayrete lâyıktır. Namık Kemal’in Abdülhak Ha-mid’in, Şinasinin, Ekrem Bey’in, Sezai Bey’in edebiyatta temsil ettikleri bu büyük birlik karşısında insan düşündükçe heyecan duyar ve üzülür. Tanzimat devri uzun ve kıştan sonra coşan, fışkıran bir bahar halindedir.”
Bu coşan ve fışkıran devrin sözcüsü olanların, gevşek, uyuşuk ve bir diğer ortaya koyamamazlıkları hem İkinci Meşrutiyette ve hem Cumhuriyette kendini göstermiştir. Ve bunun cezasını da bugünün devleti ve onun ahalisi çekmiştir. Ve çekmektedir. Bunun böyle olacağı belli idi. Hep yenilik, hep ilerilik adına sözler söylenmiş, kabuk değiştirir gibi bütün Doğu milletlerinin hayatlarının şekilden şekile sokulmasına çalışılmıştır.
Hamdullah Suphi hem doğuyu muhafazakâr sayar ve bizi dondurduğunu söyler, hem de başka durum ve şartlarda doğunun Türk’e muhtaç olduğunu söyler ve İran ve Arabistan’a gerçek şahsiyeti Türklerin verdiğini söyler. Böylece Hamdullah Suphi ne doğulu ve ne de batılı olmuş oluyordu.
Hamdullah Suphî 1885’de İstanbul’da Saraçhane’de Aksaraya inen Horhor caddesi üzerindeki konakta dünyaya gelmiştir. Babası genç yaşta ölmüştü. Annesi bir çerkez kızı idi. Çocuk Hamdullah Suphi, ne acıdır ki sonradan karşı geleceği Sultan Abdülhamid’in emriyle, parasız yatılı olarak Galatasaray Sultanisine girer ve burayı bitirir. Ve on beş yaşında iken yazdığı bir şiirde Abdülhamid kafasındaki şekle göre anlatır:
“Belinde kabza-i Osman, elinde bir Kur’an”
“Beşiklerinde çocuklar boğan Kızıl Sultan.”
Tanzimat’ın ve o devrin edebiyatçılarının yetiştirdiği Hamdullah Suphi başta Dârül-Fünûn olmak üzere çeşitli mekteblerde hocalık eder.
Bir taraftan hocalık ediyor, diğer taraftan da yazıyor, konferanslar tertib ediyordu.
Batıya dönük, halkçı, uygar ve milliyetçi bir kuruluş olarak ortaya çıkan ve 1911’de kurulup 1912’de resmen faaliyete geçen Türk Ocağı’nda yerini bulur. Artık bundan sonra Türk Ocağı ile Hamdullah Suphi’nin adlan bir ikiz kardeş gibi yollarına devam ederler.
Türk Yurdu” mecmuası bu ocak tarafından çıkartılır. Bu mecmuada milliyetçilik ve batıcılık hakkındaki görüşlerini yazar. Bu arada güzel bir hitabete malik olduğundan konferanslardan da geri kalmaz.
Meşrutiyet devrinde Mebus olur. Sonra Kurtuluş Savaşı İçinde kurtancıların yanında yer alır. İlk TBMM üyesi olur. Bu mecliste cereyan eden kavgalara katılır. İlk olarak burada devrin liderine baş kaldırma cesaretini gösterir. Ama aralarında pek bir değişik düşünce farkı olmadığı için, sonradan Maarif Vekili olur.
Kurduğu “Türk Ocakları “nın tek hedeflerinin inkılâbın bekçiliğini yapmak olduğunu söyler dururdu.
Zamanla koyu Türkçülükten kurtulur, daha bir genişlik kazanır. Çünkü devrin karakteri değişmiş, öyle müsamahalı bir Osmanlı devri ortada kalmamıştı. Adam şöyle bir yan çizse “milliyetçilik “ten soluğu ya dar ağacında veya yurt dışında alırdı.
Aradan iki devir geçmiş, Türk Ocakları yoluna devam etmiştir. Ama Halk Fırkası devletin tek partisi durumuna gelmiş, başka bir rakip tanımıyordu. Hele “muvazaa” partisi şeklinde kurdurulan partilerin halk efkarında gördüğü engin itibar Halk Fırkası mensuplarım ürkütmüştü. Türk Ocakları da siyasi bir karakter arz etmediği halde rejim için ve Cumhuriyet Halk Fırkası için tehlikeli görüldüğünden ve bilhassa Rusya’daki Türklerle fazla ilgilenmesinden kuruluşundan 20 yıl sonra 1931 ‘de kapatılır. Bu kapatma işlemi en çok Hamdullah Suphfyi üzer. Ama bu gerekli idi. Çünkü ocakların içini, kurulan idarenin gidişinden memnun olmayan “gayri memnunlar” doldurmuştu. 10 Mayıs 1949da aradan 18 sene geçtikten sonra yine açılmıştı. Türk Ocakları ama artık fonksi-
yonunu kaybetmişti. Şartlar değişmiş, siyasî hava daha değişik bir karakter ara etmeye başlamıştı. Yalnız açılış Hamdullah Suphi’yi memnun etmişti. O selis konuşması ile açılışta inciler döktürmüştü, ama bir fayda sağlamadı.
Zaten daha 1921 yılı başlarında Millî Eğitim Bakam olmuş ve bu hakanlık on ay kadar sürmüştür. Maarifte yaptığı icraatlar beğenilmediği için istifa etmiştir. Bunda en açık ihtilaf da bu Antalya Mebusu ile Burdur Mebusu Mehmet Akif arasında görülmüştür. Zirâ Hamdullah Suphi, Akif için “Kendileri milliyetperverliğin daima aleyhinde enfes şiirler yazmışlardır.” diye kürsüden tenkidi ile Akif de “Ben Kavmiyet aleyhinde bir adamım, milliyet değil…” demesi üzerine “Evet kavmiyet aleyhinde…” şeklinde karşılık vermiştir. Bu kısa muhavereden sonra Hamdullah Suphi istifa eder.
O eğitimde yenilik isterdi. Eskiyi beğenmezdi. Aldığı eski terbiyeyi de şöyle izah ederdi:
“Eski terbiye içimizde yaşasa idi -çünkü büyükler karşısında susmak esastır- bu terbiye aramızda devam etseydi, memleketimizde Cumhuriyet olmazdı.”
Ama bu Cumhuriyet onu, ocakların kapatılması üzerine yıkılan dünyasını unutmak üzere, 1931 Mayıs’ında Bükreş’e birinci sınıf elçi tayin eder. Sonra döner, 1946’da CHP’den mebus olur.
“Dağyolu” ve “Günebakan”ın yazan daha uzun devreler hayat sürer, ona göre öz dil mabede girmeli, inkılâblara karşı bir hareket ruhları isyan ettirmelidir. Bu, Hamdullah Suphi nihayet 1957ye kadar mebuslukta bulunur ve 1966’da “milliyetçi” duygulan ile Horhordaki köşkünde hayata veda eder.
Türk Ocakları’nın babası bu dünyadan göç ettiysede ilk devrin kanunlarının yapıldığı devrelerde söylediği sözler onun tamamı tamamına bu reforma ve yeni şekle uyduğunu bugün bile bütün tazeliği ile ifade etmektedir:
1924 Ekim’inde “Akşam” gazetesi onunla bir mülâkatta bulunur Türk Ocakları hakkında. Burada aynen şöyle der:
“Türk Ocakları dini bir cemiyet yerine bir millet koymak, yalnız “erkek” özerine kurulu eksik bir hayat yerine «erkek ve kadın» özerine bina edilmiş tam bir hayat kurmak, Türk milletini İslâmî ve Asyaî medeniyetten hayat! ve beşeri bir medeniyet olan Batı medeniyetine doğru çekmek, maverai ve uhrevi bir felsefeden doğan bir feragatle hayattan bezen bir nesle hayal aşkını, hayat hırsını aşılamak… İslâm medeniyetinin bir özelliğinden İbaret olan Türk üslûbları ancak bugüne göre çok derin bir değişiklik ve seçime uğramadan aramızda yaşayamaz. Her adımda İslâmî mefhumlardan doğan dünkü medeniyetimizin hayatı ve galip bir medeniyet karşısında baştan başa mağlub olduğunu ve yere serildiğini görüyoruz. Türk Ocağı sanat sahasında maziye bir «kök» olarak kıymet vermiştir. Fakat bugün ruhumuz başka bir zemine daldığı İçin yeni bir yaprak, yeni bir çiçek vermek mecburiyetindedir.»
«Türk Ocağı hiç bir zaman «maveraî -fizik ve tabiat ötesi-» emeller üzerine gözünü dikerek hiç bir zaman vaktini israf ile geçirmedi. Ocak ruhu ile dolan bir gencin hayata bir bakışı vardır ki bir çok bedbinler, me’yûslar ve ruhları boşalmış olan İnsanlar karşısında bunlar, hayata bir vazife ile bağlanmış misyoner ruhlu insanlar gibi kalır.»
0 gün bugündür. Ocaklı ruhu böyle devam etmiş ve, fakat umulan ve uğrunda çok kanlar akıtılan yeni hayatta ne bir çiçek ve ne de bir yaprak açmıştır.
Hamdullah Suphi de bu hazan içinde kavgasını vermiştir.
Sadık Albayrak – Kemalist Devrin Çakıl Taşları
0 Yorumlar